Böyle bir zirve elbette yararlı olur. Türkiye ile AB arasında son zamanlarda her iki tarafın da yararına olduğu söylenemeyecek bir tırmanma olduğu görülüyor. Bu durumun yatıştırılması için tarafların birbirlerine beklentilerini ve hedeflerini net olarak anlatmaları önem taşıyor. Böyle bir konuşmanın medya üzerinden değil de yüz yüze yapılması elbette çok daha uygar bir yöntem olacak.
Türkiye'nin üyesi olduğu Avrupa kurum ve kuruluşlarıyla arası son yıllarda giderek açılıyor. Son olarak Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin aldığı karar bu durumu açıklıkla ortaya koyuyor. AKPM'nin kararı ertesinde AB'nin de Türkiye ile üyelik müzakerelerini dondurabileceği söylentileri yayıldığı halde, Malta'da yapılan gayriresmi AB Dışişleri Bakanları toplantısında böyle bir karar alınmayacağı belirtildi. Üstelik, Dış İlişkilerden sorumlu Yüksek Komiser Mogherini, Türkiye'yi AB'nin bir stratejik ortak olarak gördüğünü ve üyeliğini arzu ettiğini de vurguladı.
Bununla birlikte, Mogherini Türkiye'nin üyelik için gerekli koşulları bildiğini ve bunların yerine getirilmesinin beklendiğini de belirtmekten geri kalmadı. Üyelik müzakerelerinin sonlandırılmadığını, dondurulmadığını, ancak yeni fasıl açılması için de bir hazırlık bulunmadığını söyledi. Türkiye tarafından ise, "fasıl açılmayacaksa bu iş biter" anlamına gelen serzenişler yükseldi.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin sadece "fasıl açmak" üzerine inşa edilmesi doğru değil. Bu yaklaşım, ilişkileri salt üyelik müzakereleri çerçevesi içine sıkıştırıyor. Ortak bir geleceğin birlikte düşünülmesi olanaklarını da daha baştan yok ediyor.
Ancak, mutlaka fasıl açılacaksa, bu konuda 23 ve 24'üncü fasılların açılması bugün her zaman olduğundan daha büyük önem taşıyor.
23. Fasıl "Yargı ve Temel Haklar" ile ilgili. Bu konu ile ilgili politikalar aracılığıyla AB'nin özgürlük, güvenlik ve adalet alanı haline gelmesi ve bu durumun korunması, daha da geliştirilmesi hedefleniyor. Yargının bağımsız ve iyi çalışır olması, mahkemelerin verdikleri kararların tarafsız olması hukukun üstünlüğünü korumak amacıyla üzerinde dikkatle durulan konular. Hukukun üstünlüğüne karşı en büyük tehdit olarak algılanan yolsuzluğun engellenmesi konusu da yine bu faslın ilgi alanı içinde.
24. Fasıl ise "Adalet, Özgürlük ve Güvenlik" alanlarını kapsıyor. Bu bağlamda, sınır kontrolü, vizeler, dış göç, sığınma, polis işbirliği, organize suçlar ve terörizmle mücadele, uyuşturucu trafiğinin önlenmesi, gümrük gibi alanlarda uyum ve birlikte çalışma bu faslın kapsamında yer alıyor.
Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerinin başlamasından bu yana 12 yıla yakın bir süre geçti. Bütün bu süre zarfında açılması gereken 35 fasıldan sadece 16'sı açılabildi. Açılamayan fasıllardan 6 adedi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından bloke ediliyor. 23. ve 24. Fasıllar da bunlar arasında yer alıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Hindistan ile başlayan, ardından Rusya, Kuveyt, Çin, ABD ve Belçika ile devam edecek olan seyahatlerinde ele alınacak dosyaların ağırlıklı bölümünü dış politika konuları oluşturuyor.
2011 yılından itibaren Türkiye'yi ve tüm dünyayı meşgul eden Suriye sorunu ele alınan dosyaların başında geliyor. Dün gerçekleşen Rusya ziyaretinde Suriye konusunun ayrıntılı biçimde görüşüldüğü anlaşılıyor. Vaşington ziyaretinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Donald Trump arasında konuşulacak konuların başında muhtemelen Suriye konusu önde olacak.
Suriye neden önemli? Herşeyden önce yerlerinden edilmiş milyonlarca Suriyelinin üç milyonun üzerinde bir bölümü Türkiye'de bulunuyor. Bu insanların bir kısmının Türkiye ile AB arasında varılan mutabakat uyarınca Avrupa ülkelerine mülteci olarak gidişlerinin düzenli bir şekilde sürdürülmesi önem taşıyor. Öte yandan, Suriyelilerin büyük bir kısmının Türkiye'de düzenli bir yaşam edinmeleri için başlatılan çalışma ve ikamet izinlerine ilişkin süreç de devam ediyor.
Önce Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin (AKPM) Türkiye'yi yeniden denetime alması kararı gündeme geldi. Bunu Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinin ve üyelik müzakerelerinin devam edip etmeyeceği sorusu izledi. Görünen o ki, Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak yoluna devam ettiği takdirde, AB Türkiye'den vazgeçmek niyetinde değil. Türkiye'nin de artık vazgeçecekmiş gibi yapmaması gerekiyor. Zira bu ilişki her iki taraf için de vazgeçilmez.
Peki bu nasıl olacak? Herşeyden önce referandum konusunda Avrupa'dan gelen uyarıları, referandum süreci hakkındaki uzman kuruluşların eleştirilerini, referandum sonrasında AKPM ve AB'nin davranış ve açıklamalarını iyi okumak gerekiyor.
16 Nisan akşamı AB Komisyonu Başkanı Juncker, Dış Politika'dan sorumlu Yüksek Temsilci Mogherini ve Genişleme müzakerelerinden sorumlu Komisyon temsilcisi Hahn tarafından yapılan ortak açıklamada bu konuda önemli ipuçları var.
Açıklamada referandum sonuçlarının not edildiği ve AGİT/ODIHR Uluslararası Gözlemci Misyonu'nun düzensizliklere ilişkin şikayetler hakkındaki nihai raporunun yayımlanmasının beklendiği vurgulanıyor. Ardından, anayasal değişikliklerin, özellikle de bunların hayata geçirilmesinin, Türkiye'nin AB üyeliğine aday ve Avrupa Konseyi üyesi bir ülke olmasından kaynaklanan yükümlülükleri ışığında değerlendirileceği belirtiliyor. Ayrıca Türkiye, Olağanüstü Hal uygulamaları da dahil olmak üzere, Avrupa Konseyi tarafından dile getirilen endişe ve tavsiyeleri dikkate almaya teşvik ediliyor.
Lahey'de toplanan bir uluslararası konferansta geleceğin Avrupa'sının yapılanması tartışılıyor.
Tartışmaların arka planında Winston Churchill'in daha 1943 yılında, ikinci dünya savaşı devam ederken, 4 Nisan tarihinde bir radyo konuşmasında söz ettiği "Avrupa Konseyi" fikri yatıyor. Churchill bu fikri üç yıl sonra bu defa 1946 yılında Zürih Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada da tekrarlıyor ve "Birleşik Avrupa Devletleri"nin kurulması gerektiğini, bunun için bir "Avrupa Konseyi"ne ihtiyaç olduğunu vurguluyor.
Lahey'deki konferans bu fikirler üzerine yoğunlaşan tartışmalara sahne oluyor. Bir grup ülke kurulacak bu yeni oluşumun hükümet temsilcilerinin bir araya geldikleri bir uluslararası örgüt olmasını savunuyorlar. Bir diğer grup ise oluşumun parlamenterleri bir araya getiren bir siyasi forum olması gerektiğini vurguluyor. Sonuç olarak her iki fikir birleştiriliyor ve ortaya çıkan örgüt hem hükümet temsilcilerinin, hem parlamenterlerin bir araya geldikleri bir forum halinde Avrupa'nın yeni ve önemli bir örgütü olarak tarihteki yerini alıyor.
Bu yapı daha sonra birçok Avrupa kurumuna öncüllük etmiş ve hem hükümet temsilcilerini hem parlamenterleri bir araya getiren bir anlayış örnek alınmıştır. Avrupa Konseyi bu anlayışa dayanarak 5 Mayıs 1949 tarihinde Londra Anlaşması ile kurulmuştur.
Tek tek bakıldığında, bu ziyaretlerin tümünün Türkiye'nin ikili ilişkileri bakımından önemi yadsınamaz. Hindistan ziyareti Türkiye ile Hindistan arasında olması gerekenin çok altında kalan ticari ilişkilerin geliştirilmesine ve ekonomik alandaki işbirliğinin pekiştirilmesine fırsat verebilir.
Hindistan son yılların hızla büyüyen ve önümüzdeki yıllarda dünyanın önde gelen ekonomik güçlerinden biri olma yolunda ilerleyen bir ülke. Türkiye'nin ekonomik büyümesinin nitelikli bir atılım yapabilmesi ve orta gelir tuzağı denen tıkanıklıktan kurtulabilmesi üretim teknolojisinin gelişmesine ve katma değeri yüksek üretim kapasitesini artırabilmesine bağlı. Hindistan'ın Türkiye'nin ekonomik büyümesine bu nitelikli dönüşümü sağlayabilecek teknolojik donanıma sahip olduğu biliniyor.
Rusya ile ilişkiler hala 24 Kasım 2015 tarihinde bir Rus uçağını düşürmemizden önceki konumuna dönemedi. İkili ilişkilerde uzun uğraşlarla kazanılan güvenin bir kez zedelendikten sonra yeniden aynı düzeye kavuşturulabilmesi zaman alıyor. Türkiye'nin iş insanlarının önündeki vize sorunu henüz aşılamadı. Domates ihracatı ile ilgili tıkanıklıklar yerinde sayıyor. Rus turistlerin geri dönüşü yavaş bir tempoyla başladıysa da, bu gelişme henüz Türkiye'nin turizm sektörünün 2016 yılı kayıplarını karşılayabilecek düzeye erişemedi. Suriye sorunuyla ilgili görüş ayrılıkları da henüz giderilemedi.
Çin ziyareti ise bu ülkenin küresel alanda güçlü bir ekonomik aktör olma çabasının unsurlarından birini oluşturan "Kuşak ve Yol Girişimi" zirvesine katılmak amacıyla gerçekleşiyor. Bu girişim Çin'in Avrasya ile ulaşım bütünleşmesini hedefliyor ve iki unsurdan oluşuyor. Birinci unsur kara bağlantılı "İpek Yolu Ekonomik Kuşağı", ikinci unsur deniz bağlantılı " Deniz İpek Yolu". Türkiye her iki unsura da birer ucundan tutunmak istiyor.
Türkiye bu örgütün kurucu üyesi, üstelik örgüt içindeki en faal üyelerden de biri. Dolayısıyla iyi tanımakta yarar var.
Avrupa'da soğuk savaş koşullarının yumuşamaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkan olumlu hava 1970'li yılların başında Doğu ve Batı bloku üyesi ülkelerin bir ortak güvenlik ortamı yaratılabilmesi için arayışlara girmelerine yol açmıştı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) işte bu maksatla 1973 yılında Helsinki'de başlamış ve 1 Ağustos 1975 tarihinde imzalanan Helsinki Nihai Senedi ile sonuçlanmıştır.
AGİK'in hedefi Helsinki Nihai Senedi ile belirlenen temel ilkelerin konferansın katılımcı ülkeleri arasındaki ilişkilerde izlenmesini sağlamak olmuştur. Egemen eşitlik, sınırların dokunulmazlığı, içişlerine karışmama, toprak bütünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı bu temel ilkeler arasındadır.
AGİK özünde bir ortak güvenlik birlikteliği oluşturuyordu. İnsan hakları ve temel özgürlüklere saygı esasının güvenliğin bir unsuru haline getirilmesinin ardındaki amaç bu saygının Doğu Bloku ülkelerinde eksik olduğu düşüncesinden kaynaklanıyor ve bu ülkeler üzerinde bu konuda baskı oluşturulmasını hedefliyordu.
Dünya değişiyor, daha girift ve aktörlerin karşılıklı etkileşiminin daha karmaşık hale geldiği bir dönüşüm geçiriyor. Yönetim biçimlerinin evrimi de daha insanca, daha demokratik, daha özgürlükçü, eşitlikçi ve adaletli bir topluma dönüşme süreci olarak geliştikçe değişime ayak uydurabiliyor.
Bağımsızlığının 25. yılını geride bırakan, egemen ve bağımsız devletler topluluğu içinde yerini sağlam ve güçlü adımlarla pekiştiren Kazakistan'ın gündeminde anayasa değişikliği var. Öngörülen değişiklikler Kazakistan'da mevcut "Başkanlık Sistemi"nin yumuşatılmasını, Başkan'ın bazı yetkilerinin hükümete ve parlamentoya devredilmesini, hükümetin ve bakanların da Başkan'a karşı değil yasama organı olan parlamentoya karşı sorumlu olmalarını öngörüyor.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ülkesini aralıksız olarak yöneten lider. Ancak anayasa değişikliklerinin elzem olduğunu ve bu değişikliklerin "Kazakistan'ın gelişimi ve çağdaşlaşması" amacıyla öngörüldüğünü savunuyor.
Nazarbayev bu yenileşmeye olan ihtiyacı vurgularken önemli bir konuya dikkat çekiyor: Kuvvetler ayrımı. Her ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini pekiştirmek için başlangıçta ve kuruluş aşamasında "dikey kuvvetler ayrımı"na ihtiyaç duyduğunu belirten Kazakistan Cumhurbaşkanı, artık demokratikleşmenin ve bunun için de yürütmenin daha iyi işler hale getirilmesinin gerekli olduğunu savunuyor.
ABD'nin kimyasal silah kullandığı gerekçesiyle Suriye rejiminin kontrolünde bulunan bir havaalanını bombalaması ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerde beklenmedik bir gerginliğe yol açtı. Donald Trump'ın bu kararı Çin Devlet Başkanı Xi'nin ABD'ye yapmakta olduğu resmi ziyaret sırasında uygulandı. Bunun hemen ardından da ABD Kore yarımadası civarına deniz kuvvetlerine ait bir grup gemiyi göndererek Kuzey Kore'nin bir süredir fütursuzca sürdürdüğü füze denemelerini yakından izlemeye niyetlendiğini gösterdi.
Küresel düzeyde yeni dengelerin oluşmaya başladığı bir dönemde ABD'de yeni bir başkanın ve yeni bir yönetimin işbaşına geçmesi uluslararası toplum tarafından dikkatle izlenmekteydi. Donald Trump'ın nasıl bir dış politika sürdüreceği, önceliklerinin ne olacağı, hangi coğrafi bölgenin ABD için daha önemli görüldüğü merak ediliyordu.
Trump'ın söylemlerine bakıldığında Ortadoğu'da IŞİD ile mücadele, Arap-İsrail uyuşmazlığı, İran, Uzakdoğu'da ise Çin ve Kuzey Kore dosyalarının gündemin üst sıralarında olduğu kısa sürede anlaşıldı. Ancak bu önceliklerin nasıl bir eylem planı oluşturacağına dair belirgin bir işaret bulunmuyordu.
Trump seçim kampanyasında öne çıkardığı bazı konularda, örneğin altı ülkenin vatandaşlarına ABD'ye giriş yasağı uygulanması gibi hızlı kararlar almasına rağmen, bu kararlarının hem ABD'de hem uluslararası toplumda tartışma ve tepki yaratması üzerine kendi itibarını zedelemeye başlamıştı. Bir yandan da yakın çalışma arkadaşlarının Rusya ile temaslarına dair giderek artan bilgiler ve kanıtlar bu itibar kaybını hızlandırıyordu.