Paylaş
Seriye, 2003’te son adım olan ‘The Matrix Revolutions’la veda ettiğimize göre aradan geçen 18 yılda neler olmuş olabilir? ‘The Resurrections’ bu sorumuza cevap vermeye çalışırken bizi San Francisco’da, geçmişi parlak ama artık psikolojik sorunlarıyla boğuşan orta yaşlı bir video oyun programcısı Thomas Anderson’la buluşturarak işe başlıyor. Yaşadıkları, verdiğini sandığı mücadele hayal miydi, son derece yüklü görünen ‘dün’, ona zihninin oynadığı bir oyun muydu? Sürekli gittiği terapist rüyalarını (ya da kâbuslarını) yorumlarken onun ‘gerçeklere’ (!) dönmesi ve hayata tutunması için çabalaması gerektiğini belirtiyor... İşyerindeyse Warner Bros.’un onlarla, kabul etmezlerse de onlarsız yeni bir ‘Matrix’ filmi çekeceği konuşuluyor. Öte yandan belleği onu eski görüntülerle buluşturuyor... İçindeki kabuk bağlamayan asıl yara Trinity... Takıldığı kafede sık sık gördüğü kadın o mu acaba? Lakin bir şekilde tanıştığı, isminin de Tiffany olduğunu öğrendiği bu unutamadığı suret, şimdiki düzende iki çocuk annesi bir kadındır.
İşte bu ruhsal karmaşanın içinde Bugs adlı genç bir ‘siber-anarşist’ Thomas Anderson’ı ‘asıl kimliği’yle, Neo’yla buluşturuyor. Çok geçmeden yolu şimdiki zamanın ‘Morpheus’una uzanıyor. Peşi sıra yeni bir ‘uyanış dönemi’ başlıyor...
Wachowski’ler tüm ısrarlara karşın “Üç filmde dediğimizi dedik, söyleyecek yeni fikirlerimiz yok” türünden gerekçelerle dördüncü bir ‘Matrix’ projesinden kaçınmışlardı. Peki ‘Resurrections’ nerden çıktı? Lana Wachowski’nin açıklamalarından öğreniyoruz ki şöyle bir motivasyonla doğmuş bu proje: “Annemle babam hastalanmıştı, eşimle yanlarına taşındık ve hayatlarının son birkaç ayında onlara baktık. Bir gece uyandım; onlar ölüyor ve ben acı ve keder içindeydim. Beynim yatıştırıcı olacak bir hikâye hayal etmek istedi. Ve böylece ölmüş iki karakter -Neo ve Trinity- dirildi ve canlandı.”
Yani son derece insani bir refleksle, karşı durdukları fikre sarılmış Lana Wachowski... Fakat izlediğimiz 2 saat 28 dakikalık bu son adım ne yazık ki zorlama bir çaba... Bu türden devam hamleleri genellikle sorunludur ve belki gişede değil ama sinematografik anlamda beklentileri karşılamaz. ‘The Resurrections’ da bütün gücünü bence çok da etkileyici olmayan bir aşk hikâyesi etrafında kurmaya çalışırken ‘üçleme’nin genel meselelerinin üzerinden tekrardan geçmiş ve daha çok aksiyona yüklenmiş... Sürekli çatışma sahneleri, serinin alameti farikası olan ‘bullet time’ (kurşun zamanı) gösterileriyle filmin süresi adeta doldurulmuş.
Aslında başlangıçta, Thomas Anderson’un kafasında oyuncak ördekle küvetteki sempatik depresifliği, Warner Bros’un kendini ti’ye alma esprileri fena değildi. Ama sonrasında öykü ve görüntüler kendini tekrardan öteye gitmiyor. Galiba sorun biraz da zamanın hızına yenik düşmekte ve kendisinden sonra benzer sularda ya da kadrajlarda gezinen yapımların orijinali eskitmesinde sanırım...
NAÇİZANE BEKLENTİM...
Üç ana karakter Neo, Trinity ve Morpheus’u canlandıran Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss ve Laurence Fishburne’ün ikisi bu filmde yerlerini korumuşlar. Öykünün asıl odağının orta yaşlarındaki iki insanın aşk hikâyesi olması da bu durumu zorunlu kılmış. The Guardian’ın eleştirmeni Peter Bradshaw meseleye ilişkin mealen şunları yazmış: “Bu tür geri dönen aksiyon serilerinde yaşlanan erkek ana karakterin yanına genç bir kadın yardımcı verirler, buradaysa Moss’un geri döndüğünü görmek güzel ama ona yeterli alan açılmaması da üzücü.”
‘The Matrix Resurrections’da beğenilecek noktalar ne yazık ki az. Doğrusu ben serinin azılı fanlarından değildim, ilk filmin yeri az-biraz ayrıdır (en azından felsefi ve sosyolojik dertleri itibariyle), ikinci ve üçüncü adımları pek sevmemiştim. Ama yine de ‘The Verge’den Adi Robertson’ın da altını çizdiği gibi “Bu son filmden geçmişteki mirasın sömürüldüğü izlenimiyle ayrılmak üzücü”... Lakin yurtiçinde ve yurtdışında bu adımı da beğenenlerin olduğunu belirteyim... ‘The Resurrections’ devam edecek hissiyatıyla hem bitiyor hem bitmiyor; naçizane beklentimse umarım burada son nokta konur ve ‘aynı hapları’ içmeye devam etmeyiz...
VE DİĞER SEÇENEKLER...
Eşini kaybettikten sonra kızıyla birlikte zor günler yaşayan bir kadının öyküsünü anlatan ‘Dalgalar ve İzler’i Emre Konuk yönetmiş; oyuncular Pelin Karahan, Cem Zeynel Kılıç, Goncagül Sunar ve Damla Alibeşe. François Ozon’un son çalışması ‘Her Şey Yolunda’da (Tout s’est bien passé) felç geçiren ve kızından hayatına son vermesini isteyen bir babanın dramı ön planda. Filmin başrollerinde Sophie Marceau ve André Dussollier var.
Paylaş