Paylaş
Herkes ‘hava’dan oynayamıyor... Kaza riski yerde çok daha fazla olmasına karşın ‘Uçuş korkusu’ modern dünyadaki malum psikolojik dertlerden biri. Konuya hâkimim, çünkü bende de var. Dolayısıyla 2001’den beri bir uçağın penceresinden yeryüzüne göz atmayı terk etmiş biri olarak benzer dertlerle örülü filmlere kuşkusuz özel bir ilgi gösteriyorum; çünkü bir tür nostaljik etki yaratıyorlar! Son dönemde salonlarımıza uğrayan Denzel Washington’lı ‘Flight’ ve Liam Neeson’lı ‘Non-Stop’, benzer korkuları yaşayan izleyiciler için sanırım sinemasal yanlarından çok yaşattığı duygular açısından özel yapımlardı.
Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Uçuş 7500’ de aynı güzergâhın yolcusu bir çalışma. Japon yönetmen Takashi Shimizu imzalı yapım, zorlu bir uçak yolculuğunda yaşananları anlatıyor. Önce ‘kısaca öykü’ diyelim: Vista Pacific Havayolları’na ait bir Boeing, Tokyo seferini yapmak üzere Los Angeles’tan havalanır. Uçakta beklenildiği üzere her biri farklı dertlere sahip yolcular vardır. Keza uçuş ekibinde de hosteslerden biri uçağın pilotuyla yasak bir ilişki yaşamaktadır. Amma velakin yolculuğun esnasında ortaya çıkan güçlü bir türbülans bütün bu gündelik dertlerin unutulmasına neden olur. Artık tek mesele vardır; uçağın mürettebat ve yolcularıyla sağ salim Tokyo’ya varması... Ve fakat türbülans dindikten sonra uçağa tuhaf bir kutuyla binen bir işadamı önce şiddetli göğüs ağrılarından şikâyetçi olur, peşi sıra hayatını kaybeder. Derken asıl sorunlar da bu noktada başlar... Artık uçak, yolculuğuna esrarengiz olayların eşliğinde devam etmektedir...
Takashi Shimizu’yu ‘Garez’ serisinin yaratıcısı olarak hatırlıyoruz. Japon yönetmen, ‘Uçuş 7500’de Pasifik’in ortasında daha kat edeceği altı saatlik bir mesafe bulunan bir uçağın içinde olanları anlatırken gerilime dayalı atmosferini aracın klostrofobik yapısı üzerine inşa etmeyi hedeflemiş: Havada süzülen koca bir kütle ama içindekiler için, olası dertlerden kaçacak, dışarı atıp kendisini kurtaracak bir durum yok. Buraya kadar olanlarda çok da yeni bir şey yok; Shimizu ve senaristi Craig Rosenberg işin içine hafif psikolojik ögeler, halüsinasyonla gerçeklik arasında gidip gelen anlar, vakalar ve de süreçler katarak adrenalini yükseltmeyi ve buralardan seyirciyi germeyi hedeflemiş. Aslına bakılırsa film, ‘Garez’ ya da aynı coğrafyadan gelen ‘Ring’ ve benzeri gerilim yapımlarıyla aynı kulvarda koşmuyor; gerilimini daha minimal ölçeklerde, sömürüye çok da kaçmadan yapıyor. Ki bunun nedenini öykünün finalinde daha iyi anlıyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘Uçuş 7500’ün kategorisi, finalde terse yatıran filmler serisi. Hoş işin nereye seyrettiğini öykünün bir noktasında anlamanız mümkün fakat filmi biraz değerli kılan buna rağmen belli bir tada sahip olması, istediği duyguyu seyircisine geçirmesi...
Zaten dert bu olunca kadro da yıldızlık özelliğinden uzak isimlerle donatılmış -Oysa 70’ler boyunca salonlara uğrayan ‘Uçak’lı felaket filmlerinde manzara böyle miydi? ‘Airport’lar Alain Delon’lar, Sylvia Kristel’ler, George Kennedy’lerden geçilmezdi.- ‘Uçuş 7500’ün kadrosunda benim için tek tanıdık isim vardı, o da ‘Kelebek Etkisi’yle şöhrete kavuşan Amy Smart. Leslie Bibb, Jamie Chung, Jerry Ferrara, Ryan Kwanten, Johnathon Schaech, Scout Taylor Compton ve Alex Frost gibi isimler belki diziseverler için tanıdıktır ama sinema serüvenleri itibariyle bana çok aşina gelmediler.
Sonuç? Kendine özgü gerilimiyle Shimizu imzalı bu yapım, orta karar bir seyirlik olarak sineye çekilebilir...
Uçuş 7500: 5 üzerinden 3 yıldız
Amerikan sineması için ‘Soğuk Savaş’ bir türlü bitmiyor; geçmişteki düşman genel olarak komünistlerdi şimdi ise rejimi değiştirseler de genlerindeki kötülüklerden arınmayan eski Doğu Bloku ülkelerindeki birtakım bireyler... Bir fark var; zamanımızın kötüleri ‘Resmi’ üniforma giymiyor, sivil hayatın içinde yapıyorlar ne yapıyorlarsa... Aslında eski komünistler de halihazırda kötülük merkezleri, lakin onlar daha çok aksiyon sinemasının ilgi alanı dahilindeler. Sivil kötüler ise ‘Şiddet pornosu’ deyimiyle de matuf bir türün içinden çıkıp geliyorlar. Ünlü ‘Hostel’ serisini hatırlayalım, olay mahalli Slovakya’ydı. Bu haftanın mönüsü içinde yer alan ‘Mezarına Tüküreceğim 2’nin (‘I Spit On Your Grave 2’) ana mekânı ise kapı komşumuz Bulgaristan...
Öykünün kahramanı Katie, New York cangılında geçimini garsonluk yaparak sağlarken bir yandan da modellik yapmak için fırsat kollamaktadır. Bunun için ajanslara portfolyosunu göndermesi gerekmektedir. Çalıştığı yerdeki panoda gördüğü bir telefona başvurur ve verilen adrese giderek fotoğraflarını çektirir. Ama bu adım onun için sonun başlangıcı olacaktır; mekândaki tipler pek de tekin değildir. Akabinde tecavüze uğrar, sürekli şiddet görür. Bir fırsatını bulup kaçtığında ise Sofya’da olduğunu anlayacaktır.
Orijinal film 1978 tarihliydi ve ‘Teksas Katliamı’ ya da ‘Tepenin Gözleri’ gibi dönemin ruhuna uygun bir yapıya sahipti. Steven R. Monroe 2010’da yeniden çevrime soyundu ama bu yetmemiş, 2014’te de konusunu özetlediğimiz bu yapımla karşımızda. Yukarıda ismini zikrettiğimiz yapımlara bakılırsa (ki bu ekibe ‘Deliverance’ı bile katabiliriz), şiddetin, vahşetin elbette bir adresi yok ama şimdiki zamanın öykülerinde olay mahallini ‘Eski komünistler’in topraklarında göstermek gibi bir eğilim var ve ‘Mezarına Tüküreceğim 2’ de bu furyaya sırtını dayamış.
Doğrusunu söylemek gerekirse film çok çok kötü... Akıl mantık hak getire (gerçi onları arayan kim) ama görselliğinde, atmosferinde ya da oyunculuk performanslarında da bi numarası yok... Bizim görevimiz, gidip izliyoruz, naçizane size önerim bu güzel havalarda vaktinizi en azından bu filmde harcamayın; hele hele şiddetin hayatın içindeki seyrine hiçbir zaman ara vermediği, zaman zaman devletin çocuklara bile kıydığı bir coğrafyada bizim bu türden filmlere zaten ihtiyacımız yok diye düşünüyorum...
Mezarınıza tüküreceğim II: 5 Üzerinden 1 yıldız
Paylaş