Paylaş
Evet, tüm dünyada ikinci dünya savaşı öncesini hatırlatan ve "dediğim dedik, astığım astık" diyerek kitlelerin "beğeni"sini kazandığını zanneden liderler arttı. Bu eğilimin siyaset bilimi diliyle açıklanmaya çalışılması halinde radikal, aşırıcı, milliyetçi, dinci veya mezhepçi lider profillerinin ortaya çıktığından söz ediliyor. Türkiye de bu tanımlamalar içinde nasibine düşeni alıyor.
Bu tür siyasi akımların prim yapmasında kuşkusuz uluslararası konjonktürün önemli payı var. Dünya uluslararası terör ve hem ona bağlı hem onun bir türevi olan devlet terörünün yani her türlü adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizliğin egemen olduğu yönetim modellerinin sebep olduğu kitlesel göç hareketlerinden muzdarip.
Ancak bunların da ötesinde ülkelerin iç siyasi istikrarsızlığı, iyi yönetişim eksikliği, güçlü muhalefet kadrolarının olmaması ve mevcut muhalefetin atacağı her adımdan korkar hale getirilerek sindirilmesi gibi gelişmelerin otoriter rejimlerin meydanı boş bulmasında önemli bir etken haline geldiği gözden kaçırılmamalı.
Bu tür aşırıcı, dayatmacı, kuvvetler ayırımını ortadan kaldırmak için her türlü fırsatı değerlendiren, demokratik hak ve özgürlükleri askıya alan rejimlerin ve onları kendi kişisel ihtirasları doğrultusunda yönlendiren tek adam yönetimlerinin ortaya çıkmasının en önemli sorumluları arasında daha önce başarılı iyi yönetişimi becerememiş olan siyasi kadrolar var.
Bu kadrolar, daha önce iktidar olsunlar veya olmasınlar, yönetime ortak olsunlar ya da olmasınlar, bu tür otokratik gelişmelerle karşılaşıldığında toplumun demokratik hak ve özgürlüklerine sahip çıkmadıkları takdirde ileride iktidar alternatifi olma beklentilerini de büyük ölçüde kaybetme riski ile karşı karşıya kalırlar. Tabii eğer iktidar olma gibi bir projeleri varsa...
Avrupa 2017 yılında iki önemli seçim yaşayacak. Bunlardan biri Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, diğeri de Almanya'daki genel parlamento seçimleri. Her ikisi de Avrupa'nın geleceğine hangi siyasi görüşlerin damga vuracağını belirleyecek.
Fransa'da aşırı sağın lideri Marine Le Pen etkisini giderek artırıyor. Öte yandan, Hollanda'da aşırı sağcı görüşleri savunan, ırkçı ve ayırımcı bir siyasi parti iktidar alternatifi olmak için var gücüyle çalışıyor. Avusturya'da da aşırı sağcı bir siyasi parti lideri ülkenin Cumhurbaşkanlığı makamına aday.
Fransa'da Marine Le Pen'in iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura kalmaması olasılığına sürpriz gözüyle bakılıyor. Almanya'da ise Angela Merkel'in en önemli rakiplerinden birinin Alternatif sağcı parti olduğu söyleniyor. Seçimi kazanacağından değil, sadece Merkel'in partisinin oylarını aşındıracağı endişesinden dolayı böyle bir söylem öne çıkıyor.
Benzer sorunla Birleşik Krallık'ta karşı karşıya gelen David Cameron Muhafazakar Parti'nin UKIP'e oy kaybetmesini bir ölçüde önleyebilmek için AB üyeliği konusunu referanduma götürmenin riskini göğüslemeye razı olmuştu. Seçimleri kazandı ama referandumu kaybetti. Dolayısıyla, aşırıcı eğilimlerle baş etmek için başvurulan yöntemlerin her zaman ve her yerde en doğru sonucu veremeyebileceği de görülüyor.
Son olarak tüm dünyanın gözü Donald Trump'ın Başkan seçilmesiyle birlikte ABD'ye döndü. ABD'de Demokrat Parti adayı Hillary Clinton rakibi Trump'tan daha fazla oy almasına rağmen, ABD seçim sisteminin bir cilvesi gereği, seçim için gerekli delege sayısına ulaşamadığından Başkan seçilemedi.
Ama bu durum Demokrat Parti'yi yıldırmadı. Aksine, ABD'de Demokrat Parti daha şimdiden 2020 seçimleri için nasıl bir strateji izlemesi gerektiği, hangi nitelikleri haiz adayın çıkarılmasının başarı şansını artıracağı gibi arayışları başlattı.
Bu örnek aslında otoriter rejimlere karşı mücadelede saflarını sıklaştırmak ve güçlendirmek isteyen tüm demokratik çevrelerin başvurması gereken yöntem.
Türkiye'de siyaset günlük yapılıyor. Uzun vadeli stratejik siyasi çıkarların gözetilmesine veya ülkenin geniş bir demokrasi cephesi oluşturmasına izin verilmiyor. Ne iktidar çevreleri buna fırsat veriyor, ne muhalefet çevrelerinden bu konuda samimi ve gerçekçi bir atılım görülüyor. Böyle olunca da otoriterleşme alıp başını gidiyor.
Bu sadece iç politikada değil dış politikada da kendini gösteriyor. Son zamanlarda Türkiye'nin Avrasya'cı maceralara sürüklenmesi düşüncesinde olan çevreler yeniden meydanı boş buldu.
Avrupa Birliği Ukrayna'ya vizesiz seyahat kolaylığı sağlarken Türkiye'ye bu kolaylığı sağlamıyor diye Türkiye'yi yönetenler yine AB liderlerine bağırıp çağırmaya başladılar. NATO için de benzeri eleştiriler arttı.
Sonunda, Türkiye'nin Rusya'dan füze savunma sistemi alması, Şanghay İşbirliği Örgütü'ne üye olma arayışlarının dile getirilmesi gibi Türkiye'nin güvenliğini güçlendiren değil aksine zayıflatan projeler yeniden ısıtılmaya başlandı.
Muhalefet çevreleri bu ütopik heveslerin yanlışlığını dile getirmedikçe Türkiye'nin güvenliğini zaafa düşürecek bu tür hezeyanlar eksik olmayacaktır. Bu davranışın Türkiye'yi AB'ye ve NATO'ya yakınlaştırması beklenebilir mi?
Aksine, bu macera arayışları devam ettikçe, örneğin Suriye'de uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmek yerine yeni Osmanlıcı hayallerin peşinde ata binmeye devam edildikçe Türkiye'nin Suriye'deki operasyonları bir "yalnız kurt" faaliyeti olarak damgalanacak ve giderek kendi başına dert yaratacaktır.
Türkiye uluslararası toplumdan uzaklaştırılıyor, koparılıyor ve başka bir dünyaya doğru yönlendiriliyorsa, demokratik bir toplum olma özelliğini günden güne hızla yitiriyorsa, bu gelişmede muhalefet çevrelerinin suç ortaklığının yadsınamaz derecede önemli olduğu da artık açıkça görülüyor.
Paylaş