Paylaş
İçerideki mücadelenin ana aktörleri Galatasaray ve Fenerbahçe, dışarıda da aynı rolleri üstlenmeyi başardılar. Bu aslında sistemin kendi içinde barındırdığı doğruların da dışa vurumu anlamına geliyor. Öte yandan bir önceki haftanın konusu Milli Takım’dı... Ay-Yıldızlılar ve teknik direktörleri Abdullah Avcı’nın performansı basın ve kamuoyunca iki maçlık periyod dolayısıyla hatırlandı, ardından bir sonraki adım olan 6 ve 9 Eylül’deki Andorra (içeride) ve Romanya (dışarıda) maçlarına kadar bu fasıl ‘şimdilik’ kapandı.
Milli Takım cephesinde en önemli mesele olarak “Artık kulüp takımlarını herkes daha çok önemsiyor, milli maçlar formalite olarak görülüyor” tezi dillendiriliyor. Doğru, futbola olan temel ilgisini sadece kendi takımı (ama o takımında sadece kazananını seven) etrafında biçimlendiren bir kültürde Milli Takım’ın eski anlamını yitirdiği açık. Öte yandan bu sevdanın eski anlamına göz atıldığında kırmızı beyazlılara olan ilgiyi mesela ‘Milliyetçilik’ gibi ya da ‘Tek devlet, tek millet’ türü modern toplumların farklı kültürlerden oluşan mozaiklerini dışlayan yapısına ters düşecek okumalar kapsamıyordu.
HAFIZALARDAKİ GÜZEL ANILAR
Benim ve önceki kuşakların şöyle bir problemi vardı; o dönem tuttukları kulüp takımlarının Avrupa maceralarını sürdürecek ne temel doğruları, ne de bugünkü gibi büyük bütçeli ekonomik sermayeleri yoktu. Zaten ülke puanları da düşük olduğu için ilk turlarda zorlu rakiplerle eşleşirler ve beklenildiği gibi turnuvalara hemen veda ederlerdi. Bu bakımdan Trabzonspor’un 1-0’lık Liverpool galibiyeti, Fenerbahçe’nin 3-2’lik hem de tur atlatan Bordeaux zaferi ya da Galatasaray’ın Neuchatel ve Monaco destanları haklı olarak zihinlerde ve tarih sayfalarındaki yerlerini hemen alırdı. Milli Takım ise katıldığı turnuvalarda gruptaki rakip sayısına göre 10 ila 12 maçlık ‘garanti’ bir serüvene atılırdı. Bu iki yıla yayılan bir süreçte, bizim en büyük derdimiz olan ‘Avrupalılık’ meselesinin futbol ayağındaki ölçüme soyunurduk. Müzikteki sınavımız nasıl Eurovision’sa, ‘Ayak topu’ndaki kıyas düzlemimiz de Euro bilmem kaçla, Dünya Kupası bilmem kaçtaki performansımız olurdu. Hele de sık sık ‘Dünya şampiyonu’ unvanlı Batı Almanya’yla aynı gruplarda buluşmamız, turnuvalara katılmadan eleme gruplarında benzer heyecanı tatmamızı sağlardı.
MİLLİYETÇİLİKTEN AŞIRIP MİLLİ TAKIMA
Artık bu kıyas düzlemi kulüp takımlarının başarısına endekslendi. Düşünsenize bugün oynanacak Real Madrid-Galatasaray maçı, dünyanın en iyi ligi olarak zihinlerimizdeki sarsılmaz konumunu koruyan La Liga’nın iki büyüğünden biriyle bizim büyüklerimizden birinin gerçek anlamda tartısını sağlayacak. Öte yandan Milli Takım olgusunu ‘Milliyetçilik’ ekseninden uzaklaştıran güzellikler de var: Mesela Almanya... Kadrosunda Polonya (Podolski, Klose), Gana (Boateng), Fas (Khedira), Türkiye (Mesut, İlkay) kökenli oyuncuların harmanıyla elde edilmiş muhteşem bir oluşum var (geçmişte böylesi bir rolü Zidane’lı Fransa üstleniyordu). Bu takımın yapısı muhtemelen Hitler’i yattığı yerden ters döndürüyordur. Orada her iki cephede sevda yükselebilir. Bizim sorunumuz ise böyle bir karışım meselesi. Örneğin Atletico’yla onca zaferi tadan Arda, Euro 2008’i gördü ama bundan sonra büyük turnuva görür mü, bilinmez. Keza Burak Yılmaz da Galatasaray’la bu sezon ‘Uluslararası bir figür’e dönüştü ama Milli Takım formasıyla henüz büyük turnuvada yer alamadı. Bütün bunlar kişisel öyküler açısından büyük eksiklik. Neyse bu konu daha çok su kaldırır, gelecekte tekrar döneriz...
KAZANMAK DEĞİL KATILMAK!
Malum bu yaz ülkemizde 21 Haziran-13 Temmuz tarihleri arasında FIFA U20 Dünya Kupası düzenlenecek. Kulaklarımız, kura çekiminden itibaren ‘Gece’ grubunun seslendirdiği ‘resmi’ şarkı ‘Yıldızlar Buradan Yükseliyor’la muhatap oluyor. Geçen hafta da Banu (Yelkovan) da Radikal’deki yazısında değindi, ben de katkıda bulunayım: Şarkının sözlerinin bazısına, mesela “Gencim ben gelecek benim / Kazanmak kazanmak benim kaderim” kısmına itirazım var. Evet, bu topraklarda futbol ‘Kazanma kültürü’yle yoğurulmuş bir oyun. En sevdiğimiz tezahüratlardan biri de “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan.” Ama doğru olan şu; bu oyun üç ihtimalli ve yenilgi de hem meselenin tanımında, hem de bizatihi hayatın kendisinde var. 20 yaş oyuncularla yola çıkılmış bir turnuvada asıl mutluluk ‘Kazanmak’tan çok ‘Katılmak’ ve o şenlikte yer almak olsa gerek. Üstelik ‘Önemli olan katılmak’, organizasyonunu almaya çalıştığımız ‘Olimpiyat Oyunları’nın da ruhuna denk düşen en önemli kavram. Naçizane hatırlatırım…
Paylaş