Uğur Vardan

‘Helalleşme’ üzerine bir film

4 Aralık 2021
Semih Kaplanoğlu’nun son üçlemesinin ikinci ayağı ‘Bağlılık Hasan’, eşiyle hacca gitmeye hazırlanan bir çiftçinin ‘helalleşme’ olgusu üzerinden yaşadığı ahlaki ve vicdani hesaplaşmayı anlatıyor. Yönetmeninin sinema serüvenindeki en iyi filmlerden biri olarak dikkat çeken yapım Oscar yarışında da Türkiye’yi temsil edecek.

Babadan kalan arazinin paylaşımında çıkan anlaşmazlığın mahkeme kararıyla çözülmesinin ardından ağabeyi Muzaffer’le 20 yıldır küs olan Hasan, eşi Emine’yle kendine ait bir dünya kurmuştur.Mirastaki payını değerlendirerek domates ve elma üreten başarılı bir çiftçi konumuna yükselmiştir. Günün birinde tarlasında gördüğü elektrik idaresinden yetkililer hayatının huzur dolu gidişatına sekte vurur. Çünkü arazisinden trafo geçecek ve ortaya devasa bir direk dikilecektir. Hasan, başlarda çözümsüz görünen bu meseleyi hatırlı tanıdıkları vasıtasıyla çözmek ve direği ağabeyinin atıl duran arazisine aldırmak için girişimlere başlar. Öte yandan oğlundan gelen bir telefon üç yıldır bekledikleri bir müjdenin ifadesidir: Hac sırası onlara da gelmiştir. Lakin asıl mesele burada başlar. Çünkü diğer sorunlar bir şekilde çözülür de yolculuğa çıkmadan önce etrafla olan ‘helalleşme’ süreci nasıl halledilecektir?

Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yumurta’, ‘Süt’ ve ‘Bal’dan sonraki ikinci üçlemesinin yeni adımı ‘Bağlılık Hasan’, Çanakkale kırsalında orta ölçekli bir çiftçinin hayatı üzerinden bir hesaplaşma öyküsü anlatıyor.

Hasan, tarlasından geçecek trafoyu küs olduğu abisinin arazisine aldırmaya çalışıyor.

Kaplanoğlu filmografisini ve onun ideolojik çizgisini takip edenler, özellikle iki önceki yapıtı ‘Buğday’la birlikte ‘inanç sineması’na gönül verdiğine ya da bu yoldaki yürüyüşünü çok net çizgilere ulaştırdığına tanıklık etmişlerdi. ‘Buğday’ distopik bir öykü fonunda ‘tasavvufi meseleler’de dolaşsa da benim için ‘laik’le ‘muhafazakâr’ın, nihayetinde sekülerin, inançlının cephesine geçtiği bir yolculuğun ifadesiydi. Son filmi ‘Bağlılık Aslı’ ise kapitalizm taarruzu altında annelik görevini üstlenmekte zorlanan ‘kariyerist’ bir annenin hikâyesiydi ve yine yönetmenin projeksiyonları ekonomik düzen kadar sekülerizmin üzerineydi.

‘MENFAATSEL’ DEĞİŞİMLER...

‘Bağlılık Hasan’ bu iki yapımdan sonra meselelere daha sakin, daha serinkanlı, daha hakkaniyetli yaklaşan bir tavra sahip. Kimi yönetmenler ‘inanç sineması’ndaki öneminden dolayı, kimileri de sinemasal tarzına hayranlığı sebebiyle Andrey Tarkovski’yi özel bir yere koyar. ‘Rus büyük usta’, Kaplanoğlu’nun sinematografik vizyonu içinde de önemli bir yer teşkil eder ve yapıtlarına bir şekilde sızar. Yine atmosfer olarak bu refleksleri görsek de hikâye ve açmazları açısından ‘Bağlılık Hasan’da ahlaki ve vicdani karmaşanın içinde zeminini kaybeden karakterler, Asghar Farhadi’nin kahramanlarını andırıyor. Öte yandan Hasan’ın din eksenindeki kendini temize çekme çabasının ona yaşattığı zorluklar, çelişkiler, kapatılması gereken (metaforik ve maddi) eski borçlar da Kieslowski’nin ‘On Emir’den yola çıkarak çektiği ‘Dekaloglar’ serisindeki yapıtların izini sürüyor sanki. Bir çağrıştırma da tabii ki bu filmin Kaplanoğlu’nun ‘Ahlat Ağacı’ olabileceği yönünde ama bunu bir öykünme olarak söylemiyorum; Nuri Bilge Ceylan’ın filminin kronolojik açıdan daha önce çekilmesinin türevi anlamında belirtiyorum.

Trafo hadisesiyle ‘küçük hayatlara dokunan devlet denen büyük mekanizma’ motifine de değinen ‘Bağlılık Hasan’ bürokrasinin işleyişinin ve sistemin çeşitli kademelerinde yer alan insanların ‘menfaatsel’ değişimlerinin de altını çiziyor. Keza Hasan ve ağabeyi Muzaffer’in çocukluk yoldaşı koca bir ağacı gövdesinden çıkarıp yerine yüksek gerilim hattı diken, daha çok verim almak için geleneksel tarımla yollarını ayıran zihniyetler de senaryonun hedef tahtasında. Ama öykü bir noktadan sonra sistemden ziyade karakterlerin yol ayrımlarına odaklanıyor. Bu aşamada da Emine’nin örgücü kadınla olan sahnesi, Hasan’ın aldığı botun kalan parasını vermek için gittiği ayakkabıcıda yaşadıkları ve sonrası, şeftali bahçelerinin Seyfi adlı çiftçiden ucuza kapatılma sekansı filmin akılda kalıcı izleri. Ben çobanın “Sen önce kendinden kurtul’ ve Hasan’ın iftira attığı eski çalışanı Turgut’un “Çok geç, ben, seni Allah’a havale ettim” dediği yerleri de çok beğendim.

Oyunculuklara gelince: Hasan’da Umut Karadağ’ın, Emine’de Filiz Bozok’un çok çok iyi performanslar ortaya koyduğu yapımda çoban rolündeki Mehmet Avdan’la Turgut’ta Bedir Bedir ve de ağabey Muzaffer’de Mahir Günşiray, kısa ama derin iz bırakmayı başarmışlar.

Yazının Devamını Oku

‘Moda’sı geçmemiş bir trajedi!

27 Kasım 2021
Ridley Scott imzalı ‘Gucci Ailesi’, büyük moda imparatorluğunun yükseliş ve çöküşünü trajik bir aile öyküsü eşliğinde anlatıyor. Lady Gaga’nın hırslı bir kadın olan Patrizia Reggiani’yi canlandırdığı yapımda Adam Driver, Maurizio Gucci’ye, Al Pacino, Aldo Gucci’ye, Jeremy Irons da Rodolfo Gucci’ye hayat veriyor.

Yıl 1978... Bir ‘kitap kurdu’ görünümündeki Maurizio, bir parti sırasında tanıştığı ve Elizabeth Taylor’a benzettiği Patrizia’nın hayatına dahil olma hamlelerine karşı koyamaz ve onunla çıkmaya başlar. Genç adam ünlü moda markasını yaratan ‘Gucci Ailesi’nin bir üyesidir. Sevgilisini babası Rodolfo’yla tanıştırır. Eşinin vefatından sonra bir tür inzivaya çekilen bu aktör eskisi, burjuva oğlunun olası bir evliliğine set çeker. Bu Maurizo için bir başkaldırı nedenidir. Babasından uzaklaşır ve farklı denizlere yelken açar. Yeni denkleme bir şekilde New York’taki amca Aldo Gucci de dahil olur.

Birkaç hafta önce ‘Son Düello’sunu izlediğimiz emektar Ridley Scott bu kez de gerçek bir hikâyeden esinlenerek çektiği ‘Gucci Ailesi’yle (House of Gucci) huzurlarımızda. 84 yaşında hâlâ üst düzeyde yapıtlar ortaya koymaya devam eden İngiliz usta bu son filminde hem yakın tarihten trajik bir öykü naklediyor hem de insanlık hallerine dair hatırlatmalarda bulunuyor.  

‘BABA’ ESİNTİLERİ...

‘Gucci Ailesi’ni temel olarak hırslarıyla ait olmadığı sularda ilerlemek isteyen ve kendisine çizilen sınırları geçerek daha da uç noktalara ulaşmaya çabalayan bir kadının yaşadıkları olarak algılamak mümkün. Öte yandan bu aynı zamanda moda dünyasına ait kimi gerçekleri, ayrıntıları, iş ilişkilerini, rekabeti, yeteneğin önemini, sermayenin dönüşümünü ‘The Godfather’ (Baba) esintileriyle sunan bir yapım. Sara Gay Forden’in kitabı ‘The House of Gucci: A Sensational Story of Murder, Madness, Glamour and Greed’den Becky Johnson ve Roberto Bentivegna’nın senaryosuyla perdeye taşınan bu çalışmada metin, ailenin neredeyse bütün bireylerine uğramış ve altı dolu karakterler sunmuş. Rodolfo’nun elitizmine karşın Aldo’nun pragmatizmi, New York’ta semt pazarlarında satılan sahte Gucci ürünlerine ilişkin “Ne var, orta sınıf kadınları da zenginlerle aynı çantaya sahip olduklarını düşünsünler” yaklaşımı, oğlu Paolo’nun beceriksizliğine ve yeteneksizliğine rağmen moda tasarımı alanındaki ısrarı vs. öykünün gezindiği ilginç duraklar...

Kocanın ondaki aşırı hırsı, sahiplenmeyi ve gözünü karartmış bir şekilde ipleri alma çabasını hissetmesiyle birlikte ondan uzaklaşması ve eski aşkı Paola Franchi’ye dönmesiyle birlikte başlayan intikam süreci bu hikâyenin en önemli virajı... Burada Patrizia’nın ‘akıl hocası’ falcı Pina da devreye giriyor ve büyük bir trajedinin kapısı aralanıyor.

Lady Gaga’nın Patrizia Reggiani’yi bütün hasetleriyle başarılı bir şekilde canlandırdığı filmde Adam Driver da Maurizio Gucci’ye hayat veriyor. Son dönemin yükselen yıldızı, fiziksel olarak yer yer Yves Saint Laurent’ı ama daha çok Orhan Pamuk’u andırıyor. Al Pacino, Aldo Gucci’de muhteşem, Jared Leto’yu da Paolo Gucci’de tanımak mümkün değil. Özetle kulak kabartılacak bir hanedan öyküsünü akıcı ve ilgiye değer bir yönetmenlik kumaşıyla anlatıyor ‘Gucci Ailesi’, kaçırmayın derim.

KOMÜNİZM GELMEDEN HEYKELİ GELİRSE

Yazının Devamını Oku

‘Yalnızlar rıhtımında’

20 Kasım 2021
Pablo Larrain imzalı ‘Spencer’, İngiliz Kraliyet Ailesi’nin Noel dolayısıyla buluşması üzerinden kurgusal bir ‘Prenses Diana’ hikâyesi anlatıyor. Biyografik özellikler içeren filmde Kristen Stewart ihtişamın içinde müthiş bir yalnızlık yaşayan ana karakterin kırılganlığını, güvensizliğini, korku ve kaygılarını başarıyla yansıtıyor.

Norfolk’taki Kraliyet mekânı Sandringham House’a telaş hâkimdir. Çünkü Noel arifesinde hanedan üyelerinin hepsi üç gün geçirmek için konuta intikal etmiştir. Tek bir eksik vardır; korumaları atlatıp üstü açık spor arabasıyla yolu bulmakta zorlanan Prenses Diana... ‘Biyografi filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ olmaya doğru ilerleyen Pablo Larrain son adımı ‘Spencer’da ‘Neruda’ ve ‘Jackie’den sonra yine yaşanmış bir hayatın izlerini sürüyor. Gerçi film ‘Gerçek bir trajediden bir masal’ ifadesiyle açılıyor ve çok geçmeden izlediğimiz hikâyenin gerçek kişilere değen kurgusal bir metne sahip olduğunu anlıyoruz.

ACI HATIRALAR...

İsmini Prenses Diana’nın bekârlık soyadından alan yapıt, 1991’de yaşanan üç ‘zorlu’ güne odaklanıyor. Bu süre zarfında, görkemin ve ihtişamın içinde boğulan, tutunacak dal olarak iki oğluna ve hizmetindeki Maggie’ye sıkı sıkıya sarılan bir kadının adım adım nefessiz, takatsiz kaldığını gözlüyoruz. Oysa malikânenin bulunduğu bölge Diana’nın doğup büyüdüğü yer. Ama bu ‘baba ocağı’ satıh artık onun için ‘başkalaşmış’ bir toprak parçası, ellerinden kayıp giden geçmişinin hüzünlü bir suretidir. Bir korkuluğun üzerinde bulduğu ve babasının olduğunu iddia ettiği ceket, köhne bir yapıya bürünmüş eski evleri, onun için adeta acı hatıralardır. Çünkü Diana o nesnelerle, yapılarla var olan umut dolu kişiliğinden farklı bir konumdadır. 10 yıllık bir evliliğin ardından aradığı mutluluktan uzaktadır ve kocası Charles’ın eski sevdalısıyla (Camilla Parker Bowles) olan ‘yasak ilişkisi’ hem saray çalışanlarının hem de basının dilindedir. Üstelik eşi ona, metresine hediye ettiği inci gerdanlığın aynısını almıştır! Ruhsal gelgitler yaşayan Prenses malikânenin yöneticisi konumundaki Binbaşı Gregory’nin odasına bıraktığını düşündüğü bir kitap vasıtasıyla Kral VIII. Henry’nin idam ettirdiği karısı Anne Boleyn’le kendisini özdeşleştirir.

Senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı ‘Spencer’ hem kimi detaylar, hem kimi göndermeler hem de kimi metaforlar eşliğinde derdini son derece başarılı bir şekilde anlatan ve seyircisini, ana karakteriyle birlikte saran, geren bir film. Mekân; mimari yanları, kullanıcıları, kısa süreli konukları ve hayaletiyle (Anne Boleyn) birlikte -birçok yabancı eleştirmenin de vurguladığı gibi- bir noktadan sonra adeta Kubrick’in ‘The Shining’indeki otele dönüşüyor.

Aslında filmin anahtar cümlesi, hemen başlarda yolunu kaybeden Diana’nın girdiği kafede kendisini tanıyan müşterilere (halka) bakarak sorduğu “Neredeyim ben” sorusunda beliriyor. Çünkü ‘Spencer’ her yönüyle kayıp bir karakterin öyküsü sanki...

YILIN EN İYİLERİNDEN BİRİ

Yazının Devamını Oku

‘Geceler, katran karası geceler’

13 Kasım 2021
Londra’ya moda eğitimi için giden ve geceleri bambaşka bir kadının bedeninde 1960’lar Londra’sına uzanan genç bir kız. Edgar Wright imzalı “Dün Gece Soho’da” dönem ruhunu yansıtan detayları ve enfes şarkılarıyla görsel açıdan çekici bir nostaljik yolculuk, izlenmeyi hak eden bir yapım. Ama öykünün finale doğru olan kıvrımları filmin etkisini azaltıyor.

İngiliz taşrasında (Cornwall) yaşayan, annesinin kaybının ardından en büyük destekçisi büyükannesi olan Eloise (kendisine ‘Ellie’ diye seslenilmesini istiyor), 60’lar ikliminde yetişmiş bir kızdır. Dinlediği müzikler, tarzı, hayalindeki yaşam hep o dönemi refere eder. Bu arada başvurusu sonuçlanır ve moda eğitimi için Londra’ya yollanır; büyükannesinin “Dikkat et, orası seni yutar, anneni de yutmuştu” telkinleri eşliğinde... Gerçekten de bu devasa metropol onun ayaklarını hemen yere basacağı türden bir liman değildir. Kaldığı yurttaki arkadaşlarıyla kültürel olarak pek anlaşamaz, yaşlı bir kadının kiraladığı tek kişilik odaya atar demirini. Lakin burada yorganın içine girer girmez kendisini bambaşka bir âlemin parçası olarak bulur. 60’ların Soho’sunda, sanki başka bir kadının (Sandie) bedenindedir artık...

‘Zombilerin Şafağı’ (Shaun of the Dead), ‘Sıkı Aynasızlar’ (Hot Fuzz), ‘Tam Gaz’ (Baby Driver) ve ‘Dünyanın Sonu’ (The World’s End) gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Edgar Wright’ın imzasını taşıyan “Dün Gece Soho’da” (Last Night in Soho) kırsaldan gelmiş yetenekli bir genç kızın büyük kentin kaosunda tutunma öyküsü gibi bir klişeden yola çıkmasına rağmen yönetmeninin dokunuşlarıyla orijinalliğini bulmaya çalışıyor. Metnini Wright’la birlikte Krysty Wilson-Cairns’in (‘1917’nin de senaristlerindendi) kaleme aldığı bu yapım, öncelikle ‘retro’ açısından göz kamaştırıcı bir çaba. 60’ların ortamı (West End’deki sinemalarda Sean Connery’li Bond filmi ‘Thunderball’ var), eğlence sektörü (‘Cafe de Paris’ adlı bir mekân ve buradaki revüler), Soho’nun havası ve ruhuyla Cilla Black, Petula Clark (özellikle de muhteşem ‘Downtown’ı) ve The Kinks gibi şarkıcı ve grupların melodileri derken çarpıcı bir nostaljik yolculuğa çıkıyorsunuz.

Öte yandan Eloise’in Sandie kişiliği özelinde çıktığı bu zaman yolculuğunun tarifini tanımlamaksa zor çünkü bu bir hayal mi yoksa ortada şizofrenik bir durum mu var ya da reenkarnasyon vakası mı sorusu izleyici olarak zihninizi kurcalıyor. Bu arada yönetmen Wright kimi sahneler ve anlar itibariyle ‘Peeping Tom’ ve ‘Don’t Look Now’ gibi eski İngiliz klasiklerine göndermeler yapıyor ama asıl adres bana Polanski’nin Catherine Deneuve’lü filmi ‘Tiksinti’ (Repulsion) gibi geldi.

‘HER ÇİÇEKTEN BAL’ HEVESİ…

Özellikle ‘Leave No Trace’yle parlayan Thomasin McKenzie’nin Eloise’de dikkat çekici bir performansa imza attığı filmde Sandie’ye ‘The Queen’s Gambit’ dizisiyle parlayan Anya Taylor-Joy hayat veriyor. Genç kadınları kötü yola düşüren Jack’te Matt Smith (2010-2020 arası 58 bölümde ‘Dr. Who’yu canlandırmıştı) karşımıza gelirken yaşlı ev sahibesi Bayan Collins’te geçen yıl aramızdan ayrılan, bizim kuşak için ‘Tatlı Sert’in ‘Emma Peel’i olarak hatıralarımıza kazınan Diana Rigg var. Bu arada gizemli müşteri rolündeki Terence Stamp göründüğü sahnelerde filme çok özel bir hava katıyordu.

Övülmeyi hak eden birçok yanına (mesela hikâyenin “Geçmiş o kadar da matah değildi” fikri de kayda değer) rağmen “Dün Gece Soho’da” sanki yönetmeninin her çiçekten bal alma hevesine yenik düşmüş gibi. Başarılı bir şekilde kurulan görsel dünyaya öykünün gidişatı eşlik edemeyince ve Wright’ın sahaya sürdüğü ‘hayaletli geçmiş’ fazla yorucu olmaya başlayınca filmin gardı düşüyor. Hele hele o şaşırtma ya da seyirciyi ters köşeye yatırma ısrarına heba edilen final, bu güzelim nostaljik yolculuğu, çok daha fazla sevmemize engel oluyor.

Ama yine dediğim gibi atmosferi, dönem ruhunu yansıtan detayları ve geçmişin enfes şarkılarıyla izlenmeyi hak eden bir yapım.

Yazının Devamını Oku

Maksat, insanlığa bir hayrımız dokunsun

6 Kasım 2021
Marvel Sinematik Evreni’nin son üyesi ‘Eternals’, insanlığı Deviant adlı canavarlardan korumakla yükümlü, farklı yeteneklere sahip süper kahramanların verdiği mücadeleyi anlatıyor. Oscar’lı yönetmen Chloé Zhao’nun imzasını taşıyan yapımda genç oyuncular Gemma Chan ve Richard Madden’ın yanı sıra Angelina Jolie ve Salma Hayek de rol alıyor.

Bilindiği üzere yaradılışımıza ilişkin iki temel tez var; biri, kutsal kitapların yazdığı ve kökü Âdem’le Havva’ya uzanan çizgi, diğeri de Charles Darwin’in evrim teorisi... Marvel Sinematik Evreni’nin son üyesi olan ‘Eternals’, Darwin’e selam gönderiyor ama asıl olarak kendi kahramanlarının kökenleri ve insanlık serüveni içindeki yerleriyle ilgileniyor. Söz konusu film, Arishem adlı yaratıcının insanlığın gidişatına bir parça yön vermek ama asıl olarak gücünü türümüzü yiyerek sağlayan Deviant’lardan korumak için Dünya’ya gönderdiği 10 kişilik Eternal’ların serüvenine odaklanıyor.

Mezopotamya’da açılan, sonrasında Londra’ya sıçrayan, akabinde Babil, Hiroşima, Güney Amerika, Avustralya, Hindistan, Dakota, Chicago gibi coğrafyalara farklı zaman dilimlerinde uzanan öykü 7 bin yıllık bir parantezin içinde dolaşıyor. Farklı kişilik ve yeteneklere sahip ekipte Ajak, Tanrı konumundaki Arishem’la konuşma hakkına sahip tek üyedir ve bir anlamda ‘sınıf başkanı’dır. Sersi’yle ‘Superman’i andıran Ikaris binlerce yıldır birbirlerine âşık yaşarlar. Güzel Thena sık sık nöbetler geçirir, Gılgamış sürekli onu korur, Sprite bir çocuk vücuduna sıkışmış olarak yaşar, genç Druig isyankâr bir vicdan bekçisidir. Phastos buluşlar yapar ve icatlarını bir an önce insanlığın hizmetine sunmak ister. Duyma engelli Makkari çok hızlı koşar, Kingo’nun lazerle arası iyidir. İnsanlığın evrimsel sürecine hız kazandırmaktan ziyade gidişatı kontrol etmek ve sorun yaşandığında devreye girmek gibi bir öğretiyle hayatlarını sürdüren ekip, gün gelir aslında başka bir ajandanın parçası olarak kullanıldıklarını fark eder.      

İlk kez Temmuz 1976’da çizgi roman olarak basılan ve yaratıcısı Jack Kirby olan ‘Eternals’, Marvel’ın da 26’ncı filmi unvanına sahip. Yapımda kamera arkasına son Oscar’ların gözde ismi, ‘Nomadland’in yönetmeni Chloé Zhao geçmiş. ‘Bağımsız sinema’dan ticari sulara doğru gerçekleşen bu transferin, doğrusu filmi izlerken perdede etkileyici bir karşılığını göremedik. Öte yandan ekip üyelerinden dördü beyaz, üçü Asya kökenli, ikisi siyah, biri Latindi. Ayrıca Phastos, Marvel Evreni’nin ilk eşcinsel karakteri...

İNCE BİR BİLEK HAREKETİ...

Keza filme Pink Floyd’un ‘Time’ı eşliğinde girmek de eskilerin deyişiyle ‘ince bir bilek hareketi’ydi! Öykünün ‘felsefi’ kısmındaysa bir noktadan sonra yaratıcılarına isyan eden ‘kullar’ı (‘Eternal’ları yani) görüyoruz. “7 bin yıllık itaat döneminden sonra böylesi bir hesaplaşmaya gitmek mantıklı mı” diye sorabilirsiniz. Ama günümüzden bir ateisti ele alın, sonuçta onun durumu da çok farklı değil sanırım!

Zhao’nun filmine ilişkin altı çizilmesi gereken diğer notlara gelince: Sersi’de Gemma Chan, Ikaris’te Richard Madden performansları tatmin edici düzeyde olan iki genç isimdi. Salma Hayek, Ajak’ta fazla anaç bir profil çiziyordu, Thena’daki Angelina Jolie ise kadroda tecrübeli bir isim olarak yer alan ama teknik direktörünün gadrine uğrayarak oyuna pek sokulmayan eski şöhret bir futbolcu pozisyonundaydı sanki.

Öykünün politik açıdan iyi yanlarıysa 1520’de Hernan Cortes öncülüğündeki İspanyol işgalcilerin Aztek topraklarında gerçekleştirdiği Tenochtitlan Katliamı ve Hiroşima’ya atılan bombaya yaptığı vurguydu. Ekip üyelerinden Kingo vasıtasıyla Bollywood’a uzanma fikri de fena değildi. Nihayetinde Chloé Zhao’nun ‘The Rider’ ya da ‘Nomadland’ gibi önceki yapıtlarındaki orijinal dokunuşları ‘Eternals’da bulmanız mümkün değil elbet. Belki öykünün kahramanlarının başka bir gezegenden gelmeleri itibariyle ‘göçmen’ olmaları, meseleye politik bir bakış katıyordur! Son olarak 2 saat 37 dakikalık süre çok çok uzundu...

Yazının Devamını Oku

Kasabanın labirenti

30 Ekim 2021
Küçük Lucas’la ruhen yaralı öğretmeni Julia... Ve yaşadıkları kasabayı kan gölüne çeviren bir yaratık... Yapımcıları arasında Guillermo del Toro’nun da olduğu ‘Boynuzlar’ gerilim atmosferini bir Kızılderili efsanesinden yola çıkarak kuruyor.

Oregon’a bağlı küçük bir kasaba... Sessiz, tekdüze giden bir hayat içinde aslında halının altına süpürülmüş birçok dert vardır ve bütün birikmiş yükler, paramparça edilmiş halde bulunan bir cesetle birlikte su yüzeyine çıkmaya başlar...

Scott Cooper, 5 filmine bakıldığında farklı cephelerde gezinen bir yönetmen (ve de eski bir oyuncu). Eski bir ‘country’ şarkıcısının öyküsünü anlattığı ilk filmi ‘Çılgın Kalp’ (Crazy Heart, 2009), hatırlanacağı gibi başroldeki Jeff Bridges’e En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandırmıştı. Son adımı ‘Vahşiler’ (Hostiles, 2017) de etkileyici bir politik western’di. ‘Boynuzlar’daysa (Antlers) bir Kızılderili efsanesinin peşine düşerken çarpıcı bir modern gerilim olmanın üstesinden geliyor.

Nick Antosca’nın kısa öyküsü ‘The Quiet Boy’dan sinemaya uyarlanan ve senaryosunu Cooper’la birlikte Antosca ve Henry Chaisson’ın kaleme aldığı film, arkaplanda taşranın tekinsizliğini perdeye taşırken önplanda da 12 yaşındaki Lucas’la öğretmeni Julia’nın kesişen yolları üzerinden seyirciyi hem geriyor hem de derin meselelerin etrafında dolaştırıyor. Oğlunu dışarıda bırakarak madene dalan babanın, iş ortağıyla birlikte tanımsız bir varlık tarafından saldırıya uğramasıyla başlayan film, sonrasında bizi sessiz bir öğrenci olan Lucas’ın sırlarıyla buluşturuyor.

Sığınacak bir beden arayan ve Kızılderili mitolojisinde ‘Wendigo’ adıyla bilinen bir yaratığın (‘ki bu beyazların, kendilerine ait olmayan toprakları işgaline karşı üretilmiş bir söylence de olabilir’ diyor kimi kaynaklar) kendini hapsettiği vücuttan çıkarak cinayetlerine hız vermesini anlatırken Amerikan taşrasındaki sorunlu baba profillerine de vurgu yapıyor film. Annesini kaybetmiş Lucas’ın babası alkoliktir, ona yardım eli uzatan öğretmen Julia ise tacizci babasının ölümünden sonra kasabaya dönmüş ve şerif kardeşiyle yaşamaya başlamıştır.

KADRAJLAR USTA İŞİ...

‘Boynuzlar’ atmosfer kurmada ve seyircisini başta öyküsü olmak üzere tüm elementleriyle etkilemede mahir bir yapım. Yaratık motifiyse ister istemez yapımcıları arasında yer alan Guillermo del Toro’nun (Amerikalı bir eleştirmen ‘Filmin vaftiz babası’ tanımlamasında bulunmuş!) yapıtlarını, özellikle de ‘Pan’ın Labirenti’ni (Faun) akla getiriyor. Ama öykü daha çok yönetmenin ‘The Devil’s Backbone’unu çağrıştırıyor.

Oyunculuklara gelince... İçine kapanık ama el uzatıldığında derin bir dünyası olduğunu gösteren Lucas’ta Jeremy T. Thomas muhteşem bir performans sergiliyor. Mimikleriyle ve kendine özgü yürüyüşüyle filme damga vuruyor. Julia’da Keri Russell’ı, kardeşi Paul’deyse Jesse Plemons’u izliyoruz. Emekli şerif Stokes’taysa ‘Kurtlarla Dans’tan beri aşina olduğumuz Kızılderili kökenli Graham Greene’ne rastlamak hoş bir tesadüf...

Kimi suçları, ruhen yaralanmış karakterler eşliğinde, ‘yaratık’ formlu bir gerilimde yansıtmak gibi bir harmanın üstesinden başarıyla gelen ‘Boynuzlar’ı kaçırmayın. Görüntü yönetmeni Florian Hoffmeister’ın ‘usta’ işi kadrajları da cabası...

Yazının Devamını Oku

‘Dune’kü çocuk ‘Mesih’ olur mu?

23 Ekim 2021
Frank P. Herbert’ın kült bilimkurgu serisi ‘Dune’ son uyarlamasıyla huzurlarımızda. Genç Paul Atreides’in kitlelerin beklediği ‘Mesih’ vasfına erişme sürecine odaklanan yapım, görselliğiyle dikkat çekiyor. Kadroda Timothée Chalamet, Rebecca Ferguson ve Javier Bardem gibi isimler var.

Bilimkurgu metinleri çoğu kez ‘karanlık’ bir geleceğin tarifini yaptı, yapıyor da. Teknolojinin onca gelişmişliğine karşın bu kulvarda önümüze çıkan kitaplar (ve onlardan uyarlanan filmler) gidişatın pek pozitif olmayacağına dair tezler üretiyor hep. Artık milyonlarca yıldır sığındığımız gezegen yok. Koca bir evrende gezinip duruyoruz, mesafeler alabildiğine kısalmış, uzay gemileri etrafta cirit atıyor. Ama o tehlike, başımızda ‘Demokles’in Kılıcı’ misali sallanıyor: Diktatörler kâinatı ele geçirmiş ve tek umut ışığı, bu düzene başkaldıran kahramanlar, isyankârlar...

Javier Bardem, isyancı Stilgar (sağdan ikinci) rolünde...

Bilimkurgu edebiyatı çoğu kez ortaçağ motiflerini taşıdı uzaya. Dükler, kontlar, imparatorlar ve ezilen, kurtarıcılarını bekleyen halklar... Frank P. Herbert’ın altı yılda tamamladığı (1965) ama basacak yayınevi bulamadığı, artık büyük bir klasik olarak kabul edilen ‘Dune’ serisi de benzer motiflerle örülü bir evrenin ifadesidir. Birçoklarına göre bütün zamanların en iyi bilimkurgu metni olarak gösterilen ‘Dune’, zamanında aykırı yönetmen Alejandro Jodorowsky tarafından sinemaya uyarlanmak istenmiş ama bu hamle gerçekleşmemişti. Sonra David Lynch benzer güzergâhta ilerlemiş ve 1984 tarihli filmiyle Herbert’ın yapıtını perdeye taşımıştı. Şimdi sahne sırası Denis Villeneuve imzalı 2021 yapımında...

Öykü kısaca şöyle: Yıl 10091... Caladan gezegeni sakinlerinden Atreides Hanedanı üyeleri Dük Leto, eşi Leydi Jessica, oğlu Paul ve emrindekiler, galaksinin en değerli maddesi olan baharatın (bazılarına göre bu bir uyuşturucu metaforu ama bence petrolü daha çok çağrıştırıyor) yetiştiği çöllerle kaplı Arrakis’in yönetimini devralmak üzere bu gezegene yollanırlar. Çok geçmeden bu hamlenin İmparatorluk ve Harkonnen Hanedanı tarafından düzenlenen bir tuzak olduğu anlaşılır.

‘Dune’ öncü bir roman olmasına rağmen bence sunduğu evren, omurgasını oluşturan unsurlar, okur zihninde yarattığı imajlar, başta ‘Star Wars’ olmak üzere kendisinden sonra gelen birçok ardılı tarafından fazlasıyla kullanılmış (ya da yağmalanmış) durumda. Bu açıdan Villeneuve’nün filminde izlediklerimizin yeni bir şeyler söylediğini iddia etmek zor. Öte yandan özünde ‘kutsal kitaplar’dan ödünç alınmış karakterlerle inşa edilen bu yapılar çoğunlukla aynı kapılara çıkıyor. ‘Dune’ da ezilen kitlelere kurtuluş için çözüm olarak bir ‘Mesih’i işaret ediyor.

İLK DEFA UZAYA ÇIKMIYORUZ!

‘Dune’ bir üçlemenin ilk ayağı. Devam filmleri henüz çekilmedi, muhtemelen ilk adımın göreceği ilgiye göre hareket edilecek. Öte yandan şunu söylemeliyim: Lynch’in zamanında pek beğenilmeyen uyarlaması belki bugünden bakıldığında demode ama Herbert’ın yazdıklarını derli toplu bir şekilde ifade etmiş. Villeneuve ise görsel yapıya yüklenmiş. Lynch’in uyarlamasında karakterleri eşit olarak tanıyorsunuz, bu filmse, kusursuzluğu takıntı haline getirmiş gibi görünen bir yönetmenin görsel haykırışı. Bu açıdan çok sayıda tanınmış oyuncudan oluşan kadro da kendini ifade edememiş gibi geldi bana. Mesela Paul’deki Timothée Chalamet’den çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Bir tek Leydi Jessica’daki Rebecca Ferguson biraz daha fazla öne çıkıyordu. Dev kum solucanları, abartılı tasarımlara sahip uzay gemileri, ‘Yusufçuk’ formunda helikopterler derken görselliğin dışında pek de etkileyici olmayan bu yapım bence ortalamayı aşamıyor. Son olarak evet, beğeniler sübjektiftir, “Dune başyapıttır” diyenlere saygımız sonsuz ama kendi adıma şunu da söylemek istiyorum: İlk defa uzaya çıkmıyoruz!

Yazının Devamını Oku

‘İkimiz bir fidanın dehşet saçan dalıyız’

16 Ekim 2021
‘Marvel evreni’ üyelerinden ‘Venom’ın sinemadaki ikinci serüveni huzurlarımızda. Gazeteci Eddie Brock’la uzaylı yaratığın, suçlu bir çifte ve yeni bir canavara karşı verdiği mücadeleyi anlatan filmin başrollerini Tom Hardy, Woody Harrelson ve Michelle Williams paylaşıyor.

Eddie Brock, meseleye vâkıf olanların bildiği üzere ‘Örümcek Adam’ dünyasında önemli bir yer işgal eden ünlü gazete ‘Daily Bugle’dan aşina olduğumuz, ‘emekçiden yana’ haberler yapan bir muhabirdir. Sinemadaki ilk ‘solo’ yansıması olan 2018 tarihli yapım ‘Venom: Zehirli Öfke’den de nasıl bir fiziksel dönüşüme uğradığına tanığız. Malum, uzaydan gelen bir yaşam formu kendini ortaya çıkarmak için aradığı insan bedenini Brock’ta bulmuş ve bu zoraki arkadaşlıktan yeni bir ‘süper kahraman’ doğmuştu.

Ruben Fleischer imzalı ilk adımın devamı niteliğindeki ‘Venom: Zehirli Öfke 2’de (‘Venom: Let There Be Carnage’) kamera arkasına, daha önce özellikle ‘Gollum’ (‘Yüzüklerin Efendisi’ serisi) ve ‘Caesar’ (‘Maymunlar Cehennemi’ serisi) gibi karakterlerden hatırladığımız oyuncu-yönetmen Andy Serkis geçmiş. Venom’a hayat veren Tom Hardy’nin yanı sıra Kelly Marcel’in ortaklaşa kaleme aldıkları yeni maceranın ana ekseni, uzaylı simbiyotun, kendi türünden bir düşmana karşı verdiği savaş.

Filmde Venom’a Tom Hardy hayat veriyor.

Genel çatı iki yaratığın Dünya üzerindeki ‘final’ maçına doğru inşa edilirken gidiş yolunda karşımıza kötülük timsali bir çift çıkıyor: San Francisco’daki St. Elmes İstenmeyen Çocuklar Evi’nde birliktelikleri başlayan Cletus Kasady ve sevgilisi Frances Barrison.

‘KATİL DOĞANLAR’IN UZANTILARI…

Bir seri katil olan Cletus, San Quentin Eyalet Hapishanesi’nde, Francis ise Ravencroft Enstitüsü’ndedir. Brock, seri katilin öyküsünü kitlelere aktarıp kaybettiği gazetecilik prestiji ve ruhunu yeniden kazanırken bir temas dolayısıyla farkında olmadan yeni bir canavarın varoluşuna kapıyı aralar.

‘Marvel ailesi’nin salonlarımızı ziyaret eden yeni ürünü ‘Venom: Zehirli Öfke 2’, bence ilk adımdan bir tık daha iyi... Yaratık ve onunla bütünleşen Eddie’nin ilişkisi bir tür ‘alter ego’ savaşı ya da sürekli didişen, kavga eden ama birbirlerine muhtaç bir sevgili profili olarak da ele alınabilir. Filmde çok etkili olmayan ama ara ara karşımıza çıkan mizah yükünü bu çekişme üstleniyor. Cletus-Francis ya da diğer adlarıyla ‘Carnage’-‘Shriek’, filmin bir yerinde yeni ‘Bonnie-Clyde’ olarak anılıyorlar ama Cletus’u canlanlandıran Woody Harrelson dolayısıyla ben onları ‘Katil Doğanlar’ın uzantıları olarak adlandırmayı daha uygun gördüm.

İlk adıma ilişkin eleştirimde Brock’un mesleği üzerinden “Film ‘günümüz dünyasında gazetecilik yapabilmek için uzaylılara ihtiyaç var’ türü bir mesaj mı iletmek istiyor” diye yazmıştım: İkinci adımda da gazetecilik meselesi var ama hikâyede herhangi bir mesajı aktaracak kadar yer işgal etmiyor.

Yazının Devamını Oku