ABD Suriye'yi neden vurdu? Bu sorunun tek bir yanıtı var: Suriye rejiminin İdlib'de kimyasal silah kullandığı yolunda yayılan raporlar ABD'nin böyle bir tepki vermesine yol açtı. Daha önce benzer bir durumla karşılaşıldığında Obama yönetimi aynı tepkiyi göstermemişti. Trump'ın bu defa farklı tepki vermesi yeni ABD yönetiminin bazı konulardaki bakış açısının farklılığını da ortaya koyuyor.
Her şeyden önce, Trump ABD'nin "kırmızı çizgi" olarak belirlediği politikalara ters düşülmesi halinde kararlı, çabuk ve ABD'yi uluslararası alanda yeniden güçlü gösteren bir anlayış içinde olacağını gösterdi. Kimyasal silah kullanılması bu kırmızı çizgilerden biriydi.
Trump ABD kamuoyu tarafından da destek gören bu davranış ile gerek iç gerek dış politika açısından dediğini yapan bir başkan olacağının da altını çizmiş oldu. Göreve geldiğinden bu yana geçen ilk yüz günün sonunda Trump'ın kararları içinde en az tartışılan da Suriye'nin vurulması oldu.
Dış politika açısından mesaj birden fazla ülkeye veriliyor. Her şeyden önce, Suriye rejimine kimyasal silah kullanımının asla müsamaha gösterilmeyecek bir davranış olacağı net olarak anlatılıyor. Ayrıca, benzer davranışların devamı halinde misillemenin de devam edeceğinin işareti güçlü şekilde veriliyor.
Türkiye'nin El-Bab operasyonuyla birlikte Fırat Kalkanı harekatının sona erdiğini açıkladığı ve sıcak çatışmadan şimdilik uzaklaştığı bir sırada bu gelişmenin yaşanması Suriye'deki savaşta yeni ve tehlikeli bir tırmanma olasılığını artırıyor.
Salı günü yaşanan olay birdenbire Suriye'deki durum hakkında ABD'nin tutumunu değiştirmesi sonucunu doğuracağa benziyor. Donald Trump bu gelişmeyle birlikte Şam rejimi ve Esad hakkındaki düşüncelerinin değiştiğini, kimyasal silah kullanılmasının ABD'nin "kırmızı çizgisi"ni oluşturduğunu, bu çizginin aşılmasına tepkisiz kalamayacağını belirtti.
Rakka operasyonunun yoğunluk kazandığı, ABD'nin tüm dikkatini IŞİD'le mücadeleye verdiği, Suriye Demokratik Güçleri'ni teknik, taktik ve lojistik bakımdan destekleyerek bu hedefe bir an önce ulaşmaya çalıştığı görülüyordu.
Sahadaki askeri gelişmeler ABD'de Esad'a karşı itirazların azalması sonucunu dahi doğurmuş, ABD Suriye'de Esad'la yaşamayı hazmetmeye hazırlandığının işaretlerini vermeye başlamıştı. İşte tam bu sırada kimyasal silahların kullanılmış olmasını Esad'ın taktik bir hatası olarak görmek mümkün. Peki, böyle bir hata neden yapıldı?
Türkiye 24 Ağustos 2016 tarihinde başlayan harekat ertesinde önce Cerablus’ta, sonra Dabik’te ve nihayet son olarak da El-Bab’ta “geçici üs”lerde konuşlanmış durumda. Bu üslerin Suriye’de kontrol altına alınan arazi üzerinde denetimi sürdürmek için gerekli olduğu belirtiliyor.
Bir askeri harekatın en önemli unsurlarını onun taktik, stratejik, askeri ve siyasi hedefleri oluşturur. Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekatında bu unsurların tam anlamıyla baştan itibaren belirgin olduğu hakkında yaygın bir kanaat hiç bir zaman oluşmadı. Birçok askeri ve siyasi gözlemci Türkiye’nin Suriye’den çıkış stratejisi bulunmadığına dair görüş belirttiler. Bu görüşlere verilecek en iyi yanıt bir an önce askeri birliklerin Suriye’den çıkışını mümkün kılacak parametrelerin açıklanmasıdır.
Mevcut durum ne gibi sonuçlar doğurabilir, tehlikeli midir? Herşeyden önce askeri birliklerimizin Suriye toprakları üzerinde birçok noktada farklı askeri unsurlarla temas hatlarında karşı karşıya bulundukları biliniyor. El-Bab’ta askeri birliklerimiz her ne kadar kente hakim bir noktada stratejik önemi haiz bir tepede konuşlanmışlarsa da, aynı kentin güneyinde Tardif denilen ilçede de Suriye rejiminin birlikleri konuşlanmış durumda. Türkiye’nin desteklediği ve Suriye rejimiyle çatışma halinde bulunan muhalefet unsurları, bu temas noktasında Türk ve Rus komutanların gözetiminde ateşkes hattında karşı karşıya yer alıyorlar. Dolayısıyla, her an bu iki grubun birbirleriyle sıcak temas içine girmeleri mümkün. Böyle bir durum Türkiye’nin istemediği bir tırmanmaya yol açabilir.
İkinci olarak, benzer bir durum Membiç’te de söz konusu. Suriye rejimine ait askeri birlikler El-Bab’ta Tardif’e gelip de Özgür Suriye Ordusu ile karşı karşıya ateşkes hattı oluşturunca, bu birliklerin bir kısmı doğuya dönerek Membiç’e yöneldi. Türkiye Membiç’in PYD ve YPG’nin kontrolünden çıkmasını ve bölgenin asıl sahiplerine verilmesi gerektiğini savunuyordu. Rusya tarafından yapılan açıklamalarda, Membiç’te PYD ve YPG’nin kontrolü altında bulunan alanların Suriye rejim kuvvetlerine teslim edileceği belirtildi. Dolayısıyla,Türkiye’nin desteklediği muhalefet unsurları, Membiç yakınlarında da Suriye rejim kuvvetleriyle karşı karşıya bulunuyor. Bu temas hattı El-Bab’taki durumla birbirini andırıyor.
Üçüncü olarak, IŞİD unsurları Suriye ve Irak toprakları üzerinde hakim oldukları alanları birer birer kaybetmekle birlikte, yapıları gereği küçük ve hızlı intikal yeteneği ile savaşma özelliklerinden yararlanarak her an bu bölgelere yeniden dönmeyi deneyebilecek ve vur-kaç saldırıları düzenleyebileceklerdir. Bu durum daha önce de görüldü. Örneğin Palmira defalarca IŞİD ve Suriye rejim kuvvetleri arasında el değiştirdi. Bu tecrübeden hareket edildiğinde, ileride Türkiye’nin Suriye’de bulundurduğu askeri birliklerin tam manasıyla savaşın bittiği, barışın ve huzurun sağlandığı bir ortamda konuşlanmış olmadıkları da anlaşılacaktır.
Dördüncü olarak, Suriye rejim kuvvetleri her ne kadar şimdilik böyle bir eğilim göstermiyorlarsa da, yakında Halep’te yaşanan trajediye benzer bir askeri karşılaşmanın bu defa İdlib’te yaşanabileceğinden söz ediliyor. Bu da Suriye’nin batısında her an yeniden sıcak çatışmaların başlayabileceği anlamına geliyor. Böyle bir bölgede Türkiye’nin askeri birliklerini tutmaya devam etmesi de önemli riskler içermeye devam ediyor.
Rakka operasyonu Türkiye’nin doğrudan katılmadığı ve ABD’nin desteklediği Suriye Demokratik Güçleri adı altında ağırlıklı olarak PYD/YPG’nin kontrol ettiği birlikler tarafından yürütülüyor. Türkiye bu unsurlar bu harekatta yer aldıkça Rakka için bir katkıda bulunamayacağını söylemeye devam ediyor. Ne Rusya’dan ne ABD’den Türkiye’nin bu tutumuna olumlu bir yanıt gelmiyor.
Türkiye Suriye ile ilgili olarak sorunun başında belirlemiş olduğu tutumunu zaman içinde pragmatik adımlarla gözden geçiren ve sahanın gerçekleriyle uyumluluk sağlayan biçimde geliştirdi. Örneğin, Suriye rejiminin ve Esad’ın değişmesi konusundaki tutumunda yalnız kaldığını anlayınca bu politikasını yüksek sesle tekrarlamaktan vazgeçti.
29 Mart tarihinde ise Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May ülkesinin AB'den çıkışı sürecinin başlatılması için Lizbon Antlaşması'nın 50. maddesini işletmeye yönelik mektubu imzaladı ve Brüksel'e gönderdi. Böylece kuruluşundan altmış yıl sonra AB tarihinde yaşadığı en önemli dönüşüme başlamış oluyor.
Lizbon Antlaşması'nın 50. maddesi üye ülkelerin AB'den ayrılışına ilişkin sürecin nasıl gerçekleşeceğini düzenleyen madde. Taraflar üyelikten çıkış müzakerelerini iki yıl içinde tamamlamak zorundalar.
Bu madde ilk kez yürürlüğe sokuluyor. İki yıl yetmediği takdirde, taraflar aralarında anlaşırlarsa, maddede öngörülen sürenin uzatılması da mümkün. AB-Birleşik Krallık boşanmasının 2019 yılının Nisan ayı başında bitirilip bitirilemeyeceğini zamanı gelince anlayacağız.
Birleşik Krallık AB'nin kurucu üyesi değil. 1973 yılında, bir bakıma birliğin tarihindeki ilk genişleme dalgasıyla birlikte AET üyesi olan bir ülke. O dönemde bu genişlemeye ve Birleşik Krallık'ın üyeliğine en büyük muhalefet Fransa'dan geliyordu. Şimdi ise üç hafta sonra Fransa'da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimini Ulusal Cephe'nin başkanı Marine Le Pen kazandığı takdirde, o da AB'den ayrılmak için Fransa'da referandum düzenlenmesini önerecek.
Bazı çevrelerde ise, popülizmin o kadar da kötü olmadığı, kutuplaşmanın siyasi alternatif arayışlarına yol açtığı, bunun da demokrasiyi güçlendirdiği savunuluyor.
Popülizme ve bunun sonucunda toplumsal kutuplaşmaların arttığına işaret olarak gösterilen seçimler arasında Avusturya'da yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Hollanda'da yapılan parlamento seçimleri gösteriliyor. Ancak her iki ülkede de popülizmin değil ona karşı direnç göstererek demokratikleşme yönünde saf tutan kitlelerin zafer kazandıkları ileri sürülüyor. Bu da popülizmin olumlu bir yansıması olarak sunuluyor.
Avusturya'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Norbert Hofer ile Yeşiller Partisi'nin eski lideri olan ancak seçimlere bağımsız aday olarak giren Alexander Van der Bellen arasında geçmişti. 2016 yılının Mayıs ayında yapılan seçimleri Bellen oyların %50,35'ini alarak kazanmış ancak Anayasa Mahkemesi seçimlerde görülen bazı usulsüzlükler nedeniyle seçimleri iptal etmişti.
Seçimlerde usulsüzlük yapıldığına dair iddialar demokratik ülkelerde büyük bir ciddiyetle inceleniyor ve sonucunda seçimlerin iptaline dahi gidilebiliyor. Avusturya'da Aralık ayında yenilenen seçimlerde Bellen seçimleri bu defa oylarını artırarak kazandı.
Bölgede IŞİD ile mücadele son safhasına girmek üzere. Bir yandan Irak'ta ABD'nin artan desteğiyle Irak ordusu Musul harekatının sonuna doğru yaklaşıyor. Bir yandan da yine ABD'nin desteğindeki Suriye Demokratik Güçleri Rakka'ya yönelik harekatını yoğunlaştırıyor. Her iki cephede de ABD mücadeleyi yerel unsurlara dayalı olarak kontrol ediyor.
Her iki ülkede de Kürt unsurlar önemli müttefik olarak algılanıyorlar. IŞİD'i Musul ve civarından temizlemesinden sonra Dicle'nin batısını, istikrarsızlık devam etse dahi, Irak ordusunun kısmen kontrol altına alabileceği söyleniyor. Dicle'nin doğusunun ise Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin kontrolü altında kalmaya devam edeceği anlaşılıyor.
Suriye'de de durum pek farklı değil. Rakka'ya güneyden yönelen Suriye Demokratik Güçleri'ni ABD desteklerken, batı ve kuzeyden de Suriye Ordusu Rusya'nın desteğiyle harekata katılıyor. Suriye Demokratik Güçleri Rakka harekatında Fırat'ın batısına da geçiyor.
Suriye'de IŞİD ile mücadele sahadaki en öncelikli hedef haline geldikçe, Suriye rejimi ile daha önce bu rejimin tamamen karşı olduğu Suriye'deki Kürt unsurlar en azından bu amaç etrafında dolaylı bir işbirliği içine girebiliyorlar. Eski düşmanlar Suriye'de yeni dostlar haline geliyor.
14 Temmuz 2015 tarihinde İran ile P5+1 ülkeleri (bu ülkeler Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi olan ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa ile onlara katılan Almanya'dan oluşuyor) arasında imzalanan bu anlaşmanın geleceğinin tam anlamıyla güvence altında olduğunu söylemek güç.
Her ne kadar ABD'nin eski başkanı Obama anlaşmanın imzalanması için büyük gayret gösterdiyse de, Trump KOEP'e karşı olduğunu sürekli olarak dile getiriyor. Fırsat bulduğu takdirde de anlaşmanın uygulanmaması için elinden geleni yapacak.
İran'da da anlaşmanın imzalanmasından memnun olmayan çevreler az değil. Üstelik bu yıl ilkbaharda İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacak olması KOEP'in geleceğini daha da önemli bir hale getiriyor.
Öte yandan, anlaşmadan memnun olmayan başka ülkeler de var. İran'ı kendi ulusal güvenliği açısından çok önemli bir tehdit olarak gören İsrail bu ülkelerin başında geliyor. İran'la bölgede önemli bir rekabet içinde olan Suudi Arabistan'ın da bu konuda İsrail ile aynı düşünceye sahip olduğu biliniyor.
Global İlişkiler Forumu (GİF) bünyesinde kurulan ve Türkiye, ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık, Fransa, Hindistan, İsrail, İran'dan katılan uzmanların oluşturduğu Uluslararası Çalışma Grubu 17 Mart tarihinde KOEP'in geleceği konusunda bir bildiri yayımladı.
Bildiride KOEP'in hedeflerinin iddialı ve anlaşmanın yapısının karmaşık olduğu teslim edilmekle birlikte, uygulamada karşılaşılan üstelik öngörülebilir olduğu da vurgulanan birtakım zorluklara rağmen anlaşmanın şimdiye dek başarıyla yürütüldüğü görüşü dile getiriliyor.
Bu bağlamda İran'ın nükleer programı konusunda uluslararası topluma güvence vermeye yönelik olarak anlaşma kapsamında üstlendiği yükümlülüklerini yerine getirmek üzere adımlar attığı hatırlatılıyor, aynı şekilde P5+1 ülkelerinin de bu konuyla bağlantılı olarak İran'a uygulamakta oldukları ekonomik yaptırımları kaldırdıklarına dikkat çekiliyor.
Bildiride herşeyden önce anlaşmanın mükemmel ve kusursuz olarak nitelenemeyebileceği, ancak mevcut koşullarda daha iyi bir anlaşmanın yapılmasının da mümkün olamayacağı vurgulanıyor.
Tam da bu sırada 16 Mart 1921'de imzalanmış olan tarihi Moskova Antlaşması'nın bugün 96. yıldönümünü yaşıyor olmamız hem Türkiye'nin içinde bulunduğu güncel koşullara hem Türkiye'nin geleceğine tarihten bir sayfa açmak suretiyle bakabilme fırsatı veriyor.
Moskova Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Rusya Sovyet Sosyalist Federatif Cumhuriyeti arasında imzalanan ve bugün de Türkiye ile Rusya arasındaki çağdaş ilişkilerin temelini oluşturan önemli bir belge.
Bu antlaşma TBMM Hükümeti'nin 3 Aralık 1920'de Ermenistan ile imzaladığı Gümrü Antlaşması'nın ardından imzalanan ikinci uluslararası anlaşma. 13 Ekim 1921'de imzalanan Kars Antlaşması da bunlara eklendiğinde, bugün Türkiye'nin doğuda Kafkasya ile olan sınırlarını bu üç antlaşma belirliyor.