Paylaş
Adaletin Şafağı’, zorlama öyküsü ve yama gibi duran felsefi yaklaşımlarıyla türünün en vasat örneklerinden biri olmuş. Filmin tek artısı ‘Wonder Woman’ı bize tekrar hatırlatması...
Superman’i farklı bir okumayla önümüze atma niyetindeki ‘Man of Steel’e ilişkin eleştiri yazımda da altını çizmiştim. Etliye sütlüye fazla karışmadan işi sadece dünyayı kurtarmak olan ‘Süper kahramanlar’la büyüyen bir nesle mensup bazı yönetmenler, kendi meslek hayatlarında aynı sulara geri dönmek isteyince, “Bari farklı bir dokunuşumuz olsun” diyerek işe Freudyen öğeler, felsefe, hafiften sosyoloji katma yoluna gittiler. Bu konuda başı, malum Christopher Nolan çekti ve ‘Batman’ üzerinden yeni bir yolun tarifine soyundu.
Popüler kültür açısından, alt okumasında bariz şekilde ‘Ari ırk’a övgülere rastladığımız ‘300 Spartalı’ gibi talihsiz bir hamleyle tanınan Zack Snyder, aslında ‘Watchmen’ gibi muhteşem bir filmle Nolan’vari bir yola sapmış ve türünün belki de en iyisine imza atmıştı. Kuşkusuz bu krediyle ‘Man of Steel’ de ona emanet edildi.
Hoş, Snyder’ın son hamlesi ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’ (‘Batman v Superman: Dawn of Justice’) değişik bir karışımın ifadesi olarak görülse de temelde ‘Man of Steel’in bıraktığı izler üzerinden yürüyüşe devam ediyor. Lakin senaryo öyle zorlama ki, özellikle filmin ilk yarısı içerik ve görsel açıdan pek bir şey sunmuyor, ortalara doğru az biraz taşlar yerine oturuyor, sonrasında da özel efektlere boğulmuş bildik bir ‘Süper kahraman aksiyonu’ izliyoruz. Zorlama meselesini şöyle açmak lazım; Batman’ın Superman’e ‘atarlanması’ ve bu miti yok etmeye soyunmasının, kendi içinde çok da inandırıcı bir yanı yok. Öte yandan bu iki kahraman ayrı dünyaların ve de şehirlerin (‘Gotham’ ve ‘Metropolis’) süperleriyken, nasıl oluyor da aynı evrende buluşuyorlar; senaryo bu basit soruların altından bile kalkamıyor. Tabii bu aşamalarda ‘Tanrı’ meselesi sorgulanarak öykü entelektüel ve de felsefi sulara açılır gibi yapıyor ama bu da filmin geneli içinde bir başka yama ve zorlamanın ötesine geçemiyor. Bir de ikilinin arasında beliren ve ‘nostaljik’ rüzgâr estiren eski bir karakter var: ‘Wonder Woman’. Eski diyorum, bizim nesil onu 70’lerin Lynda Carter’lı dizisinden hatırlar (çizgi roman tarihindeki evveliyatı ise 1941’e dayanıyor).
Bu genel çerçevede böylesi projenin mantığını anlamak mümkün: Marvel’in elindeki kahramanları tek tek olduğu kadar takım olarak da (‘The Avengers’) sahaya sürdüğü ortamda DC Comics de benzer bir refleksle hareket ediyor. Nitekim sırada bekleyen ‘Justice League 1’ ve ‘2’, ‘Suicide Squad’, ‘Wonder Woman’, ‘The Flash’ gibi projeler (ki hepsinde de Zack Snyder ya yapımcı ya yönetmen) bu refleksin sonraki uzantıları...
Böylesi bir tabloya itiraz edecek halimiz yok ama ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’, yukarıda da altını çizdiğim gibi kendi yükünü taşıyacak mantıklıbir öyküden yoksun...
Ah o eski ‘Superman’
Öte yandan Lex Luthor karakteri de tam oturmamış; kişiliği gidip gelen ergenin ötesine geçememiş. Tam bu noktada belki şu hesaplaşmayı yapmak gerekiyor; biz bu tür filmlerin şahı olarak 1978 tarihli ‘Superman’i bellemiş bir kuşağın üyesiyiz. Richard Donner imzalı bu çalışma bizim ilk göz ağrımızdı ve sonradan izlediğimiz yapımları hep bu film üzerinden kıyasladık. Dolayısıyla Lex Luthor imajı da bir anlamda Gene Hackman kişiliğinde yerleşti hafızamıza. Bu yüzden de ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’ndaki tipleme insana tuhaf geliyor. Lakin Luthor’u canlandıran Jesse Eisenberg, zaman zaman abartsa da oyunculuk açısından en iyi performansı sunmuş. Batman’da Ben Affleck bence filmin en vasatı, Superman’de ise Henry Cavill idare eder, zaten yine ‘ilk göz ağrısı teorisi’ gereğince (!) Christopher Reeve’nin yerini doldurması mümkün değil! Lois Lane’de Amy Adams ‘İdare eder’ kategorisinde, ‘Daily Planet’in genel yayın yönetmeni Perry White’ta Laurence Fishburne için de “Eh işte” demek mümkün ama öte yandan ‘Spotlight’ gibi ‘Gazetecilik şahikası’ yapımın ardından Snyder’ın yapıtındaki kimi mesleki hatalar fazla göze batıyor. Örnek mi? “Clark, o haberi bırak, sporun manşetine yap” gibi! Wonder Woman’da bir tür fragman sunan Gal Gadot’la ise gelecekteki projelerde sıkça karşılaşacağız.
Öte yandan madem ‘Süper’lerin artık ayakları dahi bir yere basıyor ve işin içine kimi politik referanslar da dahil oluyor (mesela bu filmde kötülerden biri Rus asıllıydı ve Lex Luthor babasını tanımlarken “Doğu Almanya’da büyümüş” diyerek kötülüğünü, alttan alta komünizme bağlıyordu), o halde şu kahramanları IŞİD gibi ‘yeni’ belaların üzerine salmak gerekmez mi?
Sonuç olarak ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’, bence Zack
Snyder’ın en kötü filmi olmuş.
Umarım bundan sonra el attığı
‘Süper’ projeler’de eski standartlarına yeniden kavuşur...
Batman V Superman: Adaletİn Şafağı
Yönetmen: Zack Snyder
Oyuncular:
Henry Cavill, Ben Affleck, Jesse Eisenberg, Amy Adams, Jeremy Irons, Gal Gadot, Holly Hunter, Laurence Fishburne, Diane Lane
ABD yapımı
Yürüyelim arkadaşlar...
Yakın zaman önce izlediğimiz Paolo Sorrentino imzalı ‘Youth’, hatırlanacağı gibi artık uzak geçmişte kalan ve bir daha gelmeyecek günlere özlemin ifadesiydi. Filmin yaşlı iki ana karakteri, eski hatıralara en çok kırdaki yürüyüşlerde uzanıyordu. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Hayatımın Yolculuğu’nun (‘A Walk in The Woods’) iki yaşlı kahramanı ise ‘Youth’takilerden farklı olarak bütün bir film boyunca yürüyorlar ve neredeyse sürekli anılardan bahsediyorlar...
Amerikalı ünlü gezi yazarı Bill Bryson’ın 1998 tarihli kitabından uyarlanan yapım, özel bir yolculuğu anlatıyor. Birden 2200 millik zorlu ‘Appaclachian parkuru’nda azmini ve hayata karşı direnişi sınamak isteyen yaşlı yazar Bryson, kendisine eşlik etmeleri için en yakın arkadaşlarına çağrıda bulunuyor. Tek cevap (ki ona duyuruda bulunmamıştır) çok eski dostu Stephen Katz’dan geliyor.
Bryson’ın düzenli aile hayatına, başarılı yazarlığına, disiplinli yapısına karşın tam tersi bir durumda olan, alkolik, tutunamamış, düzen dışı Katz’la böyle bir serüvene atılmak kuşkusuz işleri daha da sarpa saracaktır. Lakin Katz, gençliğinde de böyledir ve ikili birlikte zamanında unutulmaz bir Avrupa yolculuğu gerçekleştirmiştir.
Ken Kwapis imzalı ‘Hayatımın Yolculuğu’, güzergâhı itibariyle Cheryl Strayed’in öyküsünden uyarlanan ‘Wild’ı ve Robyn Davison’ın anılarından çekilen ‘Tracks’i hatırlatıyor ama bir başka akrabalığı da Steve Martin ve John Candy’li ‘Planes, Trains & Automobiles’la kuruyor.
Öte yandan filmde Bill Bryson’ı canlandıran Robert Redford, kitabın yapım haklarını satın aldıktan sonra Katz rolü için eski dostu ve partneri Paul Newman’ı düşünmüş. Lakin Newman’ın 2008’deki vefatı bu hayalin gerçeğe dönüşmesini engellemiş (Gerçi bu filmde Katz’da izlediğimiz Nick Nolte de gayet başarılı). İlginç olan şu: Redford 79, Nolte ise 74 yaşında olmasına karşın fiziksel olarak Redford, tıpkı canlandırdığı karakter gibi daha zinde ve genç görünüyor.
‘Hayatımın Yolculuğu’, sinemasal olarak fazla bir şey sunmuyor ama yine de özellikle iki klas oyuncu sayesinde izleniyor. Ayrıca kimi sahnelerdeki ‘öğretici’ hayat dersleri ya da tecrübe aktarımları da cabası diyelim...
HAYATIMIN YOLCULUĞU
Yönetmen: Ken Kwapis
Oyuncular: Robert Redford, Nick Nolte, Marry Steenburgen, Kristen Schaal, Nick Offerman ABD yapımı
New York’a Hoşgeldiniz
Farklı bir seçenek arayanlara öneri: Yarın saat 16.45’te İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde Abel Ferrara’nın yönettiği, başrollerini Gérard Depardieu ve Jacqueline Bisset’nin paylaştığı ‘New York’a Hoşgeldiniz’ gösteriliyor.
DİĞER SEÇENEKLER
-Arkadaşlarının düğünü için yola çıkan bir grubun öyküsünü anlatan ‘Sol Şerit’i İnci Balabanoğlu Ahıska yönetmiş, Cem Aksakal, Sertan Erkaçan, Memetcan Diper, Ceyda Ateş, Selin Şekerci oynamış.
-Mustafa Özen imzalı ‘Azazil 2: Büyü’, kuvvetli bir büyünün etkisindeki bir aileyi anlatıyor. Oyuncular Sertan Erkaçan, Tuğçe Kurşunoğlu ve Ayça Kuru.
-Üç dolandırıcının hikâyesi... ‘Toz Bezi’nin başrollerinde Metin Yıldız, Fulden Akyürek ve Ferdi Kurtuldu var. Yönetmen Hakan Eser.
Hatırla sevgili...
Art arda İstanbul’un yitip giden güzelliklerine ilişkin belgeseller izliyoruz. Ben Hopkins’in ‘Hasret’inden iki hafta sonra vizyona giren ‘Hatıraların Masumiyeti’nin (‘Innocence of Memories’) ilk elde bıraktığı izlenim böyle. Lakin film, güzergâhını asıl olarak Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanı ve sonrasında bu romana bağlı inşa edilen bir müzenin etrafında biçimlendiriyor. Böylesi bir projeye soyunmak bence sinemasal anlamda meşakkatli ve riskli bir çaba; ve fakat İngiliz yönetmen Grant Gee, meselenin üstesinden gelmeyi başarmış.
Film, farklı sınıflara ait Füsun ve Kemal’in yıllar içinde kimi gelgitler eşliğinde süregelen tutkulu (sonradan da ‘takıntılı’) aşkını fona yerleştirip bu ilişkiyi genç kızın eski bir komşusu ve Kemal’in anlatımlarıyla bize sunarken arada da farklı rotalara uğruyor. ‘Hatıraların Masumiyeti’nin, soluklandığı limanlar arasında bir kentin hafızasını oluşturan öğeler ön plana çıkıyor; yani yitip
giden binalar, anılar, değer yargıları vs...
Naif ve hüzünlü bir çaba...
Filmin mesafeli bir duruşu olduğu iddia edilebilir, buna kısmen ben de katılıyorum lakin metnin sağlamlığı bazen bu mesafeyi bir hayranlık vesilesine dönüştürüyor. Ayrıca tıpkı ‘Mustang’ gibi ‘Hatıraların Masumiyeti’ne ait olduğumuz coğrafyadan bakanlarla Batı’dan bakan seyircinin farklı okuyabileceğini düşünüyorum (ama burada ‘Mustang’e göre çok daha sağlam bir senaryo ve çatı var).
Eleştirmen zihni sürekli kıyaslamalar üzerinden ilerler; dolayısıyla kişisel olarak ben kendimi ‘Hasret’in anlattığı İstanbul’a daha yakın hissediyorum. Bu duruma, Hopkins’in yer yer kendine ilişkin alaylı tavrı da neden oluyor. Ama kabul etmek lazım ki ‘Hatıraların Masumiyeti’nin ana derdi sadece bir kente ilişkin tutku ve değişim değil, film nihayetinde bir romanın türevi ve bu romanın da
derdi tasası farklı. Öte yandan bu kadar hafızasız ve kendi yarattığı fiziksel ve
ruhsal değerleri, her türlü rant uğruna yok etmekte ısrarlı bir toplum için de bu film, öylesine naif bir çaba ki... Neyse, sanat (edebiyat ya da sinema) da aynı zamanda böyle bir şey; naif de olsa itirazda bulunmak ve tarihe kendince not düşmek.
Sonuç itibariyle ‘Hatıraların Masumiyeti’ni kaçırmayın derim...
Hatıraların Masumiyeti
Yönetmen: Grant Gee
Seslendirenler: Ayla Pandora Colin, Mehmet Ergen İngiltere yapımı
Yaş 35, pelikülün yarısı eder!
Bir kez daha aynı cümleyi kurmak boynumuzun borcu: Yine geldi sinemasever için ‘11 ayın sultanı’... İstanbul Film Festivali, bu kentin baharla birlikte kucakladığı en büyük sevinçlerden biridir. Şehrin görsel ve kültürel hafızasındaki en önemli duraklardandır. Birçoğumuz vakti zamanında bu festival sayesinde sinemanın çok daha değişik bir sanat olduğunu fark etmiş, bambaşka dünyalara, bambaşka hikâyelere, bambaşka okyanuslara dalıp gitmişizdir. Ama artık festivalle birlikte o eski neşemiz yok; bir yandan organizasyonun kalbi sayılan Emek Sineması, tarihin çöplüğüne atılmış, öte yandan terör belası festivalin merkez karargâhı niteliğindeki İstiklal’in sokaklarında yakın bir zaman önce varlığını hatırlatmış.
Ama yapacak bir şey yok, bu festival bizim, sahip çıkmamız, o filmden bu filme koşuşturmamız gerekiyor. Yine o eski heyecanı, elde kalan salonlarda yaşatmamız gerekiyor.
Üstelik bu yıl festival 35 yaşına basıyor. Bir nevi yolu yarılıyor! Bu kez geçmişin aksine daha az sürede yaşanacak şenlik 7 Nisan’da başlayacak ve 17 Nisan’da sona erecek. Lakin festival seyircisi elini çabuk tutar, biletini erkenden alır. Bu yüzden 187 uzun metrajlı, 10 kısa ve 24 deneysel filmin yer aldığı etkinliği bir hafta önceden hatırlatalım dedik. Ya da şöyle bir ifadeye sığınalım:
Bu yıl, 25 bölümde 62 ülkeden 223 yönetmenin toplam 221 filminin gösteriminin yanı sıra konuk sinemacıların katılacağı söyleşilerden sinema derslerine, konserlerden özel etkinliklere dolu dolu günler bizi bekliyor.
Bir bilgi daha: Festival biletlerini bugünden itibaren hizmet bedeli eklenmeden, aynı ücretle Biletix satış kanallarıyla Atlas ve Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden alabilirsiniz. Ayrıca festival kataloglarını da Atlas ve Rexx gişelerinden edinebilirsiniz.
Beş öneri
Âdettendir, beş tane öneride bulunalım:
-Belgica / Yön: Felix van Groeningen
-High-Rise / Yön: Ben Wheatley
-Hail, Caesar! / Yön: Coen Biraderler
-Truman / Yön: Cesc Gay
-Chevalier / Yön: Athina Rachel Tsangari
Paylaş