Aslına halel getirmiyor...

Fransız kanadında ‘Yeni Dalga’ yükselirken o daha çok ‘Anaakım sineması’na dahil edilebilecek yapıtlarıyla öne çıktı. “Serüven filmlerini daha çok seviyorum, çünkü oraya özgü heyecan beni çekiyor” diyordu.

Haberin Devamı

2003’te aramızdan ayrılan (kanserdi) Jacques Deray’ı bizim kuşak, ‘Borsalino’, ‘Üç Adam Ölecek’, ‘Mağlup Edilemeyen’ gibi klasikleriyle tanımıştı. Türkiye’de ‘Sen Benimsin’ ismiyle gösterime ‘La piscine’ (‘Havuz’) ise belki de kariyerindeki ‘Yeni Dalga’ya en yakın filmdi. Söz konusu yapımın kadrosunda o zamanlar birlikte olan Alain Delon ve Romy Schneider’ın yanı sıra bir başka Fransız efsanesi Maurice Ronet ve ilk önemli rollerinden biriyle seyirci karşısına çıkan Jane Birkin yer alıyordu. Bir nevi ‘Dream Team’ olan bu ekiple, unutulmayacak bir yapıta imza atmıştı Deray.

 

Orijinali böyle olunca, “Yeniden çevriminden de çok şeyler beklemek hakkımızdır” diye düşünüyor insan. Nitekim Luca Guadagnino imzalı (‘A Bigger Splash’) şimdiki zaman uzantısı, zannımca gayet iyi bir film olmuş. İtalyan yönetmen, kimi rotüşlarla derli toplu ve derinlikli bir yapıta imza atmış. Alain Page’in orijinal hikâyesini bu kez David Kajganich senaryolaştırırken (1969’daki versiyonundaki senaryoyu Deray, Jean-Claude Carriere’yle birlikle kaleme almıştı), arka plana hafiften şimdiki zaman toplumsal sorunlarının gölgesini de düşürmüş.

 

Haberin Devamı

Önce kısaca öykü diyelim: Dünyaca ünlü bir rock yıldızı olan Marienne Lane, tatilini kendisinden genç belgesel sinemacı sevgilisi Paul’le İtalya’ya bağlı volkanik bir adada geçirmektedir. Sürpriz bir telefon, tatil ekibinin büyümesine neden olacaktır. Eski prodüktörü ve sevgilisi Harry, gencecik kızı Penelope’la birlikte aralarına katılır ve bu noktadan sonra bir anlamda kartlar yeniden dağıtılır…

 

 

 

RALPH FİENNES MUHTEŞEM

 

 

Tıpkı geçmişte olduğu gibi ‘Sen Benimsin’ Türkçe çevirisiyle vizyona çıkan film, öncelikle derinlikli çizilmiş karakterleriyle dikkati çekiyor. Evet, bu cephede orijinal film de başarılıydı ama Guadagnino’nun versiyonu adeta dört ana karaktere de eşit şekilde kulak kabartıyor ve onları sırasıyla son derece etkileyici portreler haline getiriyor. Ayrıca öykünün seksüel tansiyonu neredeyse film boyunca hiç düşmüyor ve bu yanıyla ‘Sen Benimsin’ kendi çapında bir özel bir gerilimin ifadesine dönüşüyor. Oyunculuklar zaten çizgi üstü. Her daim androjenik görüntüsüyle Tilda Swinton, Marienne rolünde yabancı eleştirmenlerin de belirttiği gibi yer yer David Bowie havası bile estiriyor. ‘Grinin Eli Tonu’yla tanıdığımız Dakota Johnson elbette orijinal filmde aynı rolü (Penelope) canlandıran Jane Birkin’le kıyaslanamaz ama onun da ayrı bir çekiciliği olduğunu söylemeliyiz (ki bazı kadrajlarda Sharon Stone’u hatırlatıyor). Harry’de Ralph Fiennes muhteşem (özellikle Rolling Stones’un ‘Emotional Rescue’sü eşliğinde dans ettiği sahne unutulmaz) ötesi ve teslim etmeliyiz ki ‘La Piscine’deki Ronet’den daha derin bir iz bırakıyor zihinlere. Filmin en şansız eşlemesini ise Paul’de Matthias Schoenaerts yaşamış. Malum, orijinal filmde aynı rolde Alain Delon’u izliyoruz. Böylesi bir efsanesinin yerini kim doldurabilir mi?

 

Haberin Devamı

Sonuç? ‘Sen Benimsin’ bir tekrar çevrim ama filmi izlerken Angelina Jolie’nin ‘By the Sea’si (gerçi o daha çok Antonioni etkilerine sahipti), Bertolucci’nin ‘Stealing Beauty’si, hatta hatta Sorentino’nun ‘La grande bellezza’sı bile akla geliyor. Tunuslu göçmenler üzerinden hafiften ‘sosyo-politik’ mesajların da peşine düşen Luca Guadognino, bence onu tanıyıp sevdiğimiz ‘Benim Adım Aşk’tan sonra yine son derece iyi bir filme imza atmış, kesinlikle kaçırmayın derim.

 

 

KARŞILAŞTIĞIMIZA MEMNUN OLDUK...

 

Bilgisayar oyunu ‘Warcraft’ın sinema uyarlaması ‘Warcraft: İki Dünyanın İlk Karşılaşması,’ öykü boyutunda ‘The Lord of the Rings’le ‘Game of Thrones’ arası bir yerde geziniyor. Filmin en önemli kozu, etkileyici görsel efektleri...

 

Haberin Devamı

Bilgisayar oyunlarının sinema serüvenleri hanesinde yeni bir sayfa daha açılıyor. Bu kez hamle sırası, kendi adıma yaş ve kuşak itibariyle pek de bilmediğim bir oyun olan ‘Warcraft’ta. Söz konusu evrenin beyazperde uyarlaması olan yapım, Türkiye’de ‘Warcraft: İki Dünyanın İlk Karşılaşması’ adıyla gösterime giriyor.Önce kısaca özet diyelim: Kendilerine yeni bir yaşam alanı arayan Orklar, başlarındaki kötücül lider Gul’dan’ın metafizik güçlerinin yardımıyla Dünya’ya adım atar.

 

Hedef, geride kalanları da getirip yeni bir koloni kurmaktır. Bunun yolu da paralel geçişe imkân sağlayan geçidi işler hale getirmektir. Söz konusu gelişmeler barışın hüküm sürdüğü Azeroth topraklarını tehdit edecektir. Bu durumda da insanlardan oluşan Stormwind Krallığı’nın hükümdarı Llane, kumandanı Lothar’ın öncülüğünde Orklar’a karşı mücadele ederken sihirli güçlere sahip muhafız Medivh de devreye girecektir...‘Moon’ ve ‘Source Code’ adlı filmlerinden tanıdığımız İngiliz yönetmen Duncan Jones’un (ki kendisi David Bowie’nin oğludur) imzasını taşıyan ‘Warcraft’ın bize sunduğu evren ‘The Lord of the Rings’le ‘Game of Thrones’ arası bir yeri tarif ediyor gibi.

 

Haberin Devamı

Orklar, insanlar, cüceler, elfler derken benzer karakterler arasında dolaşıyoruz sanki. Yani filmin hikâye ve karakter anlamında pek bir şaşırtıcılığı ya da farklılığı yok. Lakin Jones, görsel açıdan etkileyici bir dünya kurmayı başarmış. Bir kere Orklar, performans yakalama tekniğinin yardımıyla çok başarılı bir şekilde perdeye yansıtılmış. Stormwind Krallığı’nın mimari açıdan tasarımı da daha çok İngiliz ortaçağ kentleri tadında olmuş (Komutan Lothar’ın bir tür atı görevini üstlenen devasa kuş da görsel tasarım olarak fena değildi). Savaş sahneleri de kayda değer. Velhasıl filmi asıl ayakta tutan unsur olarak görselliği ön plana çıkıyor.

 

ORK BEBEĞİN KADERİ!

 

Haberin Devamı

Öykü boyutunda da, evet özellikle ‘The Lord of the Rings’ tadı alıyoruz filmden ve mesela Azeroth ‘Orta Dünya’yı, komutan Lothar (aman ha, ‘Logar’ değil!) Aragorn’u, Gul’dan da hafiften Saruman’ı çağrıştırıyor ama ben genel cepheler itibariyle Orklar’ı Kızılderililere (özellikle birebir dövüş ritüelleri ve kendilerine özgü gelenekleri itibariyle), insanlık tarafını da kovboylara benzettim. Bu dağılımda ‘Warcraft’, iki tarafın da birbirini anlamasını çabalayan, ‘barış içinde yaşamak lazım’ karakterli western filmlerine de benziyor. Tek bir farkla: gerçekte beyazlar Kızılderililerin topraklarını istila eder, bu kez Orklar kendilerine yeni bir gelecek arama niyetiyle bir nevi beyazların dünyasına nüfuz ediyor.

 

Oyunculara gelince... Komutan Lothar’da ‘Vikingler’ dizisinden hatırlanan Travis Fimmel, iki ayrı ırk arasında barış elçisi gibi duran yarı ork Garona’da Paula Patton, gündelik hayatta da örneğine sıkça rastladığımız iktidar sarhoşu kötülerin öyküdeki temsilcisi Gul’dan’da Daniel Wu, Kral Llane’de Dominic Cooper, sağduyu sahibi ork Durotan’da Toby Kebbell, iktidar ve kötülük arasındaki hizmetini her daim sürdüren muhafız Medivh’de Ben Foster filmi sürükleyen başlıca isimler...

 

Filmin finali itibariyle anlıyoruz ki bu bir serinin ilk adımı. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘Warcraft: İki Dünyanın İlk Karşılaşması’ fena bir giriş sayılmaz. Öte yandan Durotan-Draka çiftinin minik bebeği Go’el üzerinden de sanki Hz. Musa’nın öyküsüne göndermede bulunulmuş (ki ‘ufaklık’, fiziksel açıdan Hellboy, Hulk ve Shrek çağrışımları da yapıyor). Kaderinin onu nereye taşıyacağını ise sonraki hamlelerde göreceğiz sanırım.   Sonuç olarak bu film hakkındaki en doğru yargıyı kuşkusuz ‘Warcraft’ hayranları verecektir, bizim yazıp çizdiklerimiz kendi çapında ‘ara nağme’ kabilinden kayda geçsin lütfen!

 

DİĞER SEÇENEKLER

 

Bu hafta gösterime giren diğer yapımlar şöyle: ‘Vurgun’ (Yön: Alex-Benjamin Brewer), ‘Evrim’ (Yön: Lucile Hadzihalilovic), ‘Arama Moturu’ (Yön: Atalay Taşdiken), ‘Sokak Köpekleri Bal ile Betty’ (Yön: Fedai Çakır), ‘Şeytanın Çocukları: El Ebyaz’ (Yön: Oya Köksal-Vedat Dikmetaş), ‘Benim Çılgın Düğünüm 2’ (Yön: Kirk Jones). 

Yazarın Tüm Yazıları