Muasır medeniyetler seviyesinden bıkmak

Musul harekatında sahada mutlaka olacağımızı ısrarla vurgulaya vurgulaya kabul ettirdiğimiz sanal varlığımızın desteğiyle Irak Şam İslam Devleti'ne (IŞİD) karşı sürdürülen savaş Musul'un kapılarına dayandı.

Haberin Devamı

Bu safhaya kadar kolay yürüyen harekat artık kentin varoşlarından itibaren sokak çatışmalarına dönüşecek ve başlangıçtaki kadar kolay olmasa da IŞİD'i Musul'dan atmak için çabalar yoğunlaşacak.


Ondan sonra Musul'un yönetiminin nasıl olacağı konusu bizi çok ilgilendiriyor. "Lozan'da çözüme kavuşturulamamış bir Musul meselemiz" var. Böyle bir meselemiz olduğunu tüm dünyaya ilan ettiğimize göre bunun bize Musul'un yönetimi ile ilgili olarak kurulacağını sandığımız bir masada da varlık sağlayacağını umuyoruz.


Irak isimli bir devletin var olduğu, başkenti Bağdat'ta bir hükümetinin bulunduğu, Irak topraklarının Musul dahil herhangi bir yerinin nasıl yönetileceği konusunda bu hükümetin ve bağımsız, egemen Irak devletinden başka bir makamın karar alamayacağı açıkçası bizi hiç ilgilendirmiyor.


Uluslararası hukuk açısından 1926'da Ankara Anlaşması ile bu meselenin kapanmış olduğu da konumuzun dışında. Biz açılır dersek konu açılır. Sanal da olsa, masada olacağız. Masa kurulmasa dahi...


Bağdat hükümeti bu konuyla ilgili çıkışlarımızı bir yanıt vermek suretiyle onurlandırma yolunu seçmediği için şimdi yeniden eski şamar oğlanımız Avrupa'ya döndük. Yeni söylem Avrupa Birliği'nden "bıkmak".


Aslında  Avrupa büyük bir sabır ve metanetle aşağıdan alıyor ve biz ne kadar uğraşırsak uğraşalım Türkiye ile köprüleri atmamaya azami gayret gösteriyor. Zira Avrupa çok iyi biliyor ki, Türkiye-AB ilişkileri tek taraflı değildir ve her iki taraf için de vazgeçilemeyecek kadar değerlidir.


Bu ilişkiye salt Türkiye'nin AB üyeliği açısından bakmak da doğru değil. Ne de olsa, Türkiye'nin AB'ye tam üye olma olasılığı son yıllarda iyice azaldı. Avrupa'nın Türkiye'ye baktığı zaman gördüğü demokratik açık giderek büyüyor.


Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yapabilme özgürlüğü, kadın hakları, temel insan hak ve özgürlükleri, inanç özgürlüğü gibi konularda AB Türkiye'yi olması gereken standartların altında bir seviyede görüyor.


Etnik ayırımcılık başta olmak üzere Türkiye'de her türlü ayırımcılığın arttığını, çoğulcu  sivil toplum yapısının aşındığını ve insanların yaşam tarzı konusunda Türkiye'de toplumsal alanda ciddi bir geriye gidiş olduğunu düşünüyor.


Biz aynı görüşte değiliz. Görüş farklılığı değişik standartlar ve farklı normallerden hareket etmemizden kaynaklanıyor. AB Türkiye'yi ve Türkiye'deki demokratikleşme değerlerini Türkiye'nin doğusu ve güneyindeki değerlerin oluşturduğu bir endeks üzerinden değil, kendi değerlerine dayalı bir endeks üzerinden okuyor. Tabii bunu hiç düşünmüyoruz. Düşünmeyince de "neyimiz eksik ki, neyimizi beğenmiyorlar?" diye hayıflanıyor, hayıflanmakla da kalmayıp, kızıyoruz, öfkeleniyoruz, bıkıyoruz.


Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk'ün çizdiği bir rota doğrultusunda muasır medeniyetler seviyesine erişmek amacıyla başlattığı yolculuğunda 93 yılı geride bıraktı. Türkiye'nin bu rotası zaman içinde atılan her adımla yeni bir ivme kazandı, Türkiye'nin önündeki çıtayı yükseltti.


Bu süreçte ilerlemek kolay olmadı. 1946'da çok partili rejime geçmek, 1952'de NATO'ya üye olmak, 1949'da Avrupa Konseyi'ne üye olmak, 1963'te Ortak Pazar ile Ankara Anlaşması'nı imzalamak, 2005'te AB ile üyelik müzakerelerine başlamak hep bu projenin safhalarını oluşturuyor.


Bu proje Türkiye'nin demokratikleşme ve muasır medeniyetler seviyesine yükselme projesidir. Böyle olunca da kolay kolay bıkılmayacak, usanılmayacak bir süreç olarak ısrarla takip edilmesi, sıkı sıkı sarılarak elimizden kaçmaması için her türlü çabanın gösterilmesi gereken bir çağdaşlaşma projesidir.


Böyle bir proje halk iradesine başvurmak ve son zamanlarda Türkiye'de genel geçer formül haline getirilen antidemokratik  çoğunlukçu anlayışla yıpratılamayacak ve hor görülemeyecek kadar kutsaldır.


Peki, Avrupa'da hiç mi hata yok? Olmaz olur mu? Verilen sözlerin tutulmadığı, Türkiye'ye karşı uygulanan kriterlerin değiştirildiği, diğer aday ülkelere tanınan ayrıcalıkların Türkiye'ye tanınmadığı ve atılan her adımdan sonra Türkiye'nin önüne yeni engellerin konulduğu doğru değil mi? Doğruysa, Türkiye halkının bu haksızlık ve ayırımcılıklar karşısında şikayet etmek ve buna tepki göstermek hakkı değil mi?


Elbette hakkı! Türkiye muasır medeniyetler seviyesine ulaşması engellenmeye çalışılan ve sürekli olarak bu konuda bir sınav vermeye zorlanan bir ülke. Bu Avrupa'nın ciddi ayıbıdır. Türkiye'yi bıktırmak ve bu süreçte havlu attırmak isteyenlere karşı mücadele etmek ise Türkiye'de yaşayanların vazgeçmemesi gereken bir uğraştır.


Türkiye yıllar önce Avrupa Birliği'nin ve Avrupa Konseyi'nin ilkeleri doğrultusunda Ceza Kanununu da uyarladı ve idam cezasını kaldırdı. Şimdi idam cezasının geri getirilmesi için başlatılan tartışma Türkiye'yi çağdaşlaşmaktan uzaklaştırmak isteyen çevrelere fırsat veriyor. Belki de ilk kez en bariz şekilde iç ve dış mihraklar aynı platformda ortak bir zemin buluyorlar.


Ancak Avrupa Birliği ile müzakerelerin durdurulması konusunda halka danışmak düşünülürken, idam cezasının yeniden ceza kanununa eklenmesi konusunda halkın ne düşündüğünü öğrenmek için en ufak bir çaba dahi gösterilmiyor.


Avrupa Birliği'nden bakıldığında, Türkiye'nin bu konuyu tartışmaya başlaması dahi çağın dışında kalmak istemesi ile eş anlamlı görülüyor. Türkiye'nin içinde yer almak istediği evrensel değerlerle uyumlu görülmüyor. Bu anlayış şeffaflıkla dile getirildiğinde ise Türkiye'nin Avrupa Birliği'nin davranışlarından artık bıktığı söyleniyor.


Avrupa Birliği'nden bıkmak muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefinden bıkmaktır. Türkiye böyle bir bıkkınlık içine sokulmamalıdır. Zira bu bıkkınlığın alternatifi yoktur ve Türkiye'yi muasır olmayan medeniyetlerin dahi gerisine iter.



Yazarın Tüm Yazıları