Paylaş
Bugünden bakıldığında Darwin’in ‘evrim teorisi’ üzerine serbest bir uyarlama olarak da tanımlanabilecek olan ‘La planete des singes’yi 1963’te kaleme almıştı Pierre Boulle. Fransız edebiyatçının 1952’de yazdığı ‘Kwai Köprüsü’ gibi bu yapıtı da çok geçmeden sinema perdesine gölgesini düşürecekti. Farklı konusu ve zihinlerde yer eden onca karesiyle Franklin J. Schaffner’ın yönettiği 1968 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi’, bir klasik olarak tarihteki yerini aldı. Sonrasında devam filmleri geldi... Hollywood aynı suda 2001’de yeniden yıkanmak istedi ama kamera arkasında Tim Burton olduğu halde istenilen sonuç alınamadı.
2011’de bu kez mesele en başından tanımlandı: İlk adım niteliğindeki ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’ (‘Rise of the Planet of the Apes’) bir bilim insanının babasının Alzheimer hastalığına çare ararken kendine bambaşka bir koridor bulmasını ve maymunların zekâsını geliştiren bir virüsü keşfetmesini anlatıyordu. Lakin bu hamlenin bir bedeli olacaktı, insanlık için ‘yıkıcı’ özellikleri de olan bu virüs zekâ ve genetik açıdan evrimleşmiş maymunlar yaratacaktı. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ (‘Dawn of the Planet of the Apes’) ise dünyanın yeni dengeler içinde olduğu 10 yıllık bir aranın ardından öyküsüne başlıyor. Virüs insanlığın büyük bir kısmını yok etmiş durumda. Önceki filmin ana maymun karakteri Caesar ise San Francisco yakınlarındaki Muir ormanlarında hüküm süren yeni bir medeniyetin lideri olmuştur. Bir tür ‘Kıyamet sonrası’ ikliminde topluluğun tartıştığı ana konu yakın çevrelerinde artık insan kalıp kalmadığıdır. Nitekim iki aydır kimseyi görmediklerini belirliyorlar birbirlerine. Lakin ormanda yolunu şaşırmış gibi görünen bir grup insan, henüz tükenilmediğini hatırlatır onlara. Grubun lideri konumundaki Malcolm, konuşma yetisine sahip olduğunu fark ettiği karşılarındaki toplulukla iletişime geçmek ister. Daha sonra San Francisco’daki bir tür koloni hayatına geri döndüklerinde de gördüklerini ayakta (ve hayatta) kalanlara aktarır. Caesar, insanlığa dair güvensizliği olsa da karşıdan uzatılan eli geri çevirmek istemez, lakin yardımcısı Koba ısrarla barışa karşı çıkar. Bu yolda Caesar’ın oğlu ‘Mavi Göz’ü de yanına alır. İnsanlık cephesinde ise koloninin yöneticisi Dreyfus aynı şekilde barışın mümkün olmadığına inanır. Derken iki taraf da geri dönülmez yola doğru ilerler...
İngiliz yönetmen Rupert Wyatt’ın imzasını taşıyan ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’, entelektüel derinliği, duygusu, psikolojik yanları ve senaryo bakımından kurduğu kayda değer çatıyla 2011’in en iyi filmlerinden biriydi. ‘Maymunlar Cehennemi’ mitosunu restore edip öyküyü kendince çok iyi toparlıyordu. ‘Cloverfield’le tanınan Matt Reeves’ın çektiği ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ ise hem bir üçlemenin ikinci filmi görünümünde hem de başka sulara açılan bir öykünün ilk halkası tadında. Belki somut bir isim üzerinden gitmek lazım, bu tür adımlarda hep örnek verildiği üzere ‘Star Wars’ serisindeki ‘The Empires Strikes Back’i andırıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kez ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’taki tadı pek bulamadım. Senaristler (Rick Jaffa ve Amanda Silver) aynı olmasına rağmen önümüze atılan hikâye politik duruş ya da mantık açısından doğru bakışlar içerse de temel olarak ‘İki tarafta da iyiler ve kötüler vardır’ gibi bildik bir kabulde ilerliyor. Bu da öncelikle bana tipik bir western şeması gibi geldi... Bu şemayı her türlü mücadeleye taşıyabilirsiniz; kızılderililer olur, uzaylılar olur, komünistler olur, olur da olur. Hakkını yememek lazım, aslında filmde çok iyi çekilmiş, özellikle başlarda çok çok etkileyici sahneler var... Ama hikâyenin ana hatları daha bir belirginleşmeye başlayınca film görsel ve efekt zenginliği açısından standartlarını korusa da cazibesini belli ölçülerde kaybediyor... Öte yandan iki taraf arasın daki ateşkes meselesi bu coğrafyadan bakıldığında bizdeki hassas dengeler üzerinde yükselen ‘Barış süreci’ çağrışımları da yapıyor...
Caeser nerde Brutus orda!
Oyunculuklara gelince, insanlık cephesinde Malcolm’da Jason Clarke öncü konumunu koruyor. Avustralyalı oyuncu zaten az sayıda kalmış insan türünün çokken de az olan bir özelliğini, ‘Âkil’liği gayet iyi yansıtıyor... Gary Oldman ise ‘liderlik sorumluluk ve risk almaktır, ait olduğun topluluğu korumaktır’ türü bildik bir refleksten hareket ederek “Zaten karşı taraf hayvan, içgüdüleriyle hareket ederler” diyerek sürekli “Onlar bizi yoketmeden biz onları yok edelim”ci politikanın üreticisi Dreyfus’ta üzerine düşeni hallediyor. ‘Yüzüklerin Efendisi’nin Gollum’u olarak bildiğimiz Andy Serkis ilk filmde olduğu gibi Caeser’ı canlandırıyor ve ‘Hareket yakalama teknolojisi’yle öyküye yeterince hareket getiriyor (Bu arada bazı yabancı eleştirmenler bu tiplemede Abraham Lincoln’ün izlerini bulmuş). Karakterin isminden yola çıkarak kelime oyununa soyunursak bu öykünün Caesar’ına ‘Brutus’lük eden (aslında zaman zaman oğlu ‘Mavi Göz’ de bu role soyunuyor) yardımcısı Koba’da Toby Kebbell da son derece etkileyici bir kötü olmayı başarıyor.
Birkaç ayrıntı daha: Boş San Francisco sokakları’nda –Gel de Karl Malden’i anma–, özellikle Golden Gate Köprüsü’nde cirit atan maymunlarla dolu sahneler ‘I am Legend’ filmini de akla getiriyor. Etkileyici kadrajlar –ki görüntü yönetmeni Michael Seresin çok iyi iş çıkarmış– görsel açıdan ilgiyi düşürmüyor. Öykünün iniş çıkışlarına ve kendine özgü gerilimine eşlik eden Michael Giacchino’nun müzik çalışması da çok iyi ama dediğin gibi hikâye bildik bir yatakta ilerliyor. Ama nihayetinde ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ yine de izlenmesi gereken bir çalışma, en azından üçüncüsünün karşısına rahatça kurulabilmek için!..
Paylaş