Paylaş
Uzun ömründe ‘ikbali de idrabı da görenler’ var. Kimi eski günlerine ağıt yakarken kimileri manşetlerden düşmeyen... Kimi endüstriyel futbolun zenginliğinde giderek büyürken, kimi zor zahmet ayakta kalmaya çalışan... Kimi pek meşhur, kimi uzaktan aşina, kimi gözden ırak, adı bile bilinmez... Niceleri var.”
Bu güzel oyunu İngilizler icat etti, sevdirdi, bazı yerlerde ‘sömürgeci efendiler’in ifadesi oldu, bazı yerlerde başkaldırının simgesi... Bazen ona çok anlamlar yükledik, bazen hak ettiği değeri veremedik. Ama küçük bir 19. yüzyıl eğlenceliği, 20. yüzyılda kitlelerin en büyük histerisine dönüştü ve hükümranlığını 21. yüzyıla taşımayı da başardı. Herkesin oyunla olan ilişkisi türlü türlü, mesafelisinden hastalıklısına her dem taze, her dem ilgi çekici... Ama Britanya’da doğup çoğu kez Brezilyalıların estetik, Almanların fiziki güç, İtalyanların taktik, Hollandalılar akıl, bu coğrafyanın ise kaos kattığı oyun, artık ‘endüstriyel futbol’ adı verilen bir çarkın içinde salınıp duruyor. Bu çark, her yerde asıl olarak kasaları doldurulmasına, her daim kazanılmaya yönelik bir kültürün yeşermesine, ilgili ilgisiz birçok kişinin kâr hırsıyla meseleye dahil olmasına ortam sağlıyor. Ama yine de herkesi bir noktada birleştiren, belki de toplayan başka bir şey var; oyunun kendine özgü çekiciliği...
‘Söz uçar, yazı kalır...’
Eskiden sadece hafta sonu oynanan lig maçları, hafta ortası ifa edilen kupa serüvenleri ilişkiyi belli bir seviyede tutardı, şimdiyse her geceye yayılan ve gereksizce uzatılan bir yarış var ve asıl hedef, oyunun cazibesinden yararlanarak her daim kâr, kâr, kâr... Hal böyle olunca da etikten çok ‘Durmak yok, yola devam’ öne çıkıyor.
Asıl kötü olan da şu: Bu topraklarda ‘endüstriyel futbol’un oyunun kuralına göre inşa edilmemesi... Ürünler problemli. Müşterinin eli açık, son derece cömert ama piyasaya sürülen ‘mal’ tatmin edici değil. Verdiğin paranın karşılığını alamıyorsun. Lakin taraftarsın ve doğan gereği, bir zamanlar yaptığın o sadakat sözleşmesini kafana göre yırtıp atamıyorsun. Elin oğlu kuralına göre oynuyor oysa. Sevdasının karşılığını alıyor ve tutkusunu sadece maça giderek değil, meseleye ilişkin dergisiydi, kitabıydı, almanağıydı diyerek, ‘yazılı alan’da da gösteriyor. Sadece seyretmiyor, okuyor da... Bizde ise tutku, sadece oyunun görselliğine ve nerdeyse o anına dair... Geride kalan tortuda ise yalnızca komplo teorileri ve kaotik yansımalar var. Her konuda olduğu gibi okumak bu alanda da bizim için meşakkatli bir uğraş. Bir maçı izliyoruz ve hemen tarihin çöplüğüne yolluyoruz. Her zaman önümüzdeki maçlara bakıyoruz. Önümüzdeki maçlara, önümüzdeki yeni transferlere, önümüzdeki yeni hamlelere... Oysa futbolda da ‘Söz uçar, yazı kalır’ şiarı geçerli.
Oyunun her limanına uğruyor!
Farkındayım, geniş aldım ve asıl olarak varmak istediğim limana yaklaşmak için fazladan turlar attım. Özetle mesele şu: Girişte, çok yakın bir zaman önce çıkmış bir kitabın sunuş yazısından alıntı yaptım. Tanıl Bora-Ziya Adnan ikilisinin (ya da ‘Tandem’inin) ortak yazılarıyla çıkan ‘Kimi Başrol, Kimi Karakter’ adlı çalışma, ‘futbol kitapları’ başlıklı toplama yeni dahil olmuş taze bir soluk. Bora-Adnan ikilisi, koca bir okyanusun farklı sularına girip çıktıkları kitapta 70 yazıyla o çok sevdiğimiz oyunun her bir limanına uğramışlar neredeyse. Belki şöyle özetlersem meseleyi daha kolay anlatırım derdimi: Eğer Simon Kuper’in üslubundan, futbola bakış açısından ve yaklaşımlarından hoşlanıyorsanız bu kitapta benzer bir mantığın izlerini bulacaksınız. Bu âlemde futbolun yazısı çizisi çok az ve her yeni hamle, yeni bir çentik oluyor. ‘Kimi Başrol, Kimi Karakter’ ise ait olduğu topluluk adına derin bir bırakacak çalışma olmuş. Nasıl derler, belki her eve değil ama her aklı başında futbolsevere lazım...
Paylaş