Paylaş
Ama bu sinema denen sanat aynı zamanda yaşı itibariyle fazla görmüş geçirmiştir... Hangi konuya el atsanız, “Ama bunu yıllar önce şunda yaptılar, bunda daha iyisi vardı vs.” türünden ‘ön eleme turu’ndan geçmek zorundasınız. EL James’in çok satmış üçlemesinden aynı adla sinemaya uyarlanan ilk adımı, ‘Grinin Elli Tonu’nu (‘Fifty Shades of Grey’) izlerken bu türden bir muhasebeye ister istemez giriyorsunuz. Yönetmenliğini Sam Taylor-Johnson’ın üstlendiği yapım, kâğıt üzerinde şimdiki zamanın ‘9.5 Hafta’sı gibi dursa da çağrışımlar koridorundan ‘Gece Bekçisi’, ‘Paris’te Son Tango’, ‘O’nun Hikâyesi’ gibi yapımlar da geçiyor. Lakin salondan çıktığında bu filmleri hatırlamak, ‘Grinin Elli Tonu’ için çok büyük iltifat olur noktasına geliyorsunuz.
Arkadaşının dönem ödevi için röportaj yapmaya gittiği genç işadamı Christian Grey’den etkilenen (ya da ‘elektrik alan’ diyelim) Anastasia Steele, romantik bir şekilde atılan hızlı adımların ardından kendisini farklı bir dünyanın içinde bulur. Bu ‘farklılık’ sadece helikopterle şehir turu, planör, özel şoför türünden sınıfsal rötuşlar değil, bambaşka bir cinsel deneyimler toplamıdır. Üstelik bakire bir kız için karşı tarafın ‘sadizm’le at başı giden teklifleri, fazlasıyla değişiktir. Ama işin içinde aşk vardır ve gönül, bu uğurda bazı şeylere katlanabilir. Ya da katlanabilir mi? Yoksa “Bu kapının ardından benim oyun odam var” diyen birine, içeri girdikten sonra “Oo, beyimizde meğerse ne cevherler varmış”tan başka ne denebilir? Peki“Ben aşk yapmam, beceririm. Hem de sertçe” gibi ifadeler kullanan biri sizin için ne anlam ifade eder? “Vay, kapak çocuğumuza bakın, sertlikten ölecekmiş”ten başka bir şey gelmiyor aklıma… Gelenleri de yazıya dökmenin anlamı yok…
‘SOĞUK METAL’ ETKİSİ
5 üzerinden 1 yıldız
‘Grinin Elli Tonu’ aşağı yukarı böylesi bir anafikir üzerinde inşa edilen bir konuya sahip. Lakin film son derece sıkıcı bir şekilde çok ağır ilerliyor. Ortada meseleyi taşıyacak yüklü bir felsefe yok. Tamam, bu kabulümüz ama öyküyü cazip kılacak bir görsellik, seyircisini heyecanlandıracak hamleler olsaydı; bunlar da yok... Filmin cilalı estetiği ise en fazla ‘soğuk metal’ etkisi yapıyor. Oysa kamera arkasındaki isim olan Sam-Taylor Johnson’ı, özellikle ‘Nowhere Boy’la tanıyıp çok sevmiştik. “John Lennon’ın yetişme dönemini çok güzel bir şekilde aktaran bir yetenekten daha fazlasını beklemek hakkımızdır” diye düşünüyorum.
Sonuç? Parlak kâğıda basılmış erkek dergilerinden çıkma işadamıyla (bu karakteri Jamie Dornan canlandırıyor) çıtı pıtı bir kızın (bu karakterde ise Melanie Griffith’le Don Johnson’ın kızı Dakota Johnson’ı izliyoruz) zorlama seks maceraları, en azından bu film özelinde boşa geçecek 125 dakikadan başka bir şey vaat etmiyor. Kişisel bir notla bitireyim: Aslında galiba biraz da sorun ‘eğitim’inin bir bölümünü 70’li yıllarda sinema salonlarında alanlarla ilgili. O dönem derslerimize o kadar iyi hocalar girdi ki, şimdikiler bırakın onların üstüne çıkmayı, çıtaya aynı noktalara taşımakta bile zorlanıyor!
Paylaş