Paylaş
İnsanları hangi ölçütlere göre farklı kategorilere ayırırsınız? Din, dil, etnik grup, gelir düzeyi ve sosyoekonomik anlamda sınıf, cinsiyet, yaş, meslek, siyasi görüş, kentli ve kırsal vs. vs. Hepsinde bir gerçek payı var, hepsi hem gündelik yaşamda hem de sosyal bilimlerde kullanılan kategoriler.
Öte yandan benim için, bir kişiyle kimyamın tutup tutmayacağını anlamak için bu kategoriler hiçbir anlam ifade etmiyor. Hatta ‘vız gelir tırıs gider’ dersem abartmış olmam.
Ya ne önemli? Tek kelimeyle ‘duyarlılık’. Son derece kişisel ve öznel bir olay bu. Belki daha ileride bir yazıda ele alacağım ‘kültürel sermaye’ ile bir ilişkisi var duyarlılığın.
Tabii herkes kendi açısından ve bir ölçüde duyarlı. Ama nelere, nasıl ve ne ölçüde duyarlı olduğumuz önemli. Yanlış anlaşılmamak için belirteyim.
Duyarlılık skalası!
Hiyerarşik bir skalası yok duyarlılık olayının. Bir kişi, aynı zamanda, ağaçların inşaat için kesilmesine, sokakta aç hayvanların dolaşmasına, eve temizliğe gelen gündelikçiye kötü muamele edilmesine ve denizlere plastik poşet atılmasına karşı duyarlı olabilir. Ne güzel. Ama bu kişi, diyelim hayvan haklarına öncelik veriyor diye ona “Sen niye doğa kirliliğine karşı aynı duyarlılığı göstermiyorsun?” demek hem haksızlık hem de etik açıdan haksızlık olur. Bizim özellikle kafayı taktığımız bir konuda hiçbir duyarlılığı olmayan birini suçlamak da benzer şekilde kendi kendimizi sinirlendirmekten başka işe yaramaz. Örneğin ben geleneksel lezzetlerimizin kaybolması konusunda duyarlıyım. Ama kimsenin bu duyarlılığı paylaşma zorunluluğu yok. Öte yandan paylaşanla ortak zevklerimiz olma ihtimali büyük.
‘Restoranlar Evde’ pandemi döneminde geliri lokanta sektörüne dağıtılmak üzere hazırlanmış bir kitap. Projenin öncüsü Cemre Torun Hanım. Birçok şirket de projeye maddi destek sağlamış. Kitaba 100 civarı restoran da kendi repertuvarlarından birer yemek tarifi vererek katılmış. Aralarında benim de bulunduğum, sektörle bağlantılı 38 yazar da kısa yazılar yazmış. Kitap İstanbul Life’tan çıkmış.
Kitap Cemre Torun öncülüğünde hazırlanmış.
Cemre Hanım çok iyi planlanmış bir işe öncülük etmiş ve önde gelen lokantalarımızın yemek tarifleri de mutfağımızın çeşitliliği ve zenginliği konusunda fikir veriyor. Bunların hepsi iyi ama beni özellikle heyecanlandıran ve bu yazı için ilham veren yukarıda bahsettiğim duyarlılık olayı oldu. Kaybolan yemeklerimiz konusundaki ortak duyarlılık bir yana, kaybolan kozmopolit İstanbul konusunda birçok yazarla ortak duyarlılığımı keşfettim.
Kaybolan derken kaybolmakta olan bir kültürden hem de fiziksel mekânlardan bahsediyorum.
Örneğin Markiz Pastanesi. Tünel’e giderken önünden geçerim ve hep içim sızlar. Aylin Öney Tan da benimle aynı hisleri paylaşmış ve şöyle diyor: “Markiz’in önünden geçerken hep biraz utanırız, sahip çıkamadık diye.” Aylin Hanım “İstanbul, aslında bizi var eden, hasretle hüznün harmanlandığı mekânlardır” derken de hemen her yazarın ve görmüş geçirmiş her İstanbullunun hislerini yansıtıyor.
Örneğin Saffet Emre Tonguç, “Kaymakçı Pando bile artık yok” dedikten sonra eklemiş: “Yıllar içinde sadece çeşmeleri, camileri, külliyeleri, tarihi eserleri değil, geçmişi bugüne taşıyan lezzet duraklarını da kaybettik.” Hasret ve hüzün...
Lezzet durağı olmanın çok ötesi
Mehmet Yaşin Bey için de lokantalar ‘damaklarımızı şımarttığımız’ lezzet durakları olmanın çok ötesinde: “Kiminde dostlukları tazeledik… Kiminde yemeği bahane edip aşkımızı fısıldadık.” Ben de Besim Hatinoğlu ile birlikte adeta fısıldar gibi hüznümüzü ve buruk hislerimizi yansıttık: “Sevdiğim restoranların kapanması, bende yaşamın hızla akıp gitmesi, ölüm ve sevdiklerini kaybetme gibi insanın içini kederle dolduran hissiyatları yansıtıyor.” Ortak hissedilen ‘hasret ve hüzün’ sanki sosyolog Emile Durkheim’ın bahsettiği ‘ortak bilinç’. İstanbullunun ortak bilinci.
Daha doğrusu kültürel sermayesi yüksek İstanbulluların ortak bilinci. Eğer İstanbul’da yaşayan herkese yayılırsa hasret giderek coşkuya dönüşür. Aksi takdirde keder duygusu kronikleşir.
Paylaş