Paylaş
Aynı merkez, 2017 yılının Temmuz ayında da yaz aylarında yaptığı "Türk Dış Politikası Kamuoyu Algıları Araştırması"nın sonuçlarını yayımlamıştı. Bu iki araştırma farklı konularda olsa da, Temmuz ayı anketinin sorularıyla Sosyal-Siyasal Eğilimler anketinin dış politika soruları arasında bazı örtüşmeler mevcut. Bu örtüşmeye dayanarak yanıtların bir arada değerlendirilmesi aslında Türkiye'nin dış politikası hakkındaki kamuoyu algısının son altı ay içinde ne gibi gelişmeler gösterdiğine dair ipuçları veriyor.
Türkiye'nin dostu olarak bilinen ülkelerin nasıl sıralanacakları hakkında sorulan sorulara verilen yanıtlarda Azerbaycan yıllardır açık ara birinci sırada çıkıyor. Bu sıralamada Azerbaycan Temmuz ayında yüzde 71,3 oranında destek alırken, yıl sonunda bu oranın yüzde 67,8'e düştüğü görülse de, "tek millet iki devlet" kavramının etkisini ezici üstünlükle sürdürdüğü anlaşılıyor.
Türkiye'ye tehdit oluşturduğu düşünülen ülkeler sıralamasında ise uzun süre birinci sırada yer alan İsrail'in son iki yıldır ikinci sıraya gerilemiş olması, bu narada ABD'nin Türkiye için en önemli tehdit oluşturan ülke haline gelmiş olması dikkati çekiyor. Temmuz ayında ABD yüzde 66,5 oranında tehdit olarak görülürken, yıl sonunda bu oran yüzde 64,3'e gerilemiş olsa da ABD'nin birinci sıradaki yeri sürüyor. Türkiye-ABD ilişkileri belki de tarihinin en zor döneminden geçiyor ve Türkiye'deki ABD algısı giderek olumsuzlaşıyor.
"Türkiye dış politikasını yürütürken hangi ülke gruplarıyla birlikte hareket etmelidir?" sorusuna verilen yanıtlarda ise önemli bir değişiklik göze çarpıyor. Temmuz ayında "Türki Cumhuriyetler" yüzde 37,4 iken yıl sonunda yüzde 25,4'e gerilemiş ancak ilk sırayı korumuş. "Müslüman ülkeler" yanıtı yüzde 22,4'ten yüzde 15,4'e gerilemiş. Çarpıcı olan ise, Temmuz ayında Türkiye'nin dış politikasını yalnız hareket ederek sürdürmesi gerektiğini düşünenler yüzde 14,7 iken, yıl sonunda yüzde 16'ya yükselmiş. Anlaşılan "değerli yalnızlık" yaklaşımı etkisini giderek artırıyor.
Türkiye'nin AB üyeliğine verilen destek konusunda da önemli bir değişme var. Temmuz ayında bu destek yüzde 48,4 iken, yıl sonunda yüzde 57,8'e yükselmiş. İlginç olan, Türkiye'nin AB üyeliğine kamuoyunun yarısından fazlası olumsuz bakarken, altı ay içinde bu defa olumlu bakanlar yarıdan fazlaya yükselmiş. AB ile gerginliklere dayalı söylemlerin ve eylemlerin azalması sayesinde bu dönüşümün sağlandığı anlaşılıyor. Demek ki kamuoyu aslında AB üyeliği perspektifinin elden kaçmasına yol açabilecek politikalardan hoşlanmıyor ve eğilimini hızla değiştirebiliyor.
NATO üyeliğimizin devamına verilen destekte az da olsa bir eksilme görülüyor. Temmuz ayında bu oran yüzde 61,8 iken yıl sonunda yüzde 59,2'ye düşmüş. Türkiye'ye NATO ülkelerinden bakıldığında giderek artan bir endişe olduğunu daha önce vurgulamıştım. Bu endişe Türkiye-ABD ilişkilerindeki sürekli gerilemenin yanı sıra iki ülkenin Suriye sorunsalında birbirleriyle olan görüş farklılıklarının artık iyice keskinleşmesinden kaynaklanıyor.
Afrin harekatı Türkiye'nin dış politikasında şu sırada gündemin en öncelikli maddesi olarak yer alıyor. Bu harekat üzerinden değerlendirildiğinde ise elbette Suriye sorunu Türkiye'nin en önemli dış politika konusu olarak öne çıkıyor.
Dış politikayı çatışmacı yaklaşımlar ve askeri güç kullanarak sürdürmek artık küresel düzeyde öneme sahip uluslararası aktörler tarafından dahi tercih edilen bir yöntem değil. Türkiye'de uzun bir süredir unutulan diplomasi, iletişim, diyalog ve sorunları konuşarak çözebilme arayışı yerini çatışmacılık üzerinden sorun çözme yöntemine bıraktı.
Türkiye'nin en önemli dış politika meselesi olarak görülen Suriye konusundaki yaklaşımı da zaman içinde dikkati çeken tonlama değişiklikleri gösterdi. Evet, Türkiye hala uzun vadede Suriye'nin geleceğine ilişkin planlamalarda Esad'ın yer almasına olumlu bakmıyor. Öte yandan, PYD/YPG'yi kendi ulusal güvenliği açısından tehdit olarak görmeye de devam ediyor.
Bu iki unsurdan hangisinin daha öncelikli olduğu sorusuna bir yanıt aranıyor ise, 2016 yılının Ağustos ayından bu yana Türkiye'nin Suriye topraklarında askeri harekat yürütmekte olduğunu hatırlamak yetiyor. Bu harekatların siyasi hedefi Suriye rejimini değiştirmek, Esad'ı yerinden etmek, muhaliflerin Suriye'de yönetime gelmelerini sağlamak değil. Bu konu barış görüşmelerinin konusu. Ayrıca, Türkiye Suriye hükümetinin askeri unsurlarıyla da savaşmıyor. Fırat Kalkanı harekatında IŞİD ile, "Zeytin Dalı" harekatında ise PYD ile savaşıyor.
Bu tabloya bakıldığında, Türkiye'nin askeri harekat sürdürdüğü topraklar üzerinde kendi ulusal egemenliğini korumak için gayret gösteren Suriye Arap Cumhuriyeti hükümeti ile, dolaylı da olsa, bir şekilde iletişim/diyalog içinde bulunması reddedilemeyecek bir gerçek haline geliyor. Bunun yerine Türkiye'nin askeri unsurlarıyla Suriye devletinin askeri unsurlarının karşı karşıya gelmeleri sonucunu engelleyen tek faktör olarak Rusya'ya ümit bağlanması ise riskleri daha da artırıyor.
Paylaş