Ünal Çeviköz

Başkanlık Sistemi'nde kuvvetler ayırımı ve yasama erkinin işlevi

31 Temmuz 2017
ABD Başkanı Donald Trump geçtiğimiz hafta kendisi için çok önemli olan bir konudaki yasa tasarısını Senato'dan geçiremedi.  ABD kamuoyunda "Obamacare" adıyla bilinen ve düşük gelirli ABD vatandaşlarına daha ekonomik sağlık hizmetleri olanağı yaratan sağlık sistemini Cumhuriyetçi Parti yedi yıldır sürekli olarak eleştiriyordu. Donald Trump da seçim kampanyası sırasında Obama dönemine ve Demokrat Parti iktidarına karşı en güçlü eleştirileri bu sisteme dayandırarak yöneltmişti.

Obama tarafından 2010 yılında başlatılan sistem ABD'de her vatandaşın sağlık hizmetlerine erişebilmesini garanti ediyor. Buna göre, her Amerikalı yasa gereği sağlık sigortasına sahip oluyor. Yasalar aynı zamanda sağlık sigortası öneren şirketlerin de adil olmalarını sağlayıcı önlemleri alıyor. İhtiyaç duyulduğu takdirde hükümet sağlık sigortası primlerinin daha ödenebilir rakamlarda olmasını garanti etmek için sübvansiyon da yapabiliyor.

 

Obama'nın ve Demokrat Parti'nin hayata geçirdiği bu sistem elli kişiden daha fazla işçi çalıştıran şirketlere de yasal olarak çalışanlarına sağlık sigortası yapma zorunluluğu getiriyor.

 

ABD'de bu sistemin hayata geçirilmesi kolay olmadı. Sigorta şirketleri ve elliden fazla çalışanı olan şirketler başta olmak üzere birçok çevreden gelen direnç ve teknik sıkıntılar, sistemin tam işlerlik kazanabilmesi için beş yıl geçmesine yol açtı. 2015 yılından beri de sistem nispeten kabul edilebilir bir işlerlik kazandı.

 

Peki Trump, aslında adil, eşitlikçi ve sosyal devlet anlayışıyla hazırlanarak hayata geçirildiği izlenimi veren bu sisteme neden karşı çıkıyordu? En büyük sorun büyük şirketlerden kaynaklandı. Bu şirketler çalışanlarına sağlık sigortası sağlama giderlerini azaltmak için işgücünü azaltmayı tercih ettiler. Bu gelişme işsizliğin artmasına yol açtı. 2014 yılında Kongre'nin bütçe komisyonunda yapılan bir tahmin, 2021 yılına kadar ABD'de işgücündeki azalmanın 2,3 milyon kişiye ulaşacağını gösteriyordu.

 

Yazının Devamını Oku

Dış politika uzmanlık ister

27 Temmuz 2017
Türkiye'de "Kamuoyu Algıları Araştırmaları" yıllardır yapılıyor.

Bu araştırmalarda Türkiye kamuoyunun çeşitli konulardaki algısı ile ilgili veriler elde ediliyor, bunlara göre de bir takım çıkarsamalarda bulunuluyor. Ciddiye alanlar varsa belki de bu verilerden o konularda politika belirlenmesi için dahi yararlanılıyor.

Dış politika Türkiye'nin son zamanlarda en çok eleştirilen yönlerinden biri. Dolayısıyla, Türkiye'nin dış politikası ile ilgili kamuoyu algısı hakkında yapılan araştırmaların bu konuda Türkiye halkının ne düşündüğüne ilişkin önemli ipuçları vermesi beklenir.

Kadir Has Üniversitesi'nin Türkiye'nin Dış Politikası ile ilgili kamuoyu algıları hakkında yaptığı 2017 yılına ait araştırmanın sonuçları 20 Temmuz tarihinde açıklandı. İlgi duyanların bakmasında yarar var, zira Türkiye'nin dış politikası ile ilgili oldukça çarpıcı veriler ortaya çıkmış. Burada bu sonuçlardan bazıları üzerinde durmak ve değerlendirmek yararlı olabilir.

Dış politika denince özellikle Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkilerimiz akla geliyor. Türkiye'nin son zamanlarda ilişkilerinin en hızlı kötüleştiği ülkeler Avrupa ülkeleri ve onların üyesi oldukları AB. Dolayısıyla, Türkiye kamuoyunun AB'ye bakışı önemli.

Yazının Devamını Oku

94 yıl önce bugün...

24 Temmuz 2017
Bugün 24 Temmuz. Bugün 1923 yılında imzalanan Lozan Barış  Antlaşması'nın 94. Yıldönümü. Gururla, başımız dik olarak içinde yaşadığımız bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasının garanti belgesi olan Lozan Antlaşması'nın tarihteki yerini ve önemini genç nesillerin bir kez daha hatırlamasında yarar var. Zira son yıllarda Lozan'ı küçümseme, bir başarı hikayesi değil de bir başarısızlık belgesi olarak gösterme çabaları artıyor.

Bugünün verileri ve bilgisinden yararlanarak geçmişe bakan ve  geçmişin olaylarını bu şekilde değerlendiren bir tarih yaklaşımı objektif ve akademik olarak görülmediği gibi tarafsız bir yaklaşım olarak da kabul edilmiyor. Böyle bir yaklaşımla Lozan'ı eleştirmek veya küçümsemek de Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini oluşturan ve adeta bir tapu belgesi gibi görülmesi gereken Lozan Barış Antlaşması'nı zayıflatan bir sonuca yol açıyor.

 

Bu açıdan bakıldığında, Lozan'ı anlamak için öncelikle Türkiye'ye Birinci Dünya Savaşı sonunda dayatılan Sevres (Sevr) Antlaşması'nı hatırlamak gerekiyor. 1914-1918 yılları arasında süren Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren barış anlaşmalarının imzalanması öyle bir çırpıda kolaylıkla gerçekleşmemiştir. Savaşın "kazananlar"ı, "kaybedenler"e tek tek imzalattıkları barış anlaşmaları ile kendi isteklerini dikte ettirmeyi hedeflemişlerdir.

 

Versailles (Versay) Antlaşması Almanya'ya 28 Haziran 1919'da imzalattırılmış, Bulgaristan 27 Kasım 1919'da Neuilly'de, Avusturya 10 Eylül 1919'da St. Germain'de, Macaristan da 4 Haziran 1920'de Trianon'da imzaladıkları anlaşmalarla teslim bayraklarını çekmişlerdir. Hesabı kapatılamayan Osmanlı İmparatorluğu'na ise 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması imzalattırılmıştır.

 

Sevr'i Osmanlı İmparatorluğu, dolayısıyla Istanbul Hükümeti imzalamıştır. Ancak o sırada Mustafa Kemal'in başlattığı Kurtuluş Savaşı sürüyor ve bu savaşı sürdüren siyasi yapı da kendini 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Hükümeti olarak ilan etmiş bulunuyordu.

 

Yazının Devamını Oku

Almanya...

20 Temmuz 2017
Bundan birkaç ay önce Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin geleceği için az da olsa hala ümit vardı.

Evet, Türkiye Nisan ayında yapılan referandumdan sonra AB tarafından oldukça eleştirilmişti. Ancak, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti ilkelerine olan uyum ve sadakat gibi konulardaki seviyesinin yeterli olmadığı dile getirilse dahi, bunların değişebileceği, düzelebileceği inancı AB yetkililerinin Türkiye ile olan ilişkilerin geleceğine olan bakışlarını tam bir olumsuzluğa dönüştürmemişti.

 

Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye ile olan üyelik müzakerelerinin askıya alınması için tavsiye kararı alması da AB Konseyi ve AB Komisyonu'nu böyle bir yöne doğru zorlamış gözükmüyordu. Üst düzey AB yetkilileri, Türkiye'nin AB üyeliği için gerekli olan kıstasları ve standartları pek ala bildiği varsayımıyla hareket ediyorlar ve bu nedenle Türkiye'nin Avrupa uluslar topluluğundan uzaklaşmayacağını umuyorlardı.

 

İşler Avrupa'nın umduğu gibi gitmiyor. Türkiye'nin ne umduğu pek belli olmadığı için bu safhada o cephede gelişmelerin nasıl değerlendirildiğini yorumlamak güç. Ancak ortada olan ve giderek hissedilen bir gelişmeyi görmezden gelemeyiz. Türkiye ile Batı arasındaki mesafe her geçen gün daha çok açılıyor.

 

Avrupa Birliği'nin, açıkça itiraf edilmese de, lider ülkesi Almanya. Buna rağmen, Türkiye'nin genelde AB ile ilişkilerinin iyi olmaması bir yana, Almanya ile olan ilişkileri de iyi yönetilmiyor. Böylelikle, AB ile olan ilişkileri artan şekilde dönüşü olmayan bir yola sokma gayreti içinde görülüyoruz. Bunun olayların akışı sonucu irademiz dışında olduğuna inanmak da giderek güçleşiyor.

 

Yazının Devamını Oku

Bir mesaj nasıl okunur?

17 Temmuz 2017
"Kamu diplomasisi" terimi son yıllarda artan şekilde kullanılıyor.

Aslında her zaman mevcut olan "propaganda" kavramının günümüz koşullarında daha yumuşak ve insanların duyarlılıklarını daha az rahatsız eden bir söyleme dönüştürülmüş hali. Ne de olsa "propaganda" kelimesinin kullanılması ister istemez İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Almanya'nın "Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı" olan Joseph Goebbels ile Irak'ın işgali sırasında Saddam'ın "Enformasyon Bakanı" olan Mohammed Said es-Sahaf'ı hatırlatıyor.

Kuşkusuz günümüzde kamu diplomasisi iyi bir iletişim stratejisi ile işlevini başarabiliyor. İyi bir iletişim stratejisi verilmek istenen mesajı açık, net ve tartışmaya fırsat bırakmayacak biçimde kamuoyuna ve hedeflenen başka bir adresi varsa oraya iletmekle mümkün oluyor. Tabii iyi kamu diplomasisinin ve iyi iletişim stratejisinin daima olumlu sonuç verdiği söylenemez. Adresteki muhatabın da verilen mesajı anlaması ya da anlamaya hazır bir olgunlukta olması gerekiyor.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler son elli yıllık tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor. İlişkiler kopacak mı, sürecek mi, sürecekse nasıl sürecek, içinde bulunduğumuz koşullarda bu ilişkinin sürdürülebilirliği nasıl sağlanacak, tüm bu sorular bu konuya gerçekten değer ve önem veren, sağlıklı düşünce sistematiğine sahip tüm insanları meşgul ediyor.

Son olarak Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye hakkındaki kararına AB Konseyi'nin ve AB Komisyonu'nun nasıl bir tepki vereceği merak konusu oldu. Türkiye'de bu karar AB'nin Türkiye'ye karşı yıllardır uygulamakta olduğu düşünülen "oyalama taktiği"nin yeni bir safhası olarak yorumlandı. Tepkiler de bu yorumun yarattığı ruh haliyle dile getirildi. Oysa "ruh hali" genellikle kamu diplomasisi ve iletişim stratejisinin düşmanıdır ve bu gibi politika araçlarının sağlıklı kullanılmasını engeller.

Avrupa Birliği ise sağlıklı kamu diplomasisi ve iletişim stratejisini sürdürüyor. AB Komisyonu başkanı Jean-Claude Juncker'in hafta sonu "Bild am Sonntag" gazetesinde yayımlanan makalesi bunun son örneğini oluşturuyor.

Juncker, makalesine Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye kollarını uzattığını, bu tutumunu vazgeçmeden sürdürdüğünü belirterek başlıyor. Bu başlangıç önemli, zira buradan AB'nin Türkiye ile olan ilişkilerini koparmak istemediği net olarak çıkıyor.

Makalede her iki tarafın da birlikte ne gibi başarılara imza atabileceklerinden söz ediliyor, bu çerçevede Suriye'den kaynaklanan mülteci sorunu ile ilgili olarak Türkiye ile AB arasında varılan mutabakatın iyi işlediğine ve sonuç verdiğine işaret ediliyor.

Makalede "Türkiye'nin demokratik, istikrarlı ve ekonomik açıdan başarılı olmasının Avrupa Birliği için önemli olduğu" vurgulanıyor. Bu ifadeden, satır aralarında Türkiye'nin bu konularda henüz yeterince güven vermediği algısının gizli olduğu seziliyor. Türkiye'nin AB'de böyle bir kuşku bulunmasına yol açmayacak, varsa böyle bir kuşkuyu giderecek adımlar atması, daha güven verici bir algı yaratması gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Silahlanma yarışı tehlikeli bir hal alıyor

13 Temmuz 2017
Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra dünya üzerinde başgösteren yeni sorunlar, tehditler ve sıcak çatışmalar  yaşadığımız dönemin çok da güvenlikli olmadığını gösteriyor.

Tabii bu sorunların en üst sırasında komşularımız Suriye ve Irak'ta  terör örgütlerinin oluşturdukları istikrarsızlık odakları geliyor. Ancak günümüzün en büyük sorununu dikkati çeken bir şekilde artmakta olduğu gözlenen yeni silahlanma yarışı oluşturuyor. Bu  yarış, eskiden olduğu gibi, daha çok Rusya ile Batı arasında hızlanıyor.

Merkezi NewYork'ta bulunan Carnegie Kurumu ve Nükleer Tehdit İnisiyatifi, Batı ile Rusya arasında Avrupa-Atlantik Güvenliğini gözetmek ve bölgedeki ülkeler arasında mevcut güvensizliğin sebeplerini araştırarak buna akılcı bir çerçeve ve vizyon geliştirmek için bir Çalışma Grubu oluşturmuştur. 

Bu Çalışma Grubu'nda Avrupa Liderlik Ağı (European Leadership Network-ELN), Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (Russian International Affairs Council), Polonya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Polish Institute of International Affairs-PISM) ve Türkiye'den de Global İlişkiler Forumu (GIF) bağımsız uzmanlarla birlikte analitik çalışmalar yapıyorlar.

Çalışma Grubu, Batı ile Rusya arasındaki "Soğuk Barış"ın yönetilmesine yönelik görüşlerini son olarak yayınladığı bir Görüş Belgesi ile kamuoyuyla paylaştı. Evet, mevcut duruma Soğuk Barış adı veriliyor ve artan bölgesel çatışmaların ve buna bağlı olarak hızlanan silahlanma yarışının yeni bir Soğuk Savaş ortamına geri dönülmesine yol açacağından endişe duyuluyor.

Belge mevcut duruma ilişkin temel parametreler hakkındaki tespitlerini belirtirken artık geri dönüşü olmayabilecek bir noktaya geldiğimizi, Avrupa-Atlantik ittifakındaki bazı ülkelerin Rusya'yı, Rusya'nın da o ülkeleri askeri birer tehdit unsuru olarak algıladıklarını vurguluyor. 

Buradan hareketle, günümüzde artık Rusya ile NATO arasında çıkabilecek bir savaşın kazananı olmayacağına, bir tarafın güvenliğini artırmak için silahlanmayı tercih etmesi halinde diğer tarafın da buna mukabele edeceğine ve silahlanma sarmalına girileceğine, buna bağlı olarak gerginliklerin artacağına ve bu durumu yönetecek bir anlaşmanın mevcut olmamasının da vahim riskleri beraberinde getireceğine işaret ediliyor.

Çalışma Grubu, bu tespitlerden hareketle yeni bir silahlanma yarışının önlenmesi için Rusya ve Batı liderlerine bir dizi tavsiyelerde bulunuyor. Bu tavsiyeler şu şekilde sıralanıyor:

- Öncelikle, savunma ile ilgili yeni kararlar alınırken bu kararların Avrupa'da gerilimi tırmandırma potansiyelinin dikkate alınması gerekiyor. Örneğin, bazı ülkelerin uzun menzilli konvansiyonel sistemler, balistik ve seyir füzeleri dahil olmak üzere yeni vuruş yetenekleri geliştirme çabaları diğer tarafı da benzer önlemler almaya yönlendirebiliyor. Dolayısıyla, bu konuda dikkatli ve ölçülü davranmak, kısıtlamayı ve makul savunma yeterliliği ilkelerini dikkate almak gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Kıbrıs sorunu çözülemediğine göre AB-Türkiye ilişkileri ne olacak?

10 Temmuz 2017
Geride bıraktığımız haftaya damgasını vuran dış politika olaylarının başında Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye ile ilgili kararı geliyor. İkinci sırayı da Cenevre'de devam eden Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşmelerin bir sonuca ulaşamadan bitmesi alıyor.

Her iki konu da Türkiye'nin dış politikasının önemli gündem maddelerini oluşturuyor. İlginç olan, bu iki konunun aslında birbirini bütünleyen ve Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinde düğümlenen dosyaları oluşturmaları.

 

Avrupa Konseyi Türkiye'yi uzun bir aradan sonra yeniden denetime tabi olan ülkeler grubuna indirgeyen kararını aldığında bu kararın Avrupa Parlamentosu'na da bir örnek teşkil edebileceği dile getirilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla, parlamentonun "Türkiye ile AB arasında süren üyelik müzakerelerinin askıya alınması"na ilişkin kararının büyük bir sürpriz olduğu söylenemez. 

 

Türkiye, doğal olarak, kararı "yok hükmünde saydığını" açıkladı. Türkiye'nin kararı tanımaması kararın ortadan kalkması sonucunu doğurmuyor. Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye tanımadı diye hayıflanarak kararı düzeltmesi de beklenmemeli. Dolayısıyla, Türkiye-Avrupa Parlamentosu ilişkilerinin tarihinde bu karar bir iz bırakacaktır. 

 

Parlamento'nun kararının bağlayıcı yanı olmamasına rağmen, AB Konseyi'ne tavsiye niteliğinde bu tür kararlar alma yetkisi vardır. AB Konseyi  parlamentonun kararını dikkate alır, ancak uygulamak zorunda değildir. Uygulamaya karar verirse benimser ve AB Komisyonuna bu doğrultuda talimat verir. 

 

Yazının Devamını Oku

AB, G-20, Adalet...

6 Temmuz 2017
Bazen önemli tarihler birbirini izleyen sırada arka arkaya geliverir. Bugün 6 Temmuz. Avrupa Parlamentosu Türkiye ile ilgili önemli bir kararı oylayacak. Ardından 7-8 Temmuz tarihlerinde Almanya'da G-20 Zirvesi gerçekleştirilecek. 9 Temmuz günü ise Ankara'dan başlayıp İstanbul'a kadar devam eden Adalet Yürüyüşü sona erecek. Bu tarihlerin bu şekilde sıralanması astrolojide gezegenlerin birbirleriyle bir eksende dizilmeleri gibi  bir görüntü veriyor.

Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinin sıkıntılarla dolu bir süreçten geçtiği malum. Tabii bu ilişkilere nasıl baktığımız da önemli. Örneğin, eğer konuyu AB ile üyelik müzakereleri ve buna bağlı olarak "fasıl açma" odaklı şekilde ele alırsak, esasen bir süredir açılan fasıl olmaması zaten yeterince dikkati çekiyor. Hatta, AB yetkilileri 16 Nisan tarihinde yapılan Anayasa Referandumu ertesinde üyelik müzakerelerinin dondurulmadığını, ancak fasıl açılması ile ilgili bir perspektifin de bulunmadığını vurguladılar.

Açılmayan fasılların büyük çoğunluğuna bazı AB üyesi ülkelerin bu konuda koymuş oldukları veto nedeniyle dokunulamıyor. Bu vetocuların başında da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi geliyor. Cenevre'de devam eden Kıbrıs müzakerelerinde nasıl bir sonuç alınacağı belirsizliğini korurken, Türkiye'nin AB ile olan ilişkileri Kıbrıs bağlantılı şekilde rehin tutulmaya devam ederken, üyelik perspektifi ve fasıl açılması ile ilgili beklentiler ne kadar gerçekçi görülebilir ki?

Avrupa Parlamentosu Türkiye'nin demokratikleşme konusunda AB standartlarının gerisinde kaldığı görüşüne dayanarak üyelik müzakerelerinin dondurulması ile ilgili bir karar almaya hazırlanıyor. Avrupa Parlamentosu'nun kararları tavsiye niteliğinde ve Parlamento AB Konseyi'ne ilk kez böyle bir tavsiyede bulunmuş olmayacak. Daha önce de benzer tavsiye kararları alınmıştı, ancak AB Konseyi ve Komisyon bu tavsiyelere pek kulak asmadı. Bu defa da farklı olması beklenmiyor.

Farklı olmasa da, bu defa başka bir tehlike ile karşı karşıyayız. AB, her ne kadar Parlamento'nun kararını dikkate almayıp üyelik müzakerelerini dondurduğunu açıklamasa da, pratik olarak bu müzakerelerin ilerlemesine yönelik herhangi bir adım atmayı  düşünmüyor. Dolayısıyla, resmi bir tutum olmaksızın, üyelik müzakereleri "dondurulmayacak, ama ilerlemeyecek". Bu da Türkiye'nin AB ile ilişkilerini "Suriye'li mülteciler krizi ile ilgili mutabakat" ile bu yılın sonlarından itibaren başlaması öngörülen "Gümrük Birliği'nin gözden geçirilmesi" sürecine indirgeyecek.

Yazının Devamını Oku