Paylaş
Devleti ya da yönetenleri eleştirenler her zaman baskı altına alındı. Ya cezaevine konuldu ya faili meçhul cinayetlere kurban edildi. Cezaevleri yüzlerce aydın, gazeteci yazarın mekânı oldu. Türkiye’de özellikle basına yönelik yasalar ağır cezalarla donatıldı. Yazıdan bu kadar korkmak niye? Geçen gün gazeteci dostumuz Işık Yurtçu’yu toprağa verirken cezaevlerinde yaşadıklarını hatırladık.
Işık öyle radikal fikirleri olan biri değildi. İlk yargılanması 12 Eylül döneminin ünlü ‘Aydınlar dilekçesi’ne imza attığı için sıkıyönetimde yargılanmıştı. 1992’de işsiz kaldığında Özgür Gündem Gazetesi’nin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü teklifini kabul etti. Sadece 8 ay çalıştı. Ama bu kadar kısa zaman bile onun hakkında onlarca dava açılmasına yetti. Hiçbirini kendisi yazmadığı halde hakkında 26 dava açıldı. O dönemin çok tartışılan ünlü Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 6. 7. ve 8. maddeleri gazetecileri cezaevine atmaya yetiyordu. Işık da nasibini
aldı. Toplam 16 yıl hapis cezası ve
1 milyar 633 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Duruşmalara elleri
kelepçelenerek getiriliyordu. Bayrampaşa Cezaevi’nden sonra Sakarya Cezaevi’ne nakledilmişti. O dönemde biraz da Özgür Gündem’den dolayı Türk basını Işık’ı fark edemedi.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ MÜCADELESİ
Yine aynı yıllarda gazetecilerin başını çektiği Düşünceye Özgürlük Platformu, özellikle terörle mücadele yasasına karşı imza kampanyaları düzenliyor, basın özgürlüğünün genişletilmesini talep ediyordu. Işık’ı da ilk fark eden aynı gazeteden Metin Göktepe’nin öldürülmesinden sonra bir araya gelen ve basın özgürlüğü mücadelesi başlatan genç gazeteciler oldu. Sakarya’ya düzenli olarak ziyaretine gidiyorlar, yalnız bırakmıyorlardı. Cezaevi koşulları çok kötüydü, Işık’ın astımı azmıştı. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a ulaşan gazeteciler, koşulları biraz daha iyi olan Saray’a naklini sağladılar. Artık Işık, yavaş yavaş büyük gazetelerin sayfalarında haber olmaya başlamıştı. Uluslararası basın kuruluşlarını harekete geçiren meslektaşlarının gayretiyle Işık, basın özgürlüğünün bir sembolüydü. Türkiye üzerindeki uluslararası baskılar giderek artmaya başladı. Işık cezaevindeyken merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), kendisine 1996 uluslararası basın özgürlüğü ödülüne layık gördü. Gidemedi ama New York’ta gıyabında yapılan törenle 1996 Uluslararası Basın Özgürlüğü Ödülü verildi. Özellikle sokakta muhabirlerin ısrarlı takibiyle Işık’ı cezaevinden kurtaracak formüller aranmaya başlandı. Parlamento da uluslararası baskılara ve gazetecilerin ısrarına ilgisiz kalamadı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel devreye girdi. Hastalığı nedeniyle ‘özel af’la cezaevinden çıkarılması gündeme geldi ama o bunu reddetti. Meclis Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yaptı. Işık 2 yıl 7 ay 18 gün cezaevinde kaldıktan sonra 15 Ağustos 1997’de tahliye edildi. Saray Cezaevi’nin önü Türkiye’den ve dünyanın dört bir yanından gelen bir basın ordusuyla dolmuştu.
Işık tahliye olmuştu ama Türkiye’de düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde yatanların çilesi daha bitmemişti. Serbest kalması için mücadele yürüten Düşünce Özgürlüğü Girişimi bu kez de cezaevinde olan Ragıp Duran, Eşber Yağmurdereli, İsmail Beşikçi ve Haluk Gerger’in serbest bırakılması için çıkmıştı meydanlara... Nazım Alpman, Nadire Mater, Celal Başlangıç ve Süleyman Sarılar’ın, TGC ve TGS ile genç gazetelerin süreç içinde gösterdikleri mücadele unutulur mu?
Tahliye edildikten sonra Star televizyonunun ana haber bültenine canlı yayın konuğu oldu. Hürriyet gazetesi muhabiri Süleyman Sarılar’ın evinden canlı yayına bağlanıp “Meslektaşlarım, `devleti savunmak’ bahanesiyle haklı gösterilen tüm bu baskılara karşı mücadele ederken ve gazetecilik görevlerini yılmaz bir şekilde yapmaya çalışırken, bu ödülün özel bir anlamı var, çünkü gerçekleri haber vermek için mücadele ederken yalnız olmadıklarını, ulusal alandaki destek azlığının tersine, global alandaki desteğin büyük ve samimi olduğunu gösteriyor” diyordu.
Tahliyesi ile birlikte hızla
popülaritesi arttı. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü yılın gazetecisi ödülüne layık görüldü. Işık Yurtçu’nun şahsında basın özgürlüğü kampanyası başlatan gazetecilerle birlikte Paris’e giderek ödülünü aldı. Işık artık öylesine bir sembol haline gelmişti ki dünyaca ünlü Peter Arnett bile Türkiye’ye gelip Işık’la görüşüyor “Artık bundan sonra Türkiye ve Asya’daki basın özgürlüğü mücadelesini sen yürüteceksin” diyordu.
Türkiye aradan geçen 15 yıla rağmen hala basın özgürlüğü tartışmasını bitiremedi. TCK ve Terörle Mücadele Kanunu defalarca değişti. Ama aydınların, gazetecilerin yazarların üzerinden ‘Demokles’in kılıcını’ bir türlü kaldıramadı. Bugün de onlarca gazeteci yine cezaevinde... Türkiye yine uluslararası basın örgütlerinin ‘kara listesi’nde. Ama bugün gazeteciler arasında bir dayanışma, basın özgürlüğüne sahip çıkma hareketi ne yazık ki yok. İktidarın ağır baskısına bile gerek kalmadı. Son yıllardaki uygulamalar nedeniyle zaten kendiliğinden ağır bir sansür işliyor.
1990’lı yılların ‘basın özgürlüğü’ simgesiydi Işık Yurtçu. Artık aramızda yok. Ama her dönem yöntem değişse de basın bir türlü baskıdan kurtulamadığı için yaşadığımız sürecin yeni ‘basın özgürlüğü’ kahramanları ortaya çıkıyor. Ama ne yazık ki basın emekçileri Işık’ın yaşadığı süreçteki kadar örgütlü değil. Olana kadar da sevgili Işık’ın aklı meslektaşlarında kalacak eminiz.
TÜBİTAK raporunun Türkçesi şöyledir
ODATV davasında saçmalık derecesinde uzun bir süre sonunda hazırlanabilip mahkemeye gönderilen TÜBİTAK raporu özellikle anlaşılması zor olsun diye yazılmış gibi göründüğünden, konuya şu benzetme yoluyla açıklık getirmek istiyorum: ‘Bilgisayara virüs girmesi’ yerine ‘kapıyı kırıp eve girmek’ diyelim. ‘Virüsün girdiği bilgisayara belge yerleştirmesi’ yerine ‘eve giren saldırganın ev sahibini bıçaklaması’ diyelim. ‘Bir belgenin kullanıcı tarafından açılması’ yerine de ‘bıçağın ele alınması’ diyelim. Bu durumda TÜBİTAK raporu mealen şunu diyor:
“Cinayetten sabıkalı, adı-sanı belli, bıçaklı bir saldırganın aynı gece üç eve (yani Müyesser Yıldız, Barış Pehlivan ve OdaTv bilgisayarlarına) girdiği kesinlikle saptanmıştır. Üç ev sahibinin bıçaklandığı da, ev sahiplerinin bıçağı ellerine almadığı da kesinlikle saptanmıştır. Tahliye edilmiş olan Müyesser Yıldız’ı sabıkalı katilin bıçakladığını söylüyoruz. Ama (halen hapiste olan) öteki ev sahipleri o sabıkalı katilce mi bıçaklandı, yoksa kendi kendilerini mi bıçakladı, hiç ısrar etmeyin o konuda bir şey söylemeyiz!”
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, bu rapora dayanarak “Rapor hapisteki ev sahiplerinin sabıkalı katilce bıçaklandığını söylemediğinden tahliyelerinin reddine...” diye bir karara varılabilir mi? Bütün masumların bir an önce özgürlüklerine
kavuşması dileğiyle...
Prof. Dr. Cem SAY Boğaziçi Üniversitesi
Paylaş