Bilgisayar sistemlerini bozarak dünyayı felakete götürebilecek bir cihaz... CIA, kötü ellere düşmesin diye Paris’te ‘parasıyla’ cihazı ele geçirmek isterken ortalık karışır ve iş büyür. Çünkü masada artık CIA’den Mace’in yanı sıra Alman İstihbaratı’ndan Marie, MI6’ten bilgisayar dâhisi Khadijah ve Kolombiyalı terapist Griciela vardır. Grup, düşmana karşı ortak tavır alırken meseleye Çin kanadından Lin Mi Sheng de dahil olur...
Malum, günümüz sinemasında kadın ajanlar uzun bir süredir Mata Hari türü istihbarat toplama görevlerinin ötesinde bizzat sahada boy gösteriyorlar. Dövüş tekniklerine hâkimler, çok iyi silah kullanıyorlar, zekiler ve arada bir de aşk meşk konularına girebiliyorlar. Luc Besson’un ‘Nikita’sından Charlize Theron’lu ‘Atomic Blondie’ye ve Jennifer Lawrence’lı ‘Red Sparrow’a uzanan yol bahsettiğimiz. Simon Kinberg’in yapıtı ‘Kod 355’ (The 355) ise öyküsünü dünyayı felaketlerden korumak üzere ‘kadın dayanışması’yla hareket eden ajan karakterlerini çoğaltarak anlatıyor. Günümüz siyasi dengeleri, Çin’in dahli, Mace’in ‘Jason Bourne’vari şekilde ‘örgüt dışı’ kalması gibi unsurların dışında ‘Kod 355’, ‘modern ajan filmleri’nin temel düsturu, dünyanın çeşitli merkezlerine uğrama (Washington, Paris, Londra, Berlin, Marakeş, Şanghay) gerekliliğinin de üstesinden geliyor.
Adını Amerikalı ilk kadın casuslarından birinin kod ismi olan ‘355’ten alan yapım kimi yerlerde mantığımızı zorlasa da aksiyonseverler için uygun bir seçenek sunuyor. Jessica Chastain, Diane Kruger, Penelope Cruz, Lupita Nyong’o, Bingbing Fan gibi isimlerden oluşan kadro da “Kadın James Bond olur mu” sorusuna cevap veriyor: “Tabii ki, neden olmasın?”
MASKE, MESAFE, ‘ÇIĞLIK’
Şimdiki zaman gerilim sineması Wes Craven’ın bir tür vasiyeti sayılabilecek ‘Çığlık’ (Scream) serisine 2022’den bir ek yapıyor. Bu yeni adımda, Woodsboro adlı kasabada, Munch’un ünlü tablosundan mülhem ‘maske’yi takan yeni bir seri katil ortaya çıkıyor. Genç kuşak kurbanlar ve olayı çözmeye çalışanlar derken belli bir noktadan sonra serinin ‘demirbaşları’ Dewey, Gale ve Sidney de meseleye dahil oluyor. Yeni ‘Çığlık’ yer yer zekice anlar, gerilim sinemasına ve Hollywood’un reflekslerine dair göndermeler içerse de bazı noktalarda yapmak istediklerinin altını defalarca ve gözümüzün içine sokarak çiziyor ve bu yüzden ortalamayı aşamıyor. Bir de film fazla ‘kanlı’.
ŞEHİRLİ BİR AŞK HİKÂYESİ
Bir ikilemin etrafında kararını vermek durumunda olan insanlar ve ardından doğan sonuçların yarattığı ruhsal izdüşümler, vicdani hesaplaşmalar. Artık İran sinemasının en gür sesi konumundaki Ashgar Farhadi’nin yapıtları bu tür karakterlerin yaşadığı sınavlarda şekillenir. Asıl olarak senaryolarına vurulduğumuz yönetmenin son adımı ‘Kahraman’ (Ghahreman) benzer izlerin peşinde sürüklenen bir yapım.
Öykünün odağında borcunu ödeyemeyince hapse giren Rahim var. Bu genç adam eşinden ayrılmış, konuşma engelli oğlunu iki çocuk annesi kız kardeşine teslim etmiştir. İki günlük izinle dışarı çıkar ve özgürlüğünü daimi kılmak için kimi hamlelere girişir. İlk olarak eski eşinden dolayı akrabası olan ve onu içeri attıran Behram’a borçlarını taksitle ödemeyi teklif eder. Bu iş için de sevgilisi Ferhunde’nin çeyiz olarak sakladığı 17 altını kullanacaktır. Ama altın fiyatlarındaki oynamalar ve karşı tarafın teklifi kabul etmemesiyle bu plan yatar. Ardından farklı bir taktiğe yönelir: Altınları bulduğunu iddia eder ve sahibine teslim edeceğini söyler. Bu hareketi büyük ilgi görür; hapishane yönetimi ‘iyi kalpli’ hükümlülerinin yanında yer alır, televizyonlar ve gazeteler onunla röportaj yapar. Rahim Sultani artık bir ‘Kahraman’dır. Fakat çok geçmeden işin seyri değişir.
Farhadi’nin anlattığı dünyalarda ahlaki krizler vardır. Bu krizlerin çözülmesi yolundaki adımlar önceden hesaplanmamış başka krizleri doğurur ve başta basit gibi görünen denklem, zor bir matematik problemine dönüşür. Öte yandan İranlı yönetmenin yapıtlarında genellikle ikili ya da üçlü karakterler vardır ve her birinin çelişkileri sonucu meseleler giriftleşir. Bu kez karakterler ve girift alanlar çoğalmış. Şiraz’da geçen filminde Farhadi kendi insanının, kendi kültür reflekslerinin arasında daha etkili atmosfer kuruyor. Hoş senaryo bir-iki yerde, her şeyde mantık arayan (benim gibi) seyirciler için inandırıcılık problemleri yaşıyor ama yine de genel toplamda anlatılan öykü, insan denen varlığın doğasına ait çelişkileri o kadar çok hatırlatıyor ki, bu genel çerçevede her şey inandırıcı ya da kabul edilebilir geliyor...
‘Kahraman’ı onur, gurur, dürüstlük, sahtekârlık ve özgürlük gibi değerler üzerine ahlaki bir tartışma öyküsü olarak kabul etmek de mümkün. Rahim, kaybettiği özgürlüğüne yeniden kavuşmanın yanı sıra yerlerde sürünen prestijini de ayağa kaldırma peşinde. Hapishane yönetimiyse kamuoyu nezdindeki kötü imajını, onun yarattığı ‘dürüst mahkûm’ profili üzerinden düzeltme hesapları içinde. Ama Rahim girdiği bataklıktan kurtulmak için yalan üzerine yalan üretmek durumunda kalıyor. Ki, her zaman gülümseyen yüzü onu sempatik ve inandırıcı kılıyor. Toplum katındaki ‘Kahraman’lığının foyaları dökülürken de öykü her şey gibi özgürlüğün de bir bedeli olduğunu hatırlatıyor.
Rahim’de Amir Jadidi’nin muhteşem oynadığı filmde borçlusu Behram’da Mohsen Tanabandeh, sevgilisi Ferhunde’de de Sahar Goldust çok iyi. Ayrıca Behram’ın kızı Nazanin’de, Farhadi’nin kızı Sarina Farhadi’yi izliyoruz.
BRECHT’E SELAM OLSUN
Çemberin içine daha çok karakter ve yaşadıkları ikilemler dahil oldukça dağınık bir hal alan ‘Kahraman’ın, yönetmeninin maharetli elleriyle gayet güzel toparlandığını belirtmek isterim. Geçen yıl Cannes’da ‘Jüri Özel Ödülü’yle taçlandırılan Farhadi’nin yapıtının Oscar’larda da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’in ‘beş aday’ından biri olması yüksek ihtimal...
Tanıdık bir ses (evet o, Olivia Colman) Britanya tarihinde 1839-1901 yılları arasında hüküm süren ‘Victoria Dönemi’ni ‘Toplumsal önyargıların hâkim olduğu ve her şeyin kokuştuğu bir zaman dilimi’ şeklinde tasvir ettikten sonra ekliyor: “Ama kimi bilimsel gelişmelerin de devriydi.” İşte bu cümleler eşliğinde açılan ‘Louis Wain’in Renkli Dünyası’ (The Electrical Life of Louis Wain), dönemin ilginç karakterlerinden biri olarak zihinlere kazınan bir ressamın öyküsünü anlatıyor.
İngiliz ressam Louis Wain (sağda) 1860-1930 yılları arasında yaşadı.Çizdiği kedilerde insana özgü duruş ve ifadeler görülür.
Aslında Louis Wain’e sadece ‘ressam’ demek haksızlık; çünkü o beş kız kardeşi ve annesinden oluşan ailesinin tek erkek bireyi olarak ağır bir yük omuzlarına binince para kazanma adına birçok cephede mücadele ediyor. Çizerliğinin yanı sıra mucit ve boksör olma çabaları da var; ama bütün bu heveskâr yapısına karşın beceriksiz ve tutunduğu en önemli dal portre çizerliği. Nitekim yeteneğiyle, Illustrated London News adlı yayın için çizimlere imza atıyor. Gazetenin sahibi William Ingram, tüm tuhaflıklarına rağmen ondaki ışıltıyı fark ediyor ve eserlerini kullanıyor...
YAŞARKEN ANLAŞILMADI
Wain, tüm bu sanatsal ve aileye gelir getirme çabalarını sürdürürken evin küçüklerine ders vermek amacıyla tutulan mürebbiyeleri Emily Richardson’a âşık oluyor. Dönemin sınıfsal yapılanmaları bu türden bir ilişkiye pek sıcak bakmasa da Wain, kendisinden 10 yaş kadar büyük olan Emily’yle evleniyor ve Kuzey Londra’da Hampstead’deki kır evine taşınıyor. Bu mutlu-mesut tabloya bahçede buldukları ve Peter adını verdikleri minik kedi yavrusu da ekleniyor. Çok geçmeden Wain, tatlı ‘pisicik’ üzerinden kediler dünyasına yelken açıyor ve kendine özgü stiliyle onlara yeni bir kimlik kazandırıyor.
Genç İngiliz oyuncu-yönetmen Will Sharpe’ın imzasını taşıyan film, bu nadide kişiliğin hayat öyküsünde dolaşıyor. Film, Louis Wain’in yaşamının bir ya da birkaç bölümüne tanıklık etmektense gençliğinden itibaren ölümüne kadar olan süreyi perdeye taşıyor. Bu anlamda geniş bir yelpazede gezinen biyografik bir çalışma var karşımızda. Hayatındaki trajedilerde savruldukça savrulan, naif kişiliğiyle sanatını sonsuza taşısa da paraya çevirme konusunda tam bir beceriksizlik örneği gösteren bu ressam, ne kendisine ne de sürekli ondan ekonomik yardım bekleyen kız kardeşlerine bir türlü istedikleri standartları sunamıyor. Öte yandan hayatının büyük bölümündeki yalnızlığında ağır basan psikolojik sorunlar nedeniyle ‘şizofreni tanısı’ konulup akıl hastanesine yatırılan Louis Wain, bugünden bakıldığında döneminde elbette tam olarak anlaşılmamış bir sanatçı. Ki yakın zamanda kendisi üzerine araştırma yapan kimi uzmanlar, ressamın şizofren değil otistik olabileceğine dikkat çekmişler. Bu yöndeki tanının en büyük belirtisi olarak da hastalığının ileri kabul edilen evrelerinde sanatsal çabalarının hiç azalmadığını, aksine en iyi eserlerini verdiğini vurgulamışlar.
Öte yandan Wain, çizdikleriyle kedilere özel bir şahsiyet kazandırarak ‘patili dostlar’ın evlerdeki özel yerlerine fazlasıyla alan sağlayan bir sanatçı olarak da anılıyor. Bu öncü yapısıyla da önce İngiltere’de, sonra bir süre çalıştığı ABD’de ve nihayetinde tüm dünyada insanların kedilere bakışını değiştiriyor. Hatta ünlü yazar H.G. Wells, Wain’e ilişkin “Kendine özgü bir kedi tarzı, toplumu ve dünyası yarattı. Louis Wain’in kedileri gibi görünmeyen ve yaşamayan İngiliz kedileri, kendilerinden utanır oldular” demişti.
EN İYİ YABANCI FİLMLER
SANAT TARİHİ ÜZERİNE BİR GEZİ“Louvre Müzesi’nde Bir Gece: Leonardo da Vinci” (A Night at the Louvre: Leonardo da Vinci)
Leonardo da Vinci’nin 500’üncü ölüm yıldönümü vesilesiyle 2019’da Louvre’da düzenlenen çarpıcı serginin eşliğinde Rönesans’ın eşsiz dehası ve arayışları üzerine bir belgesel. Pierre-Hubert Martin’in yönettiği yapım, resme ve heykele meraklıların dışındakilere de sesleniyor.
ERKEKLİK HALLERİ
‘Son Düello’ (The Last Duel)
Erkeklik hallerine 14’üncü yüzyıl Fransa’sından bakan film emektar İngiliz yönetmen Ridley Scott imzasını taşıyor. Matt Damon ve Adam Driver ile Jodie Comer de filmin ışıltılı yıldızları.
Seriye, 2003’te son adım olan ‘The Matrix Revolutions’la veda ettiğimize göre aradan geçen 18 yılda neler olmuş olabilir? ‘The Resurrections’ bu sorumuza cevap vermeye çalışırken bizi San Francisco’da, geçmişi parlak ama artık psikolojik sorunlarıyla boğuşan orta yaşlı bir video oyun programcısı Thomas Anderson’la buluşturarak işe başlıyor. Yaşadıkları, verdiğini sandığı mücadele hayal miydi, son derece yüklü görünen ‘dün’, ona zihninin oynadığı bir oyun muydu? Sürekli gittiği terapist rüyalarını (ya da kâbuslarını) yorumlarken onun ‘gerçeklere’ (!) dönmesi ve hayata tutunması için çabalaması gerektiğini belirtiyor... İşyerindeyse Warner Bros.’un onlarla, kabul etmezlerse de onlarsız yeni bir ‘Matrix’ filmi çekeceği konuşuluyor. Öte yandan belleği onu eski görüntülerle buluşturuyor... İçindeki kabuk bağlamayan asıl yara Trinity... Takıldığı kafede sık sık gördüğü kadın o mu acaba? Lakin bir şekilde tanıştığı, isminin de Tiffany olduğunu öğrendiği bu unutamadığı suret, şimdiki düzende iki çocuk annesi bir kadındır.
İşte bu ruhsal karmaşanın içinde Bugs adlı genç bir ‘siber-anarşist’ Thomas Anderson’ı ‘asıl kimliği’yle, Neo’yla buluşturuyor. Çok geçmeden yolu şimdiki zamanın ‘Morpheus’una uzanıyor. Peşi sıra yeni bir ‘uyanış dönemi’ başlıyor...
Wachowski’ler tüm ısrarlara karşın “Üç filmde dediğimizi dedik, söyleyecek yeni fikirlerimiz yok” türünden gerekçelerle dördüncü bir ‘Matrix’ projesinden kaçınmışlardı. Peki ‘Resurrections’ nerden çıktı? Lana Wachowski’nin açıklamalarından öğreniyoruz ki şöyle bir motivasyonla doğmuş bu proje: “Annemle babam hastalanmıştı, eşimle yanlarına taşındık ve hayatlarının son birkaç ayında onlara baktık. Bir gece uyandım; onlar ölüyor ve ben acı ve keder içindeydim. Beynim yatıştırıcı olacak bir hikâye hayal etmek istedi. Ve böylece ölmüş iki karakter -Neo ve Trinity- dirildi ve canlandı.”
Yani son derece insani bir refleksle, karşı durdukları fikre sarılmış Lana Wachowski... Fakat izlediğimiz 2 saat 28 dakikalık bu son adım ne yazık ki zorlama bir çaba... Bu türden devam hamleleri genellikle sorunludur ve belki gişede değil ama sinematografik anlamda beklentileri karşılamaz. ‘The Resurrections’ da bütün gücünü bence çok da etkileyici olmayan bir aşk hikâyesi etrafında kurmaya çalışırken ‘üçleme’nin genel meselelerinin üzerinden tekrardan geçmiş ve daha çok aksiyona yüklenmiş... Sürekli çatışma sahneleri, serinin alameti farikası olan ‘bullet time’ (kurşun zamanı) gösterileriyle filmin süresi adeta doldurulmuş.
Aslında başlangıçta, Thomas Anderson’un kafasında oyuncak ördekle küvetteki sempatik depresifliği, Warner Bros’un kendini ti’ye alma esprileri fena değildi. Ama sonrasında öykü ve görüntüler kendini tekrardan öteye gitmiyor. Galiba sorun biraz da zamanın hızına yenik düşmekte ve kendisinden sonra benzer sularda ya da kadrajlarda gezinen yapımların orijinali eskitmesinde sanırım...
NAÇİZANE BEKLENTİM...
Üç ana karakter Neo, Trinity ve Morpheus’u canlandıran Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss ve Laurence Fishburne’ün ikisi bu filmde yerlerini korumuşlar. Öykünün asıl odağının orta yaşlarındaki iki insanın aşk hikâyesi olması da bu durumu zorunlu kılmış. The Guardian’ın eleştirmeni Peter Bradshaw meseleye ilişkin mealen şunları yazmış: “Bu tür geri dönen aksiyon serilerinde yaşlanan erkek ana karakterin yanına genç bir kadın yardımcı verirler, buradaysa Moss’un geri döndüğünü görmek güzel ama ona yeterli alan açılmaması da üzücü.”
Yıl 1999… ‘Milenyum’a bir kala, 31 Mart’ta ABD’de, 3 Eylül’de de Türkiye’de vizyona giren bir film, sonraki ayak izlerinden de gördüğümüz üzere sinema tarihine damgasını vuracak ve bilimkurgunun yatağını değiştirecekti. Bir üçlemenin ilk adımı niteliğindeki bu yapımda öykünün ana karakteri gündüzleri bir yazılım şirketinin elemanı olarak görev yapan, geceleri de ‘hacker’ olarak takılan Thomas ‘Neo’ Anderson’dı. Andy ve Larry Wachowski Kardeşler’in yazıp yönettiği yapımda ‘Neo’, tanıştığı Trinity adlı bir kadın aracılığıyla ‘efsanevi hacker’ Morpheus’a ulaşacak ve yaşadığı evrenin gerçekliğine dair kafa karıştırıcı bir yolculuğa çıkacaktı… Çok geçmeden daha önce içinde yer aldığı dünyanın bilgisayarlarca üretilmiş sanal bir âlem olduğunu fark edecek ve bu sistemi yaratanlara karşı, Morpheus’un saflarında isyan hareketine katılacaktı…
GÖNDERMELER GEÇİDİ
2003’te altı ay arayla ‘The Matrix Reloaded’ ve ‘The Matrix Revolutions’ adlı devam filmlerini izlediğimiz seride anlatılanlar aslına bakılırsa kimi bilimkurgu yapımlarında perdeye yansıtılan dertlerdi. Lakin Wachowski Kardeşler’in bu nadide çalışması, felsefeyi ve metinlerinin içerdiği onca göndermeyi popüler bir sinema diliyle, görselliği yüksek bir sinematografiyle, aksiyonla bezenmiş sahnelerle ve çıtayı en üst sınırlara taşıyan bilgisayar efektlerinin yardımıyla yansıtıyordu. Nihayetinde ‘The Matrix’ üçlemesi zor ve girift gözüken konular hakkında herkesin anlayacağı bir akıcılıkta ve basitlikte yazılmış popüler felsefe kitaplarını andırıyordu. Evet, üç filmde de entelektüel dokunuşlar, insanlığın gidişatına ait meseleler, sistemin bireyi ezen ve sömüren yapısına ilişkin vurgular, makineleşme korkusu gibi problemler vardı ama ünlü ABD’li film eleştirmeni ‘rahmetli’ Roger Ebert’ın ‘The Matrix’ sonrası kaleme aldığı yazıda da altını çizdiği gibi “Derin felsefi sorunlar yine otomatik silahlarla çözülüyordu”. Keza bu görüşün aksi kanadında yer alanların savunusu da şuydu: “Artık görselliğin sınırları en uç noktalara taşındığı bir zaman dilimindeyiz ve dönemin ‘felsefi’ filmi de böyle olmak zorunda.”
Nihayetinde serinin her bir filmi ayrı ayrı ele alındı, değerlendirildi, beğenildi, göklere çıkarıldı. Olumsuz görüş bildirenler de oldu, burun kıvıranlar da ama şurası bir gerçek ki; ‘The Matrix triolojisi’nin zihinlerde bıraktığı tortular üzerinden o kadar çok makale yazıldı, o kadar çok tartışma başlığı açıldı, devreye sosyologlar, filozoflar, felsefeciler girdiki, Wachowski’lerin yapıtları sonuç olarak sinema tarihinin en çok deşilen, didiklenen, gündem olan filmleri arasındaki müstesna yerine kuruldu.
Kuşaklar değişir ve sinema da ister istemez, aynı öyküleri yeni gelen seyircinin belleğinde de yer etmesi için yeniden perdeye taşır; karakterleri revize eder, teknolojiyle farklı görüntüler ve atraksiyonlarla bir kez daha sunar... Lakin endüstrinin bütün dinamikleri ele alındığında bile 19 yılda sekiz film, üç ayrı aktör, üç ayrı yönetmen ve tek bir karakter... Evet, biraz fazla gibi. Bu hafta itibariyle salonlarımıza uğrayan ‘Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’ (Spider-Man: No Way Home) ise hem son serinin hem de neredeyse toplam sekiz filme yayılan bütün külliyatın toparlanışı, kendi içinde hesaplaşması adeta...
Hatırlanacağı gibi son iki film ‘Eve Dönüş’ ve ‘Evden Uzakta’da Parker’ın ‘The Avengers’ ailesi içindeki gayretlerini, ‘Süper’ abi ve ablalarına yardımlarını ve ardından kendi yolunu bulma çabalarını izlemiştik. Son hamledeyse her şey sil baştan (zihinsel anlamda da) yapmaya çalışılıyor. Öykü kısaca şöyle: Örümcek-Adam kimliğinin deşifre olmasıyla hayat Parker ve yakın çevresi (kız arkadaşı MJ, yakın dostu Ned, halası May vs.) için çekilmez hale geliyor. Bu durumdan kurtulmak adına da ‘Doktor Strange’den yardım istiyor. Strange çare olarak ‘unutma büyüsü’ne başvuruyor, lakin bu dokunuş herkesle birlikte kız arkadaşı MJ, yakın dostu Ned ve halası May’in de onun Örümcek-Adam olduğunu unutmaları anlamına geldiği için küçük müdahalelerde bulunuyorlar. Fakat işlem sırasında çıkan kimi problemlerle Parker’ın bugüne kadar yok ettiği kötüler; ‘Yeşil Cin’, ‘Doktor Ahtapot, ‘Kumadam’, ‘Kertenkele’ ve ‘Electro’ tekrar sahneye çıkıyor...
‘ÇOKLU EVREN’İN MARİFETLERİ
Stan Lee-Steve Ditko ikilisinin 1962’de yarattıkları ‘Örümcek-Adam’ın sinemadaki bu son yansımasında senaryoya imza atan Chris McKenna ve Erik Sommers, parlak sayılabilecek bir fikir bulmuşlar ve öyküyü bu sarmal üzerine kurmuşlar: Yani kapıyı açık gören geliyor! ‘Bilimsel teori literatürü’nde bu durum örneğin ‘başka zaman dilimi’ olarak da mı adlandırılır bilemem ama onlar ‘çoklu evren’ tanımını uygun görmüşler ve bütün mantığı bu temel üzerine inşa etmişler.
Ben bütün külliyat içinde Sam Raimi’ninkileri beğenirim, ayrıca 2018 tarihli ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde’ adlı animasyon da seriye aradan dahil olup yepyeni bir soluk getirmişti. ‘Eve Dönüş Yok’ ise bütün külliyatı toparlama konusunda başarılı. Öte yandan senaryo, genç kuşak üzerindeki etkileri yadsınamaz bir ‘süper kahraman’ kimliğine sahip ‘Örümcek-Adam’ üzerinden kötüleri, eski hallerine, yani iyi oldukları kişiliklerine döndürme çabasının altını çizerek bir tür ahlak ve hayat dersine de soyunuyor. Bu da Christopher Nolan ve Todd Phillips’in ‘Joker’ vasıtasıyla bir tür ‘Kötülüğe övgü’yü neredeyse idolleştirmeye yeltendikleri bir sinema coğrafyası içinde hem ters akıntı gibi duruyor hem de bence naif kalıyor...
Neyse, Tom Holland, Zendaya, Benedict Cumberbatch ve Marisa Tomei’nin yanı sıra eski kötüleri (Willem Dafoe, Alfred Molina, Jamie Foxx) karşımıza getiren bu yapım, sineye çekilir bir ‘Örümcek-Adam’ filmi olmuş. Ayrıca öyküde, Ben Amca’nın Peter Parker’a miras bıraktığı ‘Büyük güç, büyük sorumluluk getirir’ motto’sunun hatırlatılması da kayda değer bir hareketti derim...
Arthur Laurents’in metnini, 1957’de Jerome Robbins, Broadway’e taşımış, ardından büyük ilgi gören müzikal 1961’de sinemaya uyarlanmıştı. Kamera arkasında Robert Wise’ın olduğu ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’ (West Side Story), çok geçmeden ‘Müzikallerin Altın Çağı’ denen dönemin üyesi olmasa da kulvarının en popüler filmi vasfıyla zihinlere kazındı. Tam 10 dalda Oscar’a uzanan bu klasik, şimdi yeni bir versiyonla huzurlarımızda...
1961 yapımı “Batı Yakası’nın Hikâyesi”nde Tony ve Maria’yı Richard Beymer’le Natalie Wood canlandırıyordu (üstte, solda). Yeni versiyondaysa Ansel Elgort ve Rachel Zegler’i izliyoruz...
Önce öyküye değinelim... 1950’lerin sonu, New York... Lincoln Center’ın inşa çabalarının başladığı bir dönemde, yörede yaşayan nüfusa ait iki gruptan gençler çeteleşmiş ve her fırsatta birbirleriyle kapışır hale gelmiştir. ‘Jetler’, beyazların topluluğudur; ‘Köpekbalıkları’ da Porto Riko kökenli Hispaniklerin... Günün birinde, bir dans organizasyonunda karşılaşan Maria ve Tony ilk görüşte birbirlerine vurulurlar. Ne var ki genç kızın ağabeyi Köpekbalıkları’nın şefi Bernardo’dur, Tony de Jetler’i Riff’le birlikte kuran kişidir ve hapisten henüz çıkmıştır. İki grup arasında giderek derinleşen ayrımlar Maria ve Tony’nin aşkına gölgesini güçlü bir şekilde düşürecektir...
GİRİŞ BÖLÜMÜ MÜKEMMEL
Bilindiği gibi “Batı Yakası’nın Hikâyesi”, Shakespeare’in ‘Romeo ve Juliet’ine dayanıyordu. New York’a taşınan öyküde Montague’ler ve Capulet’lerin yerini Jetler ve Köpekbalıkları alırken orijinal eserde terazinin iki yanındaki dengeli durum beyazlar ve Latinler olarak değişiyordu. Steven Spielberg, 1961 tarihli yapımı 60 yıl sonra Tony Kushner’in senaryosuyla yeniden seyirciyle buluştururken hem ciddi bir yıkıma gitmemiş hem de yeni bir inşa sürecine soyunmamış. ‘2021 versiyonu’na bakıldığında sanki karşımızda çok iyi bir restoratörün elinden çıkmış ve bazı bölümleri hafif tadilattan geçilirmiş bir yapı var. Yeni metin sadece meselenin ırk farklılığı boyutuyla ilgilenmemiş, ‘şimdiki zaman hassasiyetleri’ni (kentsel dönüşüm, kadın meselesi, cinsel yönelim vs.) öyküye ekleyerek ‘Batı Yakası’na kimi yenilikler getirmiş.
İlk olarak filmin giriş bölümü muhteşem diyebiliriz. Enfes koreografiler, görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’nin büyüleyici açılarıyla birleşmiş ve ortaya soluksuz izlenen sahneler çıkmış. Bu tür sekanslarla film boyunca karşılaşıyoruz ama galiba en etkileyici olanı, bir şantiye alanı havasındaki 1950’ler New York’undan kesitler sunan bu bölümdü. Senaryonun en önemli rötuşuysa orijinal filmde olmayan Valentina karakteri. Kushner’in metni, 1961’deki versiyonda Bernardo’nun sevgilisi Anita’yı canlandıran Rita Moreno’ya yeni filmde yer vermek için olsa gerek, böylesi bir karakter yaratmış. Ana rollere gelince... Maria’da Rachel Zegler’i, Tony’de -Val Kilmer’ın gençliğini hatırlatır yüzüyle- Ansel Elgort’u izliyoruz (orijinal filmde bu iki karaktere Natalie Wood ve Richard Beymer hayat veriyordu). Bernardo’da David Alvarez, Anita’da Ariana DeBose, Riff’te Mike Faist, ırkçı polis şefi Schrank’ta da Corey Stoll karşımıza geliyor.
“Batı Yakası’nın Hikâyesi”, Amerikan sinema tarihi içinde özel bir müzikaldi. Spielberg bu mirasa el atarken orijinaline halel getirmiyor, Stephen Sondheim’ın şarkılarının ve Leonard Bernstein’ın unutulmaz müziklerinin eskimediğini de hatırlatıyor. Bence sadece şöyle bir problem var: Dans figürleriyle bezenmiş sahneler dışında bize geçen duygu pek güçlü değil gibi. Bunun nedeni de filmden ziyade öykünün fazlasıyla bilinirliği olabilir. Sonuçta Spielberg gibi bir yönetmenin elinden çıkan bu ‘restorasyon hamlesi’ izlenir diyorum...