Paylaş
70’lerin ünlü klasiği ‘Love Story’den bu yana çok iyi biliyoruz ki aşk fena halde ağlatır... ‘İkimizin Yerine’, dünyasını, atmosferini bu genel kural (!) üzerine inşa eden bir yapım olmuş. Küçük kasaba hayatının kendine özgü ritüelleri arasında kendisine çıkış yolu arayan ve tekdüze gördüğü yaşantısına renk getirmek için çabalayan Çiçek, özlemini duyduğu heyecanı İstanbul’dan gelen edebiyat öğretmeninde bulduğunu düşünür. Genç kızdan 20 yaş büyük Doğan ise Çiçek’in ilişki yolundaki her türlü hamlesine karşın öğretmen-öğrenci çizgisinin sınırlarında kalmayı tercih etse de yaşanılan süreç onları tutkulu bir aşk hikâyesinin öznelerine dönüştürecektir...
Hatıralarımızda yerleri kıymetli onca müzik klibinde imzası bulunan Umur Turagay, 1998 tarihli ‘Karışık Pizza’dan 18 yıl sonra uzun metraj cephesine ‘İkimizin Yerine’yle dönüyor. Senaryosunu Pınar Bulut’un kaleme aldığı yapım, açmazları olan bir ilişkinin izlerini sürüyor. Baskın bir anne figürünün hâkim olduğu aile yapısı içinde çoğu kez baba desteğiyle ayakta duran Çiçek’le en başından beri gizemli bir geçmişi olduğu hissi verilen Doğan’ın ilişkisi etrafında kurulu bir çatıya sahip filmde arka plan (Çiçek’in arkadaş çevresinden esnafa, özellikle de ‘Büfeci Kudret’) belli ölçülerde sağlam inşa edilmiş. Bu noktada ‘İkimizin Yerine’ Çiçek üzerinden ait olduğu kuşağın reflekslerini yansıtmada başarılı. Ayrıca her gün gittikçe muhafazakârlaşan bir Türkiye profilinde ana karakterin bir genç olarak özgür rotasını ve ruhunu arama çabası da takdire şayan geldi bana.
‘GARİP’ÇİLERDEN NÂZIM’A
Keza Mudanya’nın kendine özgü mimarisi de yer yer devreye girmiş. Ayrıca ‘Garip’ akımından (dolayısıyla Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday) Nâzım Hikmet’e uzanan ve kimi anlarında şiirlerle süslenen diyaloglar da gönül çelici (Hele hele bu çabaların ‘Kürk Mantolu Madonna’ şahikasının yaşandığı haftaya denk gelmesi ‘özel alkış’ı hak ediyor gibime geldi). Lakin bütün açmazların hastalıklı anne karakterine yüklenmesi filmin geneline bakıldığında öyküyü taşımakta zorlanan bir gerekçe gibi görünüyor. Dramanın atardamarı konumundaki esrar da benzer şekilde zorlama olmuş. Bunu bir noktaya kadar anlamak mümkün, çünkü Doğan’ın sırrı seyirciyi ağlatma yönünde kullanılmak istenmiş ama bunun yeterince etkileyici olduğunu söyleyemeyiz. Bir de film, süre (126 dakika) olarak biraz uzun gibi.
Oyunculuklara gelince: Bir kere Nejat İşler’i uzun süre sonra tekrar perdede görmek elbette keyif veriyor. Doğan karakterinin bazı anlarında mimikler ve tepkiler itibariyle adeta gerçek hayattaki İşler’i görmek mümkün. Serenay Sarıkaya, ilk başrolünde karakterinin kafa karışıklığını, halet-i ruhiyesini başarıyla yansıtıyor. Anne-babada Zerrin Tekindor ve İştar Gökseven de iyiler. Öte yandan filmin bence en akılda kalıcı performansı ‘Büfeci Kudret’ rolündeki Özgür Emre Yıldırım’dan geliyor. Son dönem filmlerinin başarılı oyuncusu, karakterine özel bir ‘hakikat’ katıyor.
‘İkimizin Yerine’, eksiklerine rağmen ait olduğu kulvar bakımından ilgiye değer bir çaba diyebiliriz...
İKİMİZİN YERİNE
Yönetmen: Umur Turagay
Oyuncular: Nejat İşler, Serenay Sarıkaya, Zerrin Tekindor, İştar Gökseven, Özgür Emre Yıldırım, Merve Çağıran, Aslı Bekiroğlu
Türkiye yapımı
‘RÜYA’ BÜTÜN ÇEKTİĞİMİZ...
Geçmişte bıraktığı izlere göz attığımızda ‘Filler ve Çimen’le ebru, ‘Cenneti Beklerken’le minyatür, ‘Nokta’yla da hat sanatını öykülerinin ön ya da arka planına yerleştirdiğini çok net gözlemlemek mümkün. Derviş Zaim son filmi ‘Rüya’da bu kez mimarinin hayatımızdaki ve modern dünyamızdaki izdüşümlerine göz atıyor. Hoş, mimari geleneksel sanatlarımızdan değil artık; daha doğrusu gelenekselle ilişkisini çoktan koparmış, her tarafı betona boğmuş, alabildiğine hoyrat bir anlayışın üzerinde çok çok uzun bir süredir salınıp duruyoruz. Güzelim kentler, kasabalar, peyzajlar, cepheler çoktan geçmişle bağını koparmış, ölçekler çoktan büyümüş, sanat, zarafet sözcükleri rafa kaldırılmış, kimsenin şöyle bir durup soluklanmaya, geriye dönüp bakmaya ne mecali ne zamanı var; slogan ise belli: ‘İleri, hep ileri’...
‘Rüya’ işte bütün bu düşünceler ve yaşadığımız fiziksel gerçeklik etrafında kuruyor genel yapısını. Mimar Sinan’ın, Balyanlar’ın, hatta hatta Sedad Hakkı Eldem’in tarihsel uzantısında yaşadığımız boşluğun tarifine soyunuyor. Lakin kâğıt üzerinde son derece donanımlı bir bakış açısına sahip, yaşadığımız zamana ait bu dertler filmin ölçeğinde, tıpkı iyi çizilmiş ama uygulamada istenilen hedefe varamayan mimari projeler gibi olmuş.
SİSTEMİN ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜ
‘Rüya’nın sanırım ilk sorunu, sistemin çürümüşlüğünü, açmazlarını bir mimarlık bürosu üzerinden ele almakla başlıyor. Evet, bu tür meselelerde meslek erbabının duruşu önemlidir ama sistem kendi ahlakını, kendi ruhunu dayattığında, hele ki mesleğin toplumsal tabanda karşılığı yoksa, ayakta durması, direnmesi ne kadar gerçekçidir? Hele hele ‘rantiye ruhu’nun her yere nüfuz ettiği, büyüme ve gelişme sözcüğünün her yerde adeta mirasın yıkılması noktasında telaffuz edildiği ortamda mimarın sözü ne denli ağırlıklıdır? Ya da yapıtlarıyla çağın gidişatına yön veren mesela Sinan’ı yüzyıllar sonra birebir taklit etmek, yaratıcılıktan uzak kopya tasarımlarla geçmişin ruhunu günümüze taşıdığını sanmak...
Kitsch’e, kötü taklitlere göz kırpan, göz nuru miraslar niteliğindeki şehir siluetlerini, tarihi yarımadaların görüntülerini ihtiraslara göre yok etmek; bütün bu kültürel saldırı karşısında mimarlık, mimarlar ne kadar direnebilir? (Aslında ‘Rüya’nın ana karakteri Sine bütün bu yıkım ve tahribat ideolojisine karşı da mücadele etmek istiyor ama film sinematografik olarak iddialarının altından kalkamıyor). Sürekli açılmalar ve kapanmalar, yani sarmal yapı hafiften ‘Inception’ efekti yaratmanın ötesine geçemiyor.
Bu arada belki geneli ilgilendirmez ama mimarlık camiası bakımından Emre Arolat’ın tasarladığı Sancaklar Camii’nin filmde kullanımı son derece iyi bir hamle olmuş.
Yönetmen: Derviş Zaim
Oyuncular: Gizem Erdem, Ebru Helvacıoğlu, Dilşat Bozyiğit, Gizem Akman, Mehmet Ali Nuroğlu.
UĞUR VARDAN’LA HAFTANIN FİLMLERİ
KÜÇÜK TONAJLI JASON BOURNE...
54 yaşının baharında hâlâ aksiyonel takılmayı seven Tom Cruise’a ‘Görevimiz Tehlike’nin adrenalin yükseltici varlığı yetmemiş ki, yeni bir serinin de öznesi olarak karşımızda. Söz konusu öznenin ismi ‘Jack Reacher’ ve Cruise, bu hafta itibariyle salonlarımıza uğrayan filmde kendisini ikinci kez canlandırıyor.
Jack Reacher, Amerikalı yazar Lee Child’ın kurgusal karakteri. Eski bir asker (rütbesi de ‘Binbaşı’ymış), sistemin kötü adamları onu çoğu kez ‘suçlu’ ilan ediyor; lakin Reacher bir şekilde meselenin üstesinden geliyor ve hem suçsuzluğunu kanıtlıyor hem de kötüleri adalete teslim ediyor. Yayımlanmış ilk macerası 1997 tarihli ‘Killing Floor’. Seri hakkında çıkan yazıların birinde onu “Yarı (Arthur) Rimbaud, yarı John J. Rambo” şeklinde tanımlayan bile var.
Sinemayla buluşması ise 2012 tarihli ‘Jack Reacher’ filmiyle olmuştu. ‘Olağan Şüpheliler’in senaristi olarak tanınan Christopher McQuarrie’nin yönettiği yapım, serinin ‘One Shot’ adlı macerasından uyarlanmıştı. Tom Cruise’un Reacher’ı canlandırdığı film, bir nevi karakterin tanıtımını içeriyordu. İkinci adım olan ‘Jack Reacher: Asla Geri Dönme’ (‘Jack Reacher: Never Go Back’) ise “Biz artık sinemada da seri olduk”un ilanı niteliğinde.
‘PSİKOPAT’ SUİKASTÇI
Aslında, sistem içinden dışına düşen yanıyla bir anlamda ‘Jason Bourne’u da hatırlatan Jack Reacher’ın sinemadaki ikinci adımı Afganistan’da iki askerin öldürülmesiyle başlayan bir süreci işliyor. Amerikalı bir güvenlik şirketinin kaçak silah pazarlaması entrikası etrafında dönen öykünün yan yollarında ise birkaç aks var, onlar da şu; süreç içinde sistem dışı ilan edilen Binbaşı Susan Turner’la Reacher’ın yakınlaşması, kahramanımızın kızı olduğu iddia edilen Samantha’yı koruması altına alması ve söz konusu tezgâhı hazırlayanların peşlerine taktığı ‘suikastçı’. Reacher, bir yandan Turner’la birlikte Samantha’yı korumaya çalışıyor, öte yandan ‘psikopat’ eğilimleri olan suikastçıyla hesaplaşmayı sürdürüyor ve nihayetinde tezgâhı da ortaya çıkarmaya çalışıyor.
‘Jack Reacher: Asla Geri Dönme’ klişelere dayalı basit öyküsünün zaaflarını yakın dövüş teknikleriyle kapatmaya çalışmış. Finaldeki kalabalık içinde aksiyon ise son Bond filmi ‘Spectre’ın açılış bölümünün küçük ölçekli bir tekrarı gibi.
Ezcümle vasat bir aksiyon olmuş ‘Jack Reacher: Asla Geri Dönme’. Filmden geride ‘Suikatçı’daki Patrick Heusinger’in çizdiği, diğerlerinin yanındaki nispeten öne çıkan profil ve Susan Turner rolündeki Cobie Smulders’ın (ki kendisini ‘How I Meet Your Mother’ dizisinin Robin’i olarak da hatırlıyoruz) güzelliğinden başka bir şey kalmıyor.
JACK REACHER:ASLA GERİ DÖNME
Yönetmen: Ed Zwick
Oyuncular: Tom Cruise, Cobie Smulders, Danika Yarosh, Patrick Heusirger, Aldis Hodge, Robert Knepper
ABD yapımı
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın diğer yapımlarına gelince; ‘Defne’nin Bir Mevsimi’ni Mehmet Öztürk yönetmiş, Hande Subaşı, Gökhan Alkan, Mert Öcal ve Murat Karasu başrollerini paylaşmış. Animasyon türündeki ‘En Süper Kahramanlar Birliği’, (‘Bling’) Kyung Ho Lee ve Wonjae Lee ikilisinin imzalarını taşıyor. Daha çok küçük seyircilere seslenen ‘Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları’nı (‘Middle School: The Worst Years of My Life’) ise Steve Carr yönetmiş, oyuncular Griffin Gluck, Lauren Graham, Alexa Nisenson ve Andrew Daly. Yerli gerilim ‘İllet’te başrolleri Aydın Sidal, Taner Karamahmutoğlu, Gülçin Özlen ve Can Ay paylaşıyor, yönetmen ise Soner Acar.
Paylaş