Paylaş
Norfolk’taki Kraliyet mekânı Sandringham House’a telaş hâkimdir. Çünkü Noel arifesinde hanedan üyelerinin hepsi üç gün geçirmek için konuta intikal etmiştir. Tek bir eksik vardır; korumaları atlatıp üstü açık spor arabasıyla yolu bulmakta zorlanan Prenses Diana... ‘Biyografi filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ olmaya doğru ilerleyen Pablo Larrain son adımı ‘Spencer’da ‘Neruda’ ve ‘Jackie’den sonra yine yaşanmış bir hayatın izlerini sürüyor. Gerçi film ‘Gerçek bir trajediden bir masal’ ifadesiyle açılıyor ve çok geçmeden izlediğimiz hikâyenin gerçek kişilere değen kurgusal bir metne sahip olduğunu anlıyoruz.
ACI HATIRALAR...
İsmini Prenses Diana’nın bekârlık soyadından alan yapıt, 1991’de yaşanan üç ‘zorlu’ güne odaklanıyor. Bu süre zarfında, görkemin ve ihtişamın içinde boğulan, tutunacak dal olarak iki oğluna ve hizmetindeki Maggie’ye sıkı sıkıya sarılan bir kadının adım adım nefessiz, takatsiz kaldığını gözlüyoruz. Oysa malikânenin bulunduğu bölge Diana’nın doğup büyüdüğü yer. Ama bu ‘baba ocağı’ satıh artık onun için ‘başkalaşmış’ bir toprak parçası, ellerinden kayıp giden geçmişinin hüzünlü bir suretidir. Bir korkuluğun üzerinde bulduğu ve babasının olduğunu iddia ettiği ceket, köhne bir yapıya bürünmüş eski evleri, onun için adeta acı hatıralardır. Çünkü Diana o nesnelerle, yapılarla var olan umut dolu kişiliğinden farklı bir konumdadır. 10 yıllık bir evliliğin ardından aradığı mutluluktan uzaktadır ve kocası Charles’ın eski sevdalısıyla (Camilla Parker Bowles) olan ‘yasak ilişkisi’ hem saray çalışanlarının hem de basının dilindedir. Üstelik eşi ona, metresine hediye ettiği inci gerdanlığın aynısını almıştır! Ruhsal gelgitler yaşayan Prenses malikânenin yöneticisi konumundaki Binbaşı Gregory’nin odasına bıraktığını düşündüğü bir kitap vasıtasıyla Kral VIII. Henry’nin idam ettirdiği karısı Anne Boleyn’le kendisini özdeşleştirir.
Senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı ‘Spencer’ hem kimi detaylar, hem kimi göndermeler hem de kimi metaforlar eşliğinde derdini son derece başarılı bir şekilde anlatan ve seyircisini, ana karakteriyle birlikte saran, geren bir film. Mekân; mimari yanları, kullanıcıları, kısa süreli konukları ve hayaletiyle (Anne Boleyn) birlikte -birçok yabancı eleştirmenin de vurguladığı gibi- bir noktadan sonra adeta Kubrick’in ‘The Shining’indeki otele dönüşüyor.
Aslında filmin anahtar cümlesi, hemen başlarda yolunu kaybeden Diana’nın girdiği kafede kendisini tanıyan müşterilere (halka) bakarak sorduğu “Neredeyim ben” sorusunda beliriyor. Çünkü ‘Spencer’ her yönüyle kayıp bir karakterin öyküsü sanki...
YILIN EN İYİLERİNDEN BİRİ
Kadroda gezinirsek: ‘Diana’da Kristen Stewart son dönemdeki en iyi oyununu ortaya koyuyor. Yaşadığı sırça fanusun kendisinden neleri götürdüğünün farkında varmış Prenses’in kırılganlığını, güvensizliğini, korku ve kaygılarını başarıyla yansıtıyor. Ayrıca neredeyse yer aldığı bütün kadrajlarda çok güzel görüküyor. Performansı onu En İyi Kadın Oyuncu’da Oscar’ın adayları arasına sokacak gibi...
Binbaşı Gregory’de Timothy Spall, Maggie’de Sally Hawkins, mutfak şefi Darren’da Sean Harris, büyülü İngiliz oyunculuk geleneğinin filmdeki uzantıları olarak fazlasıyla parlıyorlar. Karısına “Sana biçilen rolü oyna” tavsiyesinde bulunan ve fazlasıyla ‘sünepe’ bir karakter olarak çizilen Prens Charles’ı ise Jack Farthing canlandırmış.
Jonny Greenwood’un son derece gürültülü ve gerilimle dolu müziğinin yanı sıra ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ ve ‘Küçük Annem’ filmlerinin de görüntü yönetmeni olan Claire Maton’ın pastoral çerçevelerinin de altını çizmek gerek.
Britanya monarşisi içinde yolunu arayan kadınlar, baskın ya da ezilen karakterleriyle her daim edebiyatın ve sinemanın konusu oldu. Pablo Larrian’in yapıtı, bu koridorun son üyesi. Film yer yer “Prenses Diana 1997’deki kazadan önce de bazı zamanlarda ölmüştü” demeye getiriyor.
‘Spencer’ atmosferi bakımından etkileyici elbette ama izledikten sonra yine de şu soru zihninizin bir yerinden kendisini hatırlatıyor: Gezegendeki onca kadın sorununun, cinayetlerle sonuçlanan öykülerin yanında bu modern zamanlar masal kahramanının derdi biraz fazla lüks mü acaba? Üstelik Diana’nın, Spencer ailesi üyesi olarak zaten yeterince ‘soylu’ bir kökeni vardı ve dahil olduğu okyanus, çok da bilmediği sular değildi. Neyse, sinematografik açıdan yılın en iyilerinden, kaçırmayın derim...
OYUN, SET, MAÇ VE HAYAT!
“Richard Williams’a kimse saygı duymadı ama size duyacaklar” diyen, çocuklarının önünde sokak serserileri tarafından dövülen bir baba. Çoğunlukla siyahların ve Latinlerin yaşadığı, fakirlikle örülü Los Angeles’a bağlı Compton’da beş kızını yetiştirmeye çalışan, karısıyla birlikte özellikle Venus ve Serena’ya kariyer planlaması yapan bir adam… Üstelik bu planlamayı daha çok orta sınıf beyazların hâkim olduğu, ‘elit sporu’ lakabına sahip tenis üzerinden yapıyor. ‘Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar’ (King Richard), tenis tarihine damga vuran iki kız kardeşin, Venus ve Serena’nın babalarının öyküsü. Hayatın en karamsar anlarında bile espri yapmaya soyunan, onca fakirliğe rağmen çıkış yolu arayan ve bulan, azim sahibi, disiplinli bir kişilik... Ama bir o kadar da kendi doğrularına inanan, inatçı, dediğim dedik, baskın ve yorucu bir profil.
Senaryosunu Zack Baylin’in kaleme aldığı, yönetmenliğini de Reinaldo Marcus Green’in üstlendiği ‘Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar’, çoğunlukla kortlarda geçse de bildik spor filmleri formatından uzakta seyrediyor. Irkçılıkla hayatın her alanında karşılaşmış bir topluluğa (siyahlara elbet) rol modeli olan ve tenis sporunda onlara geniş koridor açan ‘Williams kardeşler’in hangi şartlarda yetiştiklerini gösteren yapımda babayı canlandıran Will Smith de kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atmış.
DİĞER SEÇENEKLER...
Ünlü serinin yeni adımı ‘Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’da ‘Z Kuşağı’nın hayaletlere karşı mücadelesi var. Jason Reitman’ın yönettiği yapımda başrolleri Finn Wolfhard, Mckenna Grace, Carrie Coon ve Paul Rudd paylaşıyor. Joachim Trier’in imzasını taşıyan ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’ (Verdens Verste Menneske) Julie adlı genç bir kadının arayışlarını anlatıyor. Kadroda Renate Reinsve, Anders Danielsen Lie gibi isimler var. Gerilim filmi ‘Cehennem Kapısı’nı (Al Tercer Dia) Daniel de la Vega yönetmiş. Ahmet Kapucu imzalı romantik komedi ‘Aşk Yolunda’da Şahin Irmak, Çiğdem Batur, Bora Cengiz ve Bengi İdil Uras rol alıyor. Haftanın diğer yerli yapımları şöyle: ‘Ecinni3: Issız Çığlık’ (Yön: Mehmet Sağlam), ‘Muallim’ (Yön: Müslim Şahin), ‘Corantina-19’ (Yön: Can Sarcan), ‘Yan Etki’ (Yön: Pekin Azer). Animasyon seçeneği ‘Pişiriciler’ (Die Heinzels-Rückkehr der Heinzelmannchen) ise Ute von Münchow-Pohl imzasını taşıyor.
Paylaş