Paylaş
Lakin bugün yeni bir yılın ilk günü ve kim ne derse desin, erken kalkmanız biraz zor... Dolayısıyla 1 Ocak 2014 itibariyle gazeteler, haberler, köşe yazıları, söyleşiler vs. geceden kalan mahmurlukla biraz kayıtsız, biraz üzerinden hızlı geçilerek, yer yer önemsenmeyecek bir haletiruhiyeyle okunacak… Bunun elbette farkındayım… Ama ne olursa olsun, farkında olduğum, olduğumuz bir şey daha var: 2013’ün bambaşka kimliği… Evet acı bir yıldı, evet aramızdan birçok değeri alıp gitti, evet çoğumuza hiç de iyi gelmedi, evet, evet, evet... Ama bunca ‘Evet’ içinde bize ‘Hayır’ demenin yolunu da hatırlattı. Genel çizgileriyle bakıldığında gelecek kuşaklara anlatacağımız, dayatılanlara karşı “Yeter” diye nihayetinde sokağa çıkıp haykırdığımız, ‘İnsanlık tarihi’ne kendi çapımızda önemli bir notu düştüğümüz isyanın, direnişin de yılıydı 2013…
Futbol bu ülkede her türlü toplumsal olayın da ifadesi… Zaman zaman sahadakiler ama daha çok tribündekiler ülkenin gidişatına ilişkin bazen kaygı ve düşüncelerini, bazen onaylarını, bazen tepkilerini, bazen alkışlarını tezahüratlarla, pankartlarla ya da spontane eylemleriyle hep gösterdiler. Yaptıkları doğruydu yanlıştı ama içlerindeki bir şekilde dökmeyi bildiler. Öte yandan bu oyun siyasi erkin de hep kullanım alanı içindeydi. Dışarıda özellikle Franco ya da Salazar gibi diktatörler toplumlarını, kendilerince dizayn ederken oyunun büyüsünden, cazibesinden, kitleler nezdindeki öneminden hep yararlandı. Bizde ise özellikle ‘Rahmetli’ Özal, topun peşinde koymayı seven siyasetçilerdendi (önemli bir notu düşmem lazım, diktatör değildi elbet). Almanya’da oynanan 1-1’lik Galatasaray-Monaco maçıyla başlayan süreçte Özal, mücadeleyi dönemin Alman Başbakanı Kohl’le birlikte izlerken, peşi sıra ilk kez futbolun siyaset tarafından fazlaca kullanıldığına dair saptamalar ve yer yer itirazlar yükselmeye başladı yazı-çizi erbabı kanatta. Sonraki aşamada eski bir amatör futbolcu olan Recep Tayyip Erdoğan, sahaya ayağını uzattı ve neredeyse hiç çekmedi. Heykelden mimariye, içkimizden çocuk sayımıza kadar her bir şeyimize müdahale etmeye niyetli bir zihniyet, bir zamanlar oynadığı dünyanın en basit sporu hakkında elbette görüş sahibi olacaktı (somut bir örnek; son Milli Takım Teknik Direktörlüğü değişikliğinde biliyoruz ki kendisinin hamleleri etkili oldu).
Ve fakat bizim siyasetimizin futbolla kesiştiği en önemli noktayı ‘Taraftar refleksleri’ üzerinden tanımlamak mümkün. Taraftarlığımız, siyasete bakışımızla paralellikler içeriyor; önemli olan tuttuğumuz takıma halel gelmemesi, ola ki bize karşı bir haksızlık yapılıyor, hemen tepki gösteriyoruz, başkasına yapıldığında ise susuyor ya da görmezden gelip yolumuza devam ediyoruz. Bu refleks, siyasetçinin oyuna bakışında da geçerli... Eğer ki tribünler Başbakan’ı seviyor, ait olduğu partiyi alkışlıyor, pankartlarını tezahüratlarını bu yönde şekillendiriyorsa sorun yok ama aynı kitleler muhalif takılınca ‘Tribünlerde siyaset yapılıyor, buna izin vermeyiz’ görüşü devreye giriyor. Lakin adın bir stada verilmiş, her gittiğin şehirde miting yaparken boynunda yörenin futbol takımının atkısını takıyorsun, sonra ‘Futbolu siyaset karışmasın…’ İnandırıcı değil elbet…
‘Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz…’
Bu mesele aslında 2013-2014 sezonunun ilk yarısında fazlaca işlendi. İstanbul’da ‘Üç büyükler’e ait taraftarlar ‘Gezi ruhu’nu tribünlerde yaşattı. Her ne kadar Beşiktaş’ın Çarşı’dan kaynaklanan bir avantajı olsa ve bu konuda bir tür öncülüğe soyunsa da Fenerbahçe ‘Sol Açık’ın, ‘Vamos Bien’in, Galatasaray da ‘Tekyumruk’un önderliğinde toplumsal duyarlılığı statlarda yansıtmayı bildiler. Yeni olansa şu artık: ‘Gezi ruhu’, hükümet kanadında yaşanan ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ iddialarına ilişkin tepkilerle yoluna devam ediyor. Fenerbahçe tribünleri ise farklı olarak 5-1’lik son Kayserispor maçında özellikle, ‘Gezi olayları’ sırasında Eskişehir’de, polis ve esnafın birlikte katlettiği gencecik fidan, Ali İsmail Korkmaz’a ilişkin (ki kendisi iyi bir Fenerbahçe taraftarıydı) uzun süredir söylenen ‘Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe Yıkılmaz’ tezahüratını bu kez en üst perdeden dillendirildi.
Toparlarsak tribünler siyasi ve toplumsal hayatın dinamiklerini seslendirmeyi sanırım sezonun ikinci yarısında da sürdürecek. Bazen yasalar ya da yönetmelikler, hayatın gerçekleri ya da iç dinamikleri karşısında eskir ya da yetersiz kalır. Dolayısıyla iktidarın sürekli bir ‘tehdit’ kabilinden sahaya sürdüğü ‘Yasak kardeşim’ tavrı, tribünlerin haykırışına engel çıkaramaz. Yayıncı kuruluşun tezahüratlar karşısında sesi kısması bile artık sıradan bir ‘prosedür’ refleksine dönüştü.
Herkese mutlu bir yeni yıl dilerken futbolun hayatın en önemli ifade alanlarından biri olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatırım…
Paylaş