Hayvanların dilini öğrenebilir mi?
ChatGPT benzeri yapay zekâ modelleri insan gibi konuşmayı öğrendiğinden beri dünya farklı bir yer olmaya başladı. Peki, sıra hayvanların iletişim dillerini anlamaya gelir mi? Kaliforniya’da kurulan Earth Species Project (ESP-Dünya Canlıları Projesi) adlı kâr amacı gütmeyen oluşum, yapay zekâ marifetiyle hayvanların iletişim biçimlerini insanlar için anlaşılır hale getirmeyi amaçlıyor. 2017’de başlatılan projeyi hayata geçirenler arasında Silikon Vadisi’nin deneyimli isimleri var. Mozilla Labs’in kurulumuna yardım eden Aza Raskin ve Twitter’ın kurucu takımından Britt Selvitelle’in hayata geçirdiği oluşumun bugünkü CEO’su Katie Zacarian ise Facebook’un ilk çalışanlarından biri.
Organizasyonun amacı ‘insan dışı iletişim’in şifresini yapay zekâ marifetiyle çözmek. Doğadaki farklı dilleri insan tarafından anlaşılır hale getirdiklerinde doğayla olan ilişkimizin olumlu yönde dönüşebileceğine ve gezegene fayda sunacaklarına inanıyorlar. Şimdiden biyoloji, doğal çevre ve ekolojiyle ilgili birçok bilim dalına veri ve bilgi desteği sunmaya başlayan ESP hayvanların dillerini çözmek için disiplinlerarası teknolojiler kullanıyor. Etoloji (davranış bilimleri), linguistik, matematik ve nörobilim bunlardan başlıcaları. Hayvan seslerindeki örüntülerin makine öğrenimiyle çözümlenmesi sık kullandıkları bir yöntem. Ayrıca hayvanların beden dili, ifadeleri, toplu hareket biçimleri ve daha birçok parametre ölçümleniyor ve tanımlanıyor. Aynı zamanda kimi hayvanların bedenlerine zarar vermeden monte edilen cihazlarla kalp ritimleri, süratlenme verileri ve mikrosesleri de kaydediliyor. Girişim sayesinde şimdiden ‘Kokteyl Partisi Problemi’ adı verilen, aynı anda birçok hayvanın ses çıkardığı durumlarda oluşan karmaşık verilerin sadeleştirilmesi başarılmış. ESP tüm dünyadan nitelikli katılımcıların desteğine açık bir oluşum. earthspecies.org
Yepyeni The Beatles şarkısı
Efsanevi İngiliz müzik grubu The Beatles’ın üyelerinden Paul McCartney, John Lennon tarafından kaydedilip hiç yayımlanmamış bir demoyu yapay zekâ yardımıyla şarkı haline getireceğini BBC üzerinden duyurdu. Mayıs ayında da Dae Lims isimli bir YouTuber, McCartney ve Lennon’ın solo şarkılarını yapay zekâ kullanarak Beatles şarkılarına dönüştürmüştü.
Müşteri hizmetleri artık onlarda
Çok değil, 1-2 sene önce gelecekte yapay zekâ teknolojisinin kimi mesleklerdeki insanları işlerinden edebileceğini yazıyorduk. Gelecek çok çabuk geldi! Insider dergisinin raporuna göre geçen ay ABD’de gerçekleşen 80 bin işten çıkarılmanın
Geçen ekim ayında NASA’nın UFO ve Dünya dışı yaşam ihtimalini araştırma birimi kurduğunu bildirmiş, 2023’te ABD hükümeti tarafından ‘uzaylıların’ ifşa edilebilme ihtimalini değerlendirmiştik. Astrolojik olarak da desteklenen konuya dair beklenen gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. ABD Hava Kuvvetleri’nden yakın zamanda ayrılan, ordudayken UFO’larla ilgili istihbarat biriminde görev yapan David Grusch isimli subayın açıklamaları dünya basınının gündeminde. İlk kez kurum içinden kıdemli bir subayın ifşacı olması konuyu ileri bir seviyeye taşıdı. Üstelik Grusch mevcut hükümetin elinde hasarsız ve kısmen hasarlı, Dünya dışı teknolojiyle üretilmiş uzaylı araçları bulunduğunu net bir şekilde öne sürdü. Teşkilattan bazı meslektaşları da Grusch’ı destekleyince konu Ulusal Kongre’ye taşındı. ABD’li araştırmacı gazeteci Leslie Kean, UFO’lar ve ET’ler (Dünya dışı varlıklar) alanında tanınmış isimlerden. Deneyimli bir haberci. Politik medya kanalı The Hill’e verdiği TV röportajında David Grusch’ın şimdiye kadarki ifşacılardan farkını anlattı. Grusch, Pentagon’dan onur madalyaları olan bir asker. UFO araştırma programlarında çalışan bir istihbarat subayı. Kurumun en güvenilir personeli olarak tanınıyor. Grusch’ın röportajını izlediğimde vazife tutkusuyla hareket eden kararlılığı dikkatimi çekiyor. Öte yandan ABD hükümetinin sırlarını ifşa eden ve Pentagon’u karşısına almış birine de hiç benzemiyor, kendinden gayet emin ve kaygısız görünüyor. Arkası sağlam bir hali var adeta.
‘Derin devlet’in işi mi?
Bu konumdaki bir personelin UFO’ları tanımsız obje değil, Dünya dışı teknoloji olarak anlatmasını, üstelik hükümeti elindeki araçları açıklamaya çağırmasını ‘şimdiye kadarki ifşaların ötesinde’ şeklinde yorumluyor Kean. Deneyimli gazetecinin ‘içeriden’ aldığı duyumlara göre, istihbarat birimlerinin bütçeleri UFO’lar ve ET’ler hakkında yapılan çalışmalardan çok, gizlilik sağlamaya harcanıyormuş. Yani güvenlik projelerden daha maliyetliymiş. Muhabirin “Bütün bunlar (uzaylıların varlığını açıklamak için) bir ön lansman olabilir mi” şeklindeki sorusuna katıldığını söylüyor Leslie Kean: “Belki de sonsuza kadar saklı tutulabilecek bir şey değildir. Sonunda David Grusch gibi kendini bunu yapmak zorunda hisseden birini çıkarırsın ve her şey değişmeye başlar. Olayın nereye gittiğini göreceğiz.”
Dünya dışı yaşamın resmiyet kazanması hakkında emin olduğum tek bir şey var: Şayet gerçekleşirse o günden sonra medeniyetimiz eskisi gibi olmayacak. Eğer bu bilgi kanıtlarıyla mevcutsa, tek kullanımlık bir ‘Dünya’yı değiştir’ düğmesini elinizde tutuyorsunuz demektir. Pentagon’un ve muhtemelen başka süper güçlerin oynamak için son eli beklediği kart bu olabilir. ABD Kongresi de konuyu hararetli bir gündem haline getirmiş durumda. Bir grup senatör, bu tür ifşaların kongreyi ve gündemi oyalamaktan başka bir şeye yaramadığını düşünüyor. Bazı üyeler ‘deep state’ dedikleri ‘derin devlet’in algı yönetme ve odak kaydırma projesi olduğunu, arka planda başka büyük mevzular döndüğünü öne sürüyor. (Tayvan üzerinden yaklaştığı hissedilen ABD-Çin savaşı, kongre dışında konuşulan teorilerden biri). Senatörlerden oluşan başka bir grupsa hükümetin ve Pentagon’un büyük bütçeler kullanan kayıt dışı birimlerinden rahatsız. Bunların üzerine gidilmesini istedikleri için iddialara pay veriyorlar.
‘Varsa açıklayın’
Yeni ve farklı olansa, kimi senatörlerin iddiaları gayet ciddiye alıp “Varsa açıklayın artık” şeklindeki net tavırları. Malum, şimdiye kadar hiçbir federal hükümet uzay aracı ele geçirdik demediği gibi ‘Yoktur, görmedik’
Apple şimdiye kadarki en gösterişli numaralarından birini yaptı mı? Görünüşe bakılırsa evet! Geçen hafta görücüye çıkan sanal başlık Vision Pro, Apple’ın iPhone’dan bu yana dijital dünyaya sunduğu en önemli yenilik olarak kayda geçiyor. Peki, bu yenilik kimin için? Teknolojik bir oyuncağa 3 bin 500 dolar yatırabilecek herkes muhteşem sanal dünyaların keyfini pekâlâ sürebilir. Evet, yanlış okumadınız, bu havalı cihazın ABD satış fiyatı, teknoloji mağazalarındaki son model ürünlerin birkaç katı üstünde... VR ve AR teknolojilerini sunan sanal donanımlar kategorisindeki baş rakibi olan Zuckerberg’in Meta’sına ait Quest 3’ün fiyatı 499 dolar, Quest Pro’nun fiyatıysa 999 dolar örneğin. ‘Ne de olsa Apple, pahalı olmasına alıştık’ diye düşünseniz bile marka imajı aradaki astronomik farkı açıklamaya yetmiyor. Haber servisimizde konuyu gündeme alırken “Türkiye’ye gelince fiyatı 100 bin’i bulur, yok yok 200 bin bile olur” diye esprisini yaptığımız akşamın ertesinde dolar 23 lira olunca artık o şakayı yapmayı da bıraktık. Atalarımız “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye ne güzel söylemiş. Neyse ki bizde zenginlerin bile Vision Pro’ya eli varmaz kolay kolay, o yüzden içimiz rahat. Dünya gözüyle görüp size bir değerlendirmesini yapabilirsem ne âlâ...
Bu ürün bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz bilgisayar deneyimini geliştirmek için yaratılmış adeta.
İşin aslı, bu fiyat sadece bizi değil ABD’li tüketicileri de, teknoloji gurularını da hayli şaşırtmış. Kimi teknolojik bir devrim olduğunu düşünüyor, kimi işin ‘Suyu çıktı artık’ diyor. Konuyu markaja alıp Vision Pro hakkında birçok değerlendirme okudum, izledim. Wired, Mashable, 9to5Mac, YankoDesign sitelerindeki izlenimler sonucunda benim görüşüm açık arayla ilk gruba kaydı. Vision Pro bir sanal başlık ya da pahalı bir oyuncak olmanın çok ötesinde, geleceğin bilgisayarını dünyaya göstermek için tasarlanmış bir ürün. Apple, Vision Pro’yu geliştirirken 5 binin üzerinde yeni teknoloji patenti almış. Ar-Ge ve üretim için milyonlarca dolar harcanmış. İlk etapta bu fiyatla kârlı ve popüler bir ürüne dönüşmesini Apple’ın da beklemeyeceği herkesin ortak fikri. Ürün henüz tam olarak piyasa çıkmadı, gelecek yılın başlarında dünyada satışa sunulacak. Satışa çıktığında fiyatının 2 bin-3 bin dolar bandına ineceği konuşuluyor.
Şimdilik Apple, ürünün uygulama geliştiriciler ve film-video içerik üreticileri tarafından test edilmesini tercih ediyor, hatta herkesin eline düşmesini istemiyor şeklindeki yorumları yerinde buluyorum. Apple, tanıtımını yaptığı hiçbir mecrada Vision Pro’yu bir ‘headset’ yani başlık olarak nitelendirmemiş. Ürün bir ‘spatial computer’ yani ‘uzamsal bilgisayar’ olarak görülüyor. Uzamsal bilgisayar nedir? ‘Minority Report’ (Azınlık Raporu) filmini izlediyseniz, Tom Cruise’un holografik dev ekran karşısında el hareketleri ve özel gözlüğüyle yönettiği bilgisayarı hatırlarsınız. Vision Pro, adeta bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz bilgisayar deneyimini tanımlamak ve geliştirmek için yaratılmış. İşletim sisteminin VisionOS ismiyle anılması bu hedefi destekliyor. Dünyanın ilk ‘uzamsal bilgisayar işletim sistemi’ olarak anılıyor. Yani karşımızda bir sanal başlık değil, kayak gözlüğüne benzeyen gelişmiş bir kişisel bilgisayar var.
Takvimler 2040’ları gösterdiğinde bir teknoloji şirketinde üst düzey yöneticilerin düşünce güçlerini kullanarak birbirleriyle ‘sessiz ve derinden’ iletişim kurabileceklerini hayal ediyorum. Diğer yanda aklıma Wachowski kardeşlerin yönettiği bilimkurgu dizisi ‘Sense8’ (2015) geliyor. Özel telepatik ağla birbirine bağlanmış 8 insanın gerçeklik algıları iç içe geçiyor… Hayal-kurgu dünyamda böylesi hareketliliğe sebep olansa Neuralink’in beyin implantı için ABD Gıda ve İlaç Dairesi’nden (FDA) insan deneyi izni alması.
Cyborg manifestosu
Hem bilim hem de tıp tarihi için bir dönüm noktası… Tam anlamıyla bir cyborg manifestosu. Dünyanın en sevilen ve nefret edilen teknoloji CEO’su Elon Musk tarafından 2018’de kurulan ve akıllara bin türlü soru işareti düşüren Neuralink, beyin implant cihazı hazır olduğunda insanlar üzerinde deneylere başlayabilecek. Neuralink felç ve körlük gibi fiziki durumları iyileştirmeye ve bilişsel faaliyetleri desteklemeye yönelik bir cihaz geliştiriyor. Öncelikle fare, koyun, domuz ve maymunlar üzerinde denenen Neuralink cihazıyla 2022 yılında FDA iznine başvurulmuştu. Cihazın lityum pillerle çalışması, implant içindeki tellerin beyin dokusuna yerleşmesi ve gerektiğinde cihazı beyne zarar vermeden çıkarmanın zorluğu nedeniyle ret cevabı alınmıştı. Aradan çok zaman geçmeden FDA, Neuralink’in yeni başvurusunu kabul etti.
Neuralink cihazı, beynin iletişim kurmakta zorlandığı merkezleri arasında yapay bir hat oluşturarak yeniden işlevsel hale getirmeyi amaçlıyor. Neuralink yani ‘nöron bağlantısı’ ismini de buradan alıyor. Yürüyemeyen, konuşamayan, göremeyen pek çok insan için umut verici olması FDA’nın projeye yeşil ışık yakmasının başlıca sebebi. Neuralink, beyin ve bilgisayar arasında arayüz görevi de görüyor. Geçen sene gündeme gelen, düşünce gücüyle ekranda pinpon oynayan şempanzenin (huzur içinde yatsın) görüntülerini hatırlayabilirsiniz. Neuralink insanlarda kullanılmaya başladığında düşünceyle internette gezinme ve bilgi aktarma kabiliyeti sunacak. Şayet Neuralink cihazı veri girişi yapabilecek, yani zihinde kelimeler biçimlendirebilecek teknolojiye ulaşırsa, iki insan arasında tekno-telepati bağlantısı kurmak mümkün olacak. Bilgi transferini ham bilgi kırıntıları şeklinde hayal etmek daha gerçekçi olur tabii. Düşünce aktarımı da zihinden ziyade bilinçle ilgili bir konu. Bardağın dolu veya boş tarafını görmek gibi, insanın gerçeklik algısını şekillendiren asıl unsur bilgiden ziyade bilinç yapısı oluyor. Son yıllarda da biliminsanları bilincin beyin dışında bir yerde olduğuna daha çok kanaat getiriyor. Ezoterik bilgilerse kadim zamanlardan beri bilincin fiili merkezi için çok daha anlamlı bir noktaya işaret ediyor. Bir deney yapalım… Gözlerinizi kapayıp derin bir nefes alın ve elinizi vicdanınıza koyduğunuzu hayal edin… Eliniz nereye gidiyor? Şaşırtıcı değil mi? Çünkü sadece bir düşünce değil, bir bilinçtir vicdan. Elinizin gittiği yer de bilincinizin meskeni sayılır.
‘Çocuğuma taktırırım’
Bilgiyi Bard’dan alıp ChatGPT’nin ifadeleriyle zenginleştirmek harika olurdu.
Yapay zekâyla bir salgın arasında nasıl bağlantı kurulabilir? Pandemi döneminde COVID’in adım adım dünyayı sarmalamasını görsel olarak ilginç bir perspektiften izlemiştim. Haber kaynakları... Gündemi takip ederken birçok farklı haber kaynağını bir arada, topluca gösteren arayüzler kullanıyorum. Pandemi henüz dünya gündemine yayılmamışken tek tük kaynaklarda Çin’deki laboratuvarda yaşanan olay yer alıyordu. Ardından salgın haberleri, hemen her kaynakta birer ikişer belirmeye başladı. Ekranımın yüzde 30-40’ı artık bunlarla doluyordu. Birkaç gün içinde, tüm habercilik yaşamım boyunca sadece bir kez tanık olduğum olay gerçekleşti. Dünyanın dört bir yanından akan haber kaynaklarında yalnızca ve yalnızca pandemi haberleri vardı; ekranda COVID-19 yazmayan yer yok gibiydi. O anı bir film karesi gibi hatırlarım... Şimdiyse bana o yakın günleri çağrıştıran yeni bir fenomen var: Yapay zekâ (AI). Bütün ekranımı kaplamıyor ancak son haftalarda karşıma düşen her üç-dört teknoloji başlığından birinde AI geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta ChatGPT’nin zirve yaptığı günlerde görünürlüğü neredeyse COVID seviyesine yaklaşmıştı. Başlığında yazmıyorsa bile hemen her teknoloji haberinde bir AI bağlamına rastlanıyor artık. Salgın gibi yayıldığı kadar, belki de günün birinde salgın hastalıklara karşı en güçlü savunmamız olacak... Türkçede “Yer demir gök bakır” deyimi, içinden çıkılamayan durumları anlatmak için kullanılır. Yapay zekâyla da ilişkimiz artık öyle, onun dünyasına bir kez girdik ve fişi çekmediğimiz müddetçe içerideyiz. Hal böyleyken, yapay zekâ haberleri artık özel konular olmaktan çıkıp teknoloji haberciliğinin rutinine dönüşmeye başladı. Ben de yapay zekânın hayata dahil olduğu son yenilikleri ara sıra derlemeler halinde sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Bu hafta içinse yeterince önemli bir gelişmemiz var...
Tarzları kesinlikle farklı
ChatGPT yayına çıktığı vakit her şeyden önce arama motorlarını tahtından indirebileceğini yazmıştım. Arama motoru devi Google için ChatGPT’nin doğuşu, 20 küsur yıllık saltanat ışıltısının sönmesi anlamına geliyordu. Tabii karşısına iyi bir rakip çıkaramadığı müddetçe... Google Bard, arama motoru gücüyle yapay zekâ kabiliyetlerini birleştiren, arayüzüyle de ChatGPT’nin muadili şeklinde tasarlanmış bir sohbet botu. Aynı işi yapıyorlar fakat tarzları, karakterleri kesinlikle farklı. GPT’nin hızına yetişmek için henüz bitmediği halde önceki hafta 180 ülkede deneye alınan Bard, henüz Avrupa Birliği standartlarına uygun hale gelmediği için AB ülkelerine açılamıyor.
1-2 ay içinde gerekli düzenlemelerin yapılması bekleniyor. Türkiye, Google Bard’ı kullanabilen ülkeler arasında. Hızlıca bir kıyaslama için Bard’a Gmail’le giriş yaptım. “Yapay zekâ hakkında gazete makalesi yazıyorum, bana çekici bir paragraf verir misin” diye İngilizce sordum. İlk defa böyle bir talepte bulunuyordum... Çok şükür, yapay zekâya ihtiyaç duyacak kadar aşırı metin yazmıyorum.
“Olasılıkların sınırsız olduğu ve inovasyonun sınır tanımadığı bir dünyada, yapay zekâ, teknoloji, bilim ve insan varlığını kasıp kavuran dönüştürücü güç olarak dimdik ayakta duruyor.” GPT’nin yazdığı paragrafın ilk cümlesi buydu. “AI, dünyayı benzeri görülmemiş bir hızda değiştiriyor.” Bard ise bu kısa cümleyle başladı söze. ChatGPT’nin kelime seçimleri kesinlikle daha estetik ve derinlikliydi. Fakat ‘çekici’ yönlendirmemi (catchy) sanki daha çok kale almış, havalı metin yazmaya kastıran bir hali de var gibiydi. Güçlü bir metindi neticede. Bard ise aksine, ‘gazete için’ yazdığımı daha iyi anlamış görünüyordu ve sade bir haber dili kullanmıştı. İfade estetiğinden ziyade bilgiye değer vermişti. Seviye olarak bir dönem ödevine yakışırdı. Ancak aralarında çok daha büyük -ve önemli- bir fark vardı... ChatGPT yapay zekânın sadece iyi ve yenilikçi yönlerinden bahsetti, son cümlesi de harekete geçiren reklam metinleri gibiydi: “Kendinizi sağlama alın çünkü yapay zekâ çağı yaklaşıyor. Sahip olduğu harikalar hem hayranlık uyandırıcı hem de canlandırıcı!” Henüz deney sürümünde olan Google Bard ise yapay zekânın hem tehlikelerinden hem de faydalarından eşit ağırlıklı söz ederek takdirimi kazandı. Sonunu “Yapay zekânın geleceği belirsiz ancak kesin olan tek bir şey var: AI dünyayı değiştiriyor ve bizler önümüze serilecek zorluklara ve imkânlara hazır olmalıyız” klişesiyle bitiriyordu. Tam bir değerlendirme için çok boyutlu sorgulamalar gerekiyor elbette... Fakat yapay zekânın asla yapamayacağı şekilde sezgilerimi paylaşmam gerekirse: Google Bard’ın biraz kopyala yapıştır havasında ve bot olduğunu hafiften hissettiren kitabi metinler sunduğunu; GPT’ninse karakterli cümleleriyle daha bir insan gibi yazdığını söyleyebilirim. Sadece bu arama özelinde olmak üzere; bilgiyi Bard’dan alıp ChatGPT’nin ifadeleriyle zenginleştirmek harika olurdu.
İngiltere’de geçen hafta The Guardian gazetesinin bildirdiği üzere, anne karnından üç insanın DNA’sını taşıyarak doğan bebeklerin varlığı resmi olarak doğrulandı. Zihninizde türlü ihtimaller canlanıyor olabilir... Peki, bir çocuğun dünyaya gelmesi için ikiden fazla insana neden ihtiyaç duyulur? Aslında çocuğun dünyaya gelmesi, tüm insanlarda olduğu gibi dişi ve erkek kromozomların eşleşmesiyle, yumurta ve spermin buluşmasıyla gerçekleşiyor. Ancak annenin taşıdığı bilinen, hücre düzeyindeki bir hastalık yalnızca üçüncü bir insanın DNA katılımıyla çocuk dünyaya gelmeden önlenebiliyor.
Her halükârda oldukça mahrem ve ahlaki tartışmaları yanında getirebilecek bir konu olduğu için bu özel tedavi yöntemi büyük bir gizlilik içinde gerçekleştiriliyor. Çalışmaları yaklaşık 8 yıl önce başlayan, kamuoyuna duyurulmasıysa ancak bugünlerde gerçekleşen tedavi yöntemiyle İngiltere’de doğan en az 1 çocuk olduğu artık kesin olarak biliniyor. Birkaç çocuğun daha bu yöntemle dünyaya geldiği tahmin ediliyor. Tedavi yönteminin odağında hücreye güç veren, pil görevi gören mitokondri var. Anne yumurta hücresi kalıtımsal olarak sağlıksız bir yapıya sahip olduğunda, örneğin mitokondri DNA’sı hastalık bilgisi taşıdığında, embriyonun ilk hücresi de burada şekillendiği için aynı mitokondriyal bozukluğu alarak gelişimine başlıyor. İnsanlar tüm mitokondrilerini annelerinden aldıkları için bu sebeple oluşan hastalıkların tedavisi sonradan mümkün olmayabiliyor veya çok karmaşık tedavi yöntemleri gerektirebiliyor. Bozuk DNA’nın embriyoya geçmesini önleyen yöntem, sağlam mitokondri taşıyan bir yumurta donörü bulunmasıyla uygulanıyor. Yöntemin adı, mitokondriyal bağış tedavisi (MBT).
Tıbbi terimlere dalınca ister istemez soğuk bir hava esiyor ancak tedavinin uygulanış tekniğini öğrendiğimde, yürek ısıtan bir yanını keşfediyorum... Evvela anneye yumurtasını bağışlayacak ikinci bir doğurgan kadının tedaviye katılması gerekiyor. Yani üç ebeveynli çocuğun iki biyolojik annesi oluyor. Donör kadının sağlıklı ve döllenmiş yumurtası, kendi genetik materyalini barındıran hücre çekirdeğinden (nükleus) arındırılıyor. İçinde yalnızca asıl yumurtanın ihtiyaç duyduğu mitokondri kalıyor. Daha sonra annenin yumurtasından asıl genetiği barındıran çekirdek alınıyor ve donör yumurtanın içine, sağlıklı mitokondrilerin arasına bırakılıyor. Böylece bağışçı annenin yumurtası, gerçek annenin yumurta çekirdeğini kucaklıyor, ona yuva haline geliyor. Nihayet
embriyo sağlıklı gelişimine başlıyor.
Bağışçı anneden taşınan gen miktarı çok küçük, 37 adet DNA geçiyor. Geri kalan genler, yani yüzde 99,8 oranında DNA, yine çocuğun kendi anne-babasından geliyor. Bununla birlikte dünyaya gelen bebek resmen üç insanın DNA’sını taşımış oluyor ve tıbbi anlamda iki biyolojik anneye kavuşuyor. İngiltere’de Newcastle Doğurganlık Merkezi’nin öncülüğünü yaptığı tedavi yöntemi, dünyanın farklı ülkelerinde de uygulanıyor. İlk örneklerden biri ABD’li doktorların uygulamasıyla New Mexico kentinde gerçekleşmiş. 4 düşük yapan ve doğan iki çocuğunu da kaybeden bir anne, tedavi sayesinde sonunda sağlıklı bebeğine kavuşmuş. ‘Üç ebeveynli’ çocuklara sahip olan ülkeler arasında, birer bebekle Ukrayna ve Yunanistan’ın da
olduğu belirtiliyor.
Tarihe tanık olduğumuz zamanlardayız. Yaşadığımız günlerin sıradışılığını izliyor ve ömrümüze ne derece iz bırakacağını tahayyül edebiliyoruz. Ne düşünürsek düşünelim, Türkçe konuşan hepimiz ortak bir bilince dahiliz. Ülkenin ve toprağın nasıl hissettiğini sezebiliyoruz. Kolektif bilinç şeklinde algıladığımız müşterek bir gerçekliğin içindeyiz. Çocuklarımıza anlatacağımız müstesna hikâyelerimiz var şimdiden.
Tarihi kayda geçiren kimi olayların mistik ve ilginç bir durumu var. Tarihin işleyişi hakkında en yaygın bilinen şey tekerrür edişidir; benzer olaylar, zaman gelir, yinelenir. Peki, ‘Bu işin ardında bir sistematik, ilmi bir düzen var mıdır’ sorusu eminim çoğu insanın aklını kurcalar. Uzay-zamandaki sorulara yanıt arayan insanlardan en ünlüsü Albert Einstein’dı. Einstein, bir boyut olarak yorumlanan zamanın göreceli olduğunu gösterdi. Referans noktasına göre zamanın hızı değişebiliyor olmalıydı. Uzaya çıkmamızın en güzel yanı, pek çok fizik teorisini deneme imkânı açılmasıydı. Einstein’ın teorisi geçen yüzyılda defalarca ispatlandı. Atomik saatlerle yapılan ölçümlere göre iki referans arasında süratli hareket eden obje için zaman yavaş ilerliyor, sabit olan içinse daha çok zaman geçmiş oluyordu. Bir anlamda hızlanan obje zamanın önüne atlıyor, diğerinin ilerisine varıyor.
Birkaç hafta önce retronedensellik teorisiyle geleceğin geçmişe etkisini ele almıştık. Şimdiyse geçmişin, bugünü ve geleceği nasıl etkilediğine bakalım... Zaman, doğrusal perspektifte dün, bugün ve yarın arasında yol alan bir hat gibidir. Gelecek, bugünü ve geçmişi takip eder. Tekerrüre gelince... Geçmişteki büyük bir enerji dalgalanmasının gelecekte tekrar hissedilmesi, ender yaşanan fenomenlerden biri değil. Yakın tarihli bir tanesi var: Pandemi. Hatırlayacaksınız, pandemiden tam 100 yıl önce İspanyol gribinin Avrupa’yı vurması salgının başında en çok konuşulan konulardan biriydi. Dünyada 7 yılda bir kuraklık yaşanması, buzul çağları gibi döngüler, doğanın saatlerle işlediğini bize anlatıyor. Bedenimiz özünde biyolojik bir saat taşıyor. Saati ve takvimi biz geliştirmiş olsak da zaman tutma işini doğadan, kendi içimizden öğrendiğimiz muhakkak. Zamanın döngülerle hareket etmesini kimi kaynaklar oldukça rasyonel bir sistemle açıklıyor. ‘İlâhi Nizam ve Kâinat’ kitabına göre, zamanın iki türü var.
Bunlardan biri, Dünya’nın kendi ekseni ve Güneş etrafındaki dönüşüyle ilerleyen ‘yerel zaman’. Einstein’ın teorisini ispatlamaya yarayan atom saatleri sayesinde yerel zamanı mükemmel biçimde ölçebiliyoruz. Mükemmelik tabii, bizden değil, atomdan geliyor. Elektronların titreşim sabitiyle kabul edilen uluslararası bir zaman ölçütü var, dilerseniz Wikipedia’da bulabilirsiniz. Yerel zamanı Dünya’mızın nasibi olan zaman olarak düşünelim. Tüm gezegenlerin kendi zaman ayarları mevcut elbette. İkincisi zaman türüyse sonsuz zamanları kapsıyor. Einstein’ın görecelilik teorisiyle olayı daha rahat kavramak mümkün: Yavaş ve hızlı objeler izafi zamanlarda bulunduğuna göre tek bir zaman akışı yok. Sonsuz zaman hatları mevcut. Hepsi ebedi uzayda sonsuz açılardan kesişiyor. Tüm bu zamanların yekvücut haline gelmesine ‘küresel zaman’ deniyor. Daha kolay anlaşılması için buna evrensel zaman diyelim. Evrensel zamandaki sonsuz zaman hatlarının birbirleriyle kesişen noktalarına ‘an’ diyoruz. İşte bu noktaların, yani anların biri üzerinde sabit kalırsak, yerel zaman ortaya çıkıyor. Örneğin bir insanın ömrü, doğduğu yerel zamana tabi oluyor.
Başı ve sonu olan bu zaman döngüsünün tekrarını belirleyense evrenin tanıdık bir sırrı: Spiraller. Lineer yani doğrusal olarak bildiğimiz gece gündüz akışındaki ilerleyiş, aslında bir doğru üzerinde gerçekleşmiyor. Dünya’nın dönüşü, Güneş’in yörüngesindeki tur, hepsi dairesel hareketler. Neticede zaman spiral şeklinde aktığında, ileri doğru yolculuk edenler daha önce tesadüf ettikleri bir zaman aksından tekrar geçmiş oluyorlar. Aynı noktada uzay-zamana yayılmış olan titreşimler tekrar hissedilir oluyor. Güncel anda benzer olaylar tetiklenmeye başlıyor, titreşimler kolektif bilinci etkiliyor. Tarih böylece tekerrür ediyor. Döngünün yenilenmesi, ilk anındaki titreşimin kuvvetiyle doğru orantılı. Yani tarihteki olay ne kadar büyükse, bir sonraki devreye o kadar etki edebiliyor.
İş dünyasında yapay zekâya ve teknolojiye her geçen gün daha fazla yer açılıyor. Son üç yılda hem çalışma biçimlerimiz hem de iş kültürü bütünsel anlamda köklü değişikliklere uğradı. Şimdiyse yapay zekânın ve teknolojinin durdurulamaz yükselişine tanıklık ediyoruz. Geçen haftaki yazımda, yapay zekâya mesleğini kaptırma kaygısını merceğe alıp aksine onu bir kaynak olarak kullanmaya yönelik telkinlere yer vermiştim. Ertesi gün Dünya Ekonomik Forumu, mesleklerin geleceğine yönelik bir rapor yayımladı. Raporun ayrıntıları, telkinleri destekler nitelikteydi. Öyle görünüyor ki teknolojiye birçok yönden hâkim olmak yakın gelecekte neredeyse okuryazarlıkla eşdeğer sayılacak. Forumun kendi internet sitesinde ay başında yayımlanan rapor, aynı zamanda 2-3 Mayıs’ta Cenevre’de düzenlenen Büyüme Zirvesi’nin önemli çıktılarından. Rapora göre önümüzdeki 5 yılda çalışma kültürü önemli bir dönüşüme giriyor ve çalışanlarda aranan nitelikler büyük oranda yenileniyor. 2027 yılına kadar dünya çapında çalışanların sahip olduğu niteliklerin yüzde 44’ü altüst olacak ve yetersiz hale gelecek. Sebebi, teknolojik gelişmelerin şirketlerin eğitim programlarını yeniden tasarlayabileceği hızdan daha süratli olması. Bir başka deyişle, 5 yıl içinde yeteneklerinin en az yarısını yeniliklere uyduramayan herkes çağın gerisinde kalacak.
Gelecek yıllarda şirketlerin en fazla ihtiyaç duyacağı yetenek, analitik düşünme kabiliyeti. Problem çözme, sistematik düşünebilme ve sayısal, mantıksal ve rasyonel metotlarla ilerleyebilme kabiliyeti çalışanlar için büyük bir artı olacak. İkinci sıradaysa yaratıcılık geliyor. Yeni vizyonlar ve fikirler geliştirebilen, tasarım üretebilen, imgeleyebilen, sosyal ve iletişim yetenekleri gelişmiş işgücüne ihtiyacın artacağı anlaşılıyor. Dünya Ekonomik Forumunun Yönetici Direktörü Saadia Zahidi “Analitik düşünebilen, yaratıcılığı olan insanlara ilgi ve odağın artışını gözlemliyoruz. Ancak sosyal etki yaratabilme, başkalarıyla birlikte çalışabilme ve liderlik özelliklerinin de çok önemli hale geldiğini görüyoruz. Başkalarıyla bağ kurmamızı, yenilikçi olmamızı ve yaratıcı şeyler yapmamızı sağlayan, yani bizleri insan yapan özellikler işyerinde değer kazanıyor” diyor.
Analitik düşünce ve yaratıcılığın ardından en hızlı yükselen nitelikse teknolojik yetkinlik. Teknolojiyi her yönüyle kucaklayan bu niteliğin ardından 4’üncü sırada merak ve hayat boyu öğrenme arzusu geliyor. 5’inci sırada dayanıklılık, esneklik ve kıvraklık yer alırken 6’ncı sırada sistemler boyutunda düşünebilme kabiliyeti bulunuyor. Şimdilerde herkesin ilgi odağı halindeki yapay zeka ve büyük veri kullanabilme niteliğiyse 7’nci sırada yer alıyor. Listenin son sıralarında motivasyon ve özfarkındalık kapasitesi, yetenek yönetimi, hizmet oryantasyonu ve müşteri hizmetlerine yönelik beceriler var.
Jack Dorsey, Bluesky’daymış meğer
Twitter’ın satışının ardından büyük bir sessizliğe çekilen Jack Dorsey, Bluesky Social adlı yeni sosyal medya platformundan paylaşım yapmaya başladı. Takipçilerinin sorularına yanıt olarak Elon Musk’ı eleştirdiği sözleriyle dikkat çeken Dorsey özetle “Zamanlamanın doğru olmadığını anladığında geri adım atmalıydı. Yönetim kurulu satışı zorlamamalıydı. Yine de yaşandı… Şimdi bunun tekrar yaşanmayacağı yeni bir şey inşa etmeliyiz” mesajını verdi. Twitter’ın kurucusu ve eski CEO’su Jack Dorsey aynı zamanda sıkı bir ifade özgürlüğü savunucusu olarak tanınıyor. Dorsey’nin yönetim kurulunda yer aldığı Bluesky Social ise henüz deneme sürümünde olan, Twitter benzeri bir mikroblogging platformu. Şimdilik başvuruyla girilebiliyor ve sıra bekleniyor. Arka planda geliştirilen asıl projeyse tüm sosyal medya için yeni bir dijital bağlantı ortamına dönüşecek olan AT Protocol. İsmini @ işaretinden alan yeni protokol, herkesi şeffaf ve merkeziyetsiz sosyal medya platformlarına eriştirmeyi amaçlıyor. Jack Dorsey’nin paylaşım yaptığı Bluesky platformu, AT protokolünün işleyişini sergilemek ve denemek üzere geliştirilmiş. Tamamlanmasına az süre kalan protokol açıldığında ayrıntılarını sizlerle paylaşacağım.