Ünal Çeviköz

DÜNYA LİDERİ OLMAK...

13 Mart 2017
Dünya kamuoyunun merakla beklediği önemli bir ikili toplantı yarın gerçekleşecek. Almanya Şansölyesi Angela Merkel ABD Başkanı Donald Trump ile görüşmek için Vaşington'a gidiyor.

Başkanlık görevine başladığından bu yana Trump önde gelen birçok dünya lideriyle görüştü. Bunlar arasında Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May, Japonya Başbakanı Shinzo Abe, Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu başta geliyorlar.

Bütün bu görüşmelerin elbette önemli yanları vardı. Ancak Trump-Merkel görüşmesi bunların hepsinden önemli bir boyuta sahip. İki lider arasında birçok konuda görüş farklılıkları var. Dolayısıyla, bu resmi ziyaret sırasında bu tür farklılıkların gerek görüşmelere gerek görüşmeler sonrası yapılacak basın toplantısına nasıl yansıyacağı da merak ediliyor.

Merkel şu sırada Avrupa'daki en etkili siyasi lider. Bu konumunun verdiği sorumluluğu da büyük bir dikkat ve özenle yerine getiriyor. Bir devlet yetkilisinin sahip olması gereken titizlik, ağırbaşlılık ve diplomatik üslup ile muhataplarıyla olan temaslarında ağırlığını ortaya koyabiliyor.

Almanya'nın kendi tarihi ile ilgili duyarlılıklarına yönelik incitici hatta tahrik edici ve tüm Alman vatandaşlarını ağır itham altında bırakan söylemler karşısında dahi Merkel soğukkanlılığını yitirmiyor; seviyesini koruyarak bu tür söylemlerin üzücü olduğunu belirtmekle yetiniyor ve ikili ilişkilerin iki taraflı bir bozulma tırmanışı göstermesini engelleyerek sorumluluğu tek tarafta bırakmayı becerebiliyor.

Yazının Devamını Oku

Rusya ziyareti öncesinde Suriye çıkmazı ne durumda?

9 Mart 2017
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin normalleşmesi sürecine girilmesiyle birlikte Erdoğan-Putin görüşmeleri de yeni bir zirve klasiğine dönüştü.

İki lider altı ay içinde dördüncü kez bir araya gelecekler. Bu görüşmede Suriye ve Irak'ta IŞİD'e karşı sürdürülen mücadelenin gündeme ne ölçüde yansıyacağı büyük merak konusu.


Türkiye, Rusya ve ABD Genel Kurmay Başkanları'nın Antalya'da yaptıkları üçlü buluşmada son zamanlarda Suriye'de özellikle Membiç etrafında beliren karışık durumun ele alındığı anlaşılıyor.


Fırat Kalkanı harekatının El Bab safhasını kapatmasından sonra Türkiye'nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu yoğunluklu Suriye muhalefet güçleri bu defa doğuya dönerek Membiç'e yönelmişlerdi. Türkiye de yeni hedefin Membiç ve Rakka olduğunu açıklamıştı. Son gelişmeler Türkiye'nin bu hedeflerine ulaşmasının kolay olmadığını gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

Türkiye - Avrupa gerginliği kime yarıyor?

6 Mart 2017
Bugün 6 Mart 1993'te Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki  Gümrük Birliği Anlaşması'nın imzalanmasının 24. yıldönümü. Anlaşmanın imzalanmasından iki yıl sonra ise 1995'te yine aynı gün bu defa Ortaklık Konseyi gümrük birliğinin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirleyen kararları kabul etti ve Avrupa Parlamentosu'na ileterek onaylanmasını sağladı.

Türkiye'nin AB ile gümrük birliği anlaşmasını imzalaması ileride AB'ye üyeliği için de önemli bir hamle olarak görülüyordu. 2005 yılında başlayan üyelik müzakerelerinde de gümrük birliği önemli bir kolaylaştırıcı olarak algılanıyordu.

Aradan geçen bunca yıldan sonra Türkiye'nin AB üyeliğinin hala gerçekleşmemiş olması bir yana, gümrük birliğinin dahi yeterince başarılı bir uygulama içinde sürdürülemediği ortaya çıktı. Bu nedenledir ki, Türkiye ile AB arasında gümrük birliği uygulamasının gözden geçirilmesi ve günün koşullarına uygun olarak uyarlanması maksadıyla çalışma başlatıldı.

Bu çalışma ile Türkiye'nin değişen dünya ekonomik ve ticari koşullarına göre AB ile ilişkilerinde dezavantajlı bir konumda kalmaması hedefleniyor. Ancak Türkiye'nin önünde sadece gümrük birliğinin uygulanmasında karşılaşılan sorunlar yok. Türkiye ile olan ilişkiler de AB'nin gündeminde öncelikli bir yer taşımıyor. Avrupa Birliği öncelikle kendi geleceğine dönük olarak nasıl bir yol haritası çizeceğinin arayışı içinde.

Böyle olunca da, Türkiye'nin aslında AB'nin geleceğine ilişkin tartışma ve çalışmaları yakından takip etmesi ve ileride şekillenecek yeni yapının Türkiye'ye nasıl uygulanabileceği hakkında hazırlık yapması daha büyük önem kazanıyor.

Yazının Devamını Oku

Birleşik Krallık ve AB: Gitmek mi zor kalmak mı zor?

2 Mart 2017
Birleşik Krallık'ın geçen yıl bir referandum sonucunda Avrupa Birliği'ne veda etme kararını almış olması tüm dünyayı şaşırtmıştı. Şimdi de kararın uygulamaya konması için yasama organında karşılaşılan sıkıntılar dünyayı şaşırtmaya devam ediyor.

23 Haziran 2016'da yapılan referandum aslında Birleşik Krallık toplumunun Avrupa Birliği'ne veda etme konusunda bölünmüş bir kamuoyuna sahip olduğunu göstermişti. Oylamada ayrılma yanlısı olanların oranı %51.9, AB'de kalma yanlısı olanların oranı ise %48.2 olarak belirmişti.

Ülkede halkın birbirine bu kadar yakın oranlarla farklı görüşler belirtmesi kararın uygulamaya konması için gerekli sürecin başlatılmasını geciktirdi. Theresa May hükümeti referandum sonucunu yeterli buluyor ve Lizbon anlaşmasının 50. Maddesi uyarınca AB'den ayrılmak için gerekli müzakereleri başlatabileceğini düşünüyordu. Theresa May bu müzakerelerin 31 Mart 2017 tarihinde başlatılacağını duyurdu.

Yüksek Mahkeme aynı kanaatte değildi. Bu yılın başında Ocak ayında mahkemenin aldığı karara göre, hükümet 50. Maddeyi yürürlüğe sokmak için parlamentonun onayını almak zorundaydı. Karar onbir üyeli Yüksek Mahkeme'nin sekiz üyesinin bu yönde görüş belirtmeleri üzerine alınmıştı.

Kararın gerekçesinde de AB'den ayrılmanın ülkede uygulanmakta olan AB hukukunda köklü bir değişik anlamına geleceği, böyle bir hukuki değişikliğin hükümet tarafından ancak yasama organının vereceği yetkiyle yerine getirilebileceği belirtiliyordu.

Yazının Devamını Oku

Suriye'de askeri kazanımlara diplomatik destek zamanı

27 Şubat 2017
ABD'nin Obama dönemindeki Suriye politikası ile Trump'ın izleyeceği politika arasında nasıl bir fark olacağı merak konusu olmaya devam ediyor. Son olarak Trump'ın Genelkurmay'ından Suriye'de "güvenlikli bölgeler oluşturulması" konusunda bir rapor hazırlanmasını istemesi bu merakı daha da artırdı.

Güvenlikli bölge meselesi Suriye krizinin başından beri tartışılan bir konu. Böyle bir bölgenin oluşturulması yetmiyor, o bölgenin gerçekten "güvenlikli" olması için  güvenliğinin de sağlanması gerekiyor. Güvenliğin sağlanmasının yolu da asker konuşlandırmaktan geçiyor.

Obama döneminde uygulanan ABD politikasında Suriye'de asker konuşlandırma fikrine hiç bir zaman sıcak bakılmadı. Bunun çeşitli sebepleri var. Herşeyden önce, Obama'ya miras bırakılan müdahaleci ABD doktrini Irak ve Afganistan'da işlerin düzelmesiyle sonuçlanmadığı gibi, bu başarısızlıktan dolayı bölge halklarının gözünde ABD'nin imajı hakkında da olumsuz algıyı artırdı.

Obama, daha göreve başlar başlamaz aldığı Nobel Barış Ödülü'nün de etkisiyle, ABD'nin sorunlu bölgelere asker göndererek müdahalede bulunma politikasını değiştirdi. Ancak bunun sonucunda ABD hakkında bölgede oluşan olumsuz algıda  önemli bir değişiklik olmadı.

Değişiklik daha çok iç kamuoyunda görüldü. Obama'nın izlediği politikanın ABD'nin dünya üzerindeki etkin konumunun pasifleşmesi algısını doğurduğuna inanan birçok Amerikan vatandaşı, Rusya'nın küresel düzeyde bu boşluğu doldurduğunu düşündü. Bu nedenle de Donald Trump'ın popülist, milliyetçi, "önce Amerika" gibi basit ve sıradan bir söylemle yürüttüğü seçim kampanyasına kandı ve yeni liderini seçerken de bu etki altında hareket etti.

Yazının Devamını Oku

Karadeniz'de neler oluyor?

23 Şubat 2017
Geçen hafta Brüksel'de yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısında örgütün Karadeniz'deki varlığının güçlendirilmesi kararlaştırıldı. NATO'nun Karadeniz'e olan ilgisi ileriye dönük olarak bu bölgede Rusya'nın üstünlük kurmasını engellemeyi hedeflemesinden kaynaklanıyor.

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından önce Karadeniz'de deniz gücü üstünlüğü tamamen Varşova Paktı üyesi ülkelerin kontrolündeydi. O zamanlar Karadeniz'e kıyıdaş dört ülke vardı: Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye. Bu ülkelerden Türkiye NATO, diğerleri de Varşova Paktı üyesi olduklarından dengenin kimin lehinde olduğu belliydi. 

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ise durum değişti. Bu defa Karadeniz'e kıyıdaş ülke sayısı altıya yükseldi. Önceki dört ülkeye  bağımsızlıklarını yeni kazanan Ukrayna ve Gürcistan eklendi. 

Bu değişiklik Karadeniz'deki jeopolitik dengeleri de etkiledi. Bulgaristan ve Romanya'nın bir süre sonra NATO'ya üye olmaları, ayrıca Ukrayna ve Gürcistan'ın da NATO ile ortaklık ilişkileri geliştirmeleri Karadeniz'in bir "Rus Gölü" olarak nitelenmesine engel oldu.

Türkiye, Karadeniz'in güvenliği konusunu her zaman önemsemiştir. Bunun başlıca sebebini Türkiye'nin kendi güvenliği açısından Lozan Anlaşması kadar önemli olan Montrö Anlaşması'nın kurduğu  denge ve Türkiye'ye sağladığı yetkiler oluşturur. Dolayısıyla, Karadeniz'in mevcut dengelerinin ve statüsünün etkilenmesine yol açabilecek davranışlar Türkiye'nin güvenliğiyle de doğrudan ilgilidir.

Türkiye, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Karadeniz'de ortaya çıkan yeni durumun herhangi bir gerginliğe ve üstünlük yarışına yol açmaması için çok duyarlı davranmış ve bir dizi işbirliği girişimleri başlatmıştır. 

Bu yıl kuruluşunun yirmibeşinci yıldönümü kutlanacak olan  Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) bu girişimlerden biridir. KEİ, Karadeniz'e kıyısı olmayan ama bitişik bölgede bulunan Azerbaycan, Ermenistan, Yunanistan gibi ülkeleri de kapsayan ve ağırlıklı olarak iş ilişkileri, ticari ve ekonomik işbirliği alanında faaliyet gösteren bir bölgesel örgüttür.

Türkiye'nin girişimleri bu kadarla kalmamıştır. Karadeniz'in güvenliğinin bölgesel sahipliğe dayanması ve kıyıdaş ülkelerin ortak sorumluluğunda yürütülmesi için çaba gösteren Türkiye, deniz kuvvetlerini kapsayan işbirliği girişimlerine de liderlik etmiştir. 

Örneğin 1998'de kurulan Karadeniz Donanma İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı gibi girişimler ve yine Türkiye'nin başlattığı Karadeniz'e kıyıdaş ülkeler Savunma Bakanları toplantıları bu tür işbirliği çabaları arasında yer alır.

Yazının Devamını Oku

NATO'da adil külfet paylaşımı konusu ABD ile Avrupa arasında gerginliğe neden oluyor

20 Şubat 2017
Avrupa'da geçen haftaya damga vuran iki önemli toplantı vardı: 15-16 Şubat tarihlerinde Brüksel'de yapılan NATO Savunma Bakanları Toplantısı ile 17-18 Şubat tarihlerinde yapılan Münih Güvenlik Konferansı. Bu iki toplantıyı birbirlerini bütünleyen bir anlayış içinde değerlendirmek gerekiyor.

Her iki toplantı da ABD'de Donald Trump'ın Başkan seçilmesiyle birlikte kurulmasına çalışılan yeni yönetim için önemli sınav niteliğindeydi. "Kurulmasına çalışılan" demek gerekiyor, zira Trump yönetimi daha yerine oturamadan çatırdamaya başladı.

Ulusal Güvenlik Danışmanı istifa etti, yerine atanmak istenen Koramiral Harward görevi kabul etmedi. Daha birçok bakan göreve başlayamadı. Başlayanlar da, başta bakan yardımcıları ve diğer üst düzey kadrolar olmak üzere kendi bakanlıklarındaki atamaları tamamlamakta güçlük çekiyorlar.

Avrupa'daki bu iki önemli toplantıya ABD Savunma Bakanı James Mattis ile ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence katıldılar. Trump'ın seçim kampanyası sırasında başlayan ve ABD'nin NATO'ya bakışında farklı bir yaklaşım içinde olacağının işaretlerini veren söylemler Avrupa'lı müttefikleri endişelendirmişti.

James Mattis, NATO Savunma Bakanları toplantısında bu endişeleri yatıştırdı ve ABD'nin ittifaka verdiği önemin altını çizdi. Ancak savunma harcamaları konusunda Avrupa'lı üyelerin artık ellerini taşın altına sokmaları zamanının geldiğini de kuvvetli ifadelerle dile getirdi.

Yazının Devamını Oku

ABD İle Rusya arasındaki "balayı" ne kadar sürecek?

16 Şubat 2017
Trump yönetiminin ilk firesi Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn oldu. Donald Trump'ın atamalarındaki sürat kadar azillerindeki sürat de şaşırtmaya devam ediyor.

Aslında Trump'ın göreve gelmesiyle birlikte tüm dünyanın küresel ilişkiler bakımından en çok merak ettiği konu ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerin seyri idi. Yeni ABD Başkanı daha seçim kampanyasından itibaren Rusya ile iyi ilişkilerden yana olduğunu açıklamış, seçimleri kazandığı takdirde bunun için çalışacağını dile getirmişti.

Ancak Trump ile çalışanlar arasında yaşanan ilk firelerin de Rusya ile ilişkilerde bulunan kişiliklerden olması ABD-Rusya arasındaki ilişkilerde farklı bir safhaya girildiğine işaret ediyor.

İlk kurban Trump'ın seçim kampanyasını yöneten Paul Manafort olmuştu. Manafort'un vaktiyle Ukrayna'nın eski Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile temaslarının olduğu, Ukrayna'da Rusya'nın desteklediği adayların seçim kazanması için kampanya yönetmek amacıyla milyonlarca dolar aldığı ortaya çıkınca Trump  kendi seçim kampanyasını Manafort'un yönetmesini kabul edemedi.

Ardından gelen ikinci kurban ise Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn. Görevinde bir ayı bile tamamlayamadan ayrılmak zorunda kalması nedeniyle tarihe geçen Flynn de Rusya ile temaslar nedeniyle bu akıbete uğradı.

Yazının Devamını Oku