Paylaş
Çünkü ait olduğum kuşak futbolu televizyonun hayatımıza girdiği dönem, özellikle ilk göz ağrımız Dünya Kupası 74’ten itibaren severken ortada Ay-Yıldızlılar yoktu. Çok çok uzun bir süre de olmadı. Düşünsenize bendeniz futbolla 1973’ten itibaren ilgilenmeye başladım, Milli Takım ilk turnuva deneyimi 1996’da, Avrupa Şampiyonası dolayısıyla tattı.
42 yıllık ‘aralık’
Yani arada 23 yıllık bir boşluk var. Benimkisi neyse 40’larda doğmuş birini alın, bir tek 1954 Dünya Kupası’na katılmış takımı biliyor, dolayısıyla onun zaman aralığı tam 42 yıl. Peki biz buna rağmen oyuna küstük mü, sevdamızda bir eksiklik oldu mu? Yoo... Boş durmadık, başka takımlara sevdalandık, o büyük turnuvalarda Hollanda’yı, Brezilya’yı, Arjantin’i, Fransa’yı, hatta Cezayir’i tuttuk... Futbolsever dediğin her daim kendine akacak bir nehir, uzanacak bir dal bulur.
Bu yaz da böyle olacak, Türkiye Brezilya 2014 sahnesinde yok, başka sevdalarla haşır neşir olacağız. Hoş benim zaten milliyetçilik damarında bir problem var, şu ana kadar bu soruna modern tıp dahil hiçbir kurum ve kuruluş çare bulamadı. Böylesi bir refleksi ‘post-modern’ dünya ahval ve şeraiti içinde demode buluyorum.
En önemli vitrin
Zaten bir göz atın yaşanan gelişmelere; zamanında sömürdüğü ülkelerin çocukları artık büyüyüp yaşadığı toprakların takımlarında forma giyince ortada ‘Milliyetçilik’ ekseninde bir olgunun, mevhumun da kalmadığını göreceksiniz.
Bakın Almanya’ya, Mesut’undan Khedira’sına, Podolski’sinden Boateng’ine damarlarında ‘Germen kanı’ dolaşmayan onca yetenek ‘Panzerler’ diye adlandırılan takımın en önemli parçaları. Keza Dünya Kupası 98’de, evinin de şampiyonu olan Fransa, Cezayirli Zidane, Kaledonyalı Karembeu, Ermeni Bogosian, Arjantin kökenli Trezeguet, Guadalup kökenli Thuram gibi isimlerden oluşuyordu.
Irkçı siyasetçi Le Pen’in, “Milli marşı bile söyleyemiyorlar” demesine kimse aldırmadı, bütün bir Fransa bu takımı bağrına bastı, birçok futbolsever de... Lakin yine de futbolun kendine özgü döngüsü içinde ‘Milli Takım’ kavramı, yeni rotüşları ve refleksleriyle önemini belli ölçülerde koruyor, çünkü Dünya Kupası hâlâ oyunun en önemli vitrinlerinden ve keyif alanlarından biri.
1 puan dert değil
Gelelim hafta içi oynanan İsveç mücadelesi üzerinden bizim toprakların milli takımının geleceğine... ‘Spor basını’nı bilirsiniz, hazırlık maçlarında galip gelinince övgüler diz boyu, mağlup olununca ‘Öldük, bittik’. Teknik direktör Terim’in bile sakin ve gayet olgun karşıladığı 2-1’lik galibiyet sayfalara göz atıldığında alabildiğine abartılı anlamlarla önümüze geldi.
Neyse, ben her zaman takımların gerçek kapasitelerini uzun turnuva serüvenlerinde ortaya koyduklarına inanırım ki bu bir inançtan çok mantığın gereğidir.
Dolayısıyla Türkiye, Euro 2016 hedefine gözünü en üst noktaya dikerek değil, mantık rotasını doğru beklentilerle çizerek ulaşabilir. Evet, Hollanda maçlarında da kazanmak için sahaya çıkılmalı ama iki maçtan bir puan bile alınsa dert edinilmemeli.
2 maç, 4 puan
Asıl rakip Çek Cumhuriyeti diye düşünülmeli ve iki maçlık randevulardan dört puan çıkarılmak için çabalanmalı. Lakin bizim takımın genel refleksleri de göz önünde bulundurularak asıl olarak grubun ‘Zayıf’ kategorisinde ele alınan takımlarıyla oynanacak maçların kayıpsız atlanılmasına çalışılmalı.
Bakın formülü verdim, iş bu mantığı sahada gerçekleştirecek takımda...
Şaka bir yana, serinkanlı, akılcı ve sabırlı bir yol haritasıyla Euro 2016 hedefine varmak zor değil.
Zaten 24 takımın yer olacağı şenlikte de olamazsak, oyuna dair öğretilerin en başına kadar gitmemiz gerekecek gibi...
Paylaş