Uğur Vardan

Ve ‘En gay filmi’yle karşınızda Pedro Almodovar

12 Mayıs 2013
Yere çakılmayı beklerken gökyüzünde daireler çizen bir uçak… Almodovar, ‘Aklımı Oynatacağım’da uçak metaforu üzerinden ekonomik krizin allak bullak ettiği İspanya’yı hicvediyor.

Malum, klişeler meseleleri daha kolayca tarife yarar. Ona da ‘İspanyol sinemasının haşarı çocuğu’ türünden bir klişe yüklemek, mevzuyu kısaca özetlemek anlamına geliyor. Castilla bölgesinde küçük bir kasabada dünyaya gelen Pedro Almodovar, rotasını Madrid’e çevirdiğinde yıl 1968’di ve 19 yaşındaydı. Bir daha başkentten ayrılmadı. Filmleri de hep Madrid’in ötesinde berisinde biçimlendi. Barcelona’yaysa bir kere uğradı, ‘Annem Hakkında Her Şey’de ana karakteri Manuela’yı yollarken…
Yetişme döneminde feyz aldığı ve kendisi için ilham kaynağına dönüşen melodramları, sinema serüveni boyunca anlattığı hikayelerde yeniden üretti, ustaları Douglas Sirk ve Fassbinder gibi isimlerin hatıralarına asla halel getirmedi. Öykülerinin arasına erkekler de karıştı elbet ama o daha çok kadınları anlattı. Kimi sinir krizinin eşiğindeydi, kimi de ‘Bağla Beni’ diye tutturuyordu. Filmlerinin arka planına sinen görüntülerde kitsch estetiğinin izlerini bulmak mümkündü. Parlak, göz alıcı renkler, daha çok 70’lerin ifade biçimiyle yansıyordu kadrajlarına adeta.
Filmografisinin birçok adımı bizim salonlarımıza da uğradığı için, ne yaptığını izlemek mümkündü. Sürekli başka biçimlerde ve farklı öykülerde karşımıza çıksa da genellikle odaklandığı yer modernist dünyanın ahval ve şeraiti içinde karşımıza gelen meselelerdi. Yalnızlık, elbette iletişimsizlik, eskinin yerine alamayan ilişki biçimleri ve her şeyin ötesinde beliren ve bazen körlükle eşdeğer olan tutku… Akabinde de bu tutkunun açtığı kapanmayan, kaşıdıkça da derinleşen yaralar... Sinemasal yolculuğunu ifade etmek için ona başvurduğu-muzdaysa kadınların kendisine komedi yapma, erkeklerinse trajedi anlatma fırsatı yarattığını ifade ediyordu söyleşilerinde. Filmleri zamanla onu yerelden evrensele taşıdı, uluslararası bir değere dönüştürdü. Dünyanın her yerinde sinemasever hayranları vardı, eleştirmenler katındaki kredisi de son derece yüksekti. Mesela İngiliz The Guardian’ın emektar sinema yazarı Philip French, ‘Annem Hakkında Her Şey’i ‘20. yüzyılın son büyük filmi’ olarak ilan  etmekle kalmamış ‘Konuş Onunla’yı da ‘21. yüzyılın ilk büyük yapıtı’ olarak tanımlamaktan kaçınmamıştı.
Öte yandan arabeski ucuzluktan kurtaranlar ve melodramı katlanır hale getirenler sınıfında yer almanın dışında ‘gay’ bir sinemacı olarak ‘Cinsel kimliğini tüm cesaretiyle haykıranlar’ da onun ilgi alanı içindedir. Örneğin 2004 tarihli ‘Kötü Eğitim’de çocukluktan yetişkinliğe taşınan meseleleri ve yarım kalmışlıkları anlatırken zekice bir senaryonun da izlerini sürer. Bu filme ilişkin yazdığım eleştiride ‘Kötü Eğitim’in bende bıraktığı en derin izi, kilit bir sahneden yola çıkarak şöyle tarif etmiştim: ‘Aşk, karşı karşıya kaldığın pozisyonda topu auta atmaktır…’
Bir nevi ‘Kötü de olsa eğitim şart’ diyen bu çalışmanın ardından günümüze kadar çok da film çevirmedi Almodovar. ‘Volver’, ‘Kırık Kucak-laşmalar’, ‘İçinde Yaşadığım Deri’ ve son olarak bu hafta bizde de gösterime giren ‘Aklımı Oynatacağım’ (Los Amantes Pasajeros). ‘Volver’ı hâlâ izlemedim, dolayısıyla hakkında fikir yürütemeyeceğim ama ‘Kırık Kucaklaşmalar’ enfes bir melodramdı ve bir zamanlar Yeşilçam’ın çokça çektiği ve biraz zorlansa ZAZ kalıpları içinde değerlendirecek türden bir öyküyü, sahici ve etkileyici kılmayı başarıyordu. ‘İçinde Yaşadığım Deri’ ise sanki ruh ve beden arasındaki tuhaf ilişkiler konusunda modern sinemadaki en önemli adres olan David Cronenberg’e ait öyküyü alıp Almodovar evreninde yeniden tasarlamanın ifadesiydi. Karanlık ve son derece etkileyici bir film olan ‘İçinde Yaşadığım Deri’de bir tür ‘Şimdiki zamanlar Dr. Frankenstein’ını izliyorduk.

POINTER SISTERS’A SAYGILARLA

Peki ya ‘’Aklımı Oynatacağım’ın derdi ne? Bu kez Almodovar kendisinin ve bizlerin ayağını yerden kesiyor. Koca bir yolcu uçağı Meksika’ya gitmek için havalanıyor. Yolcuları arasında çalıştığı bankacı dolandırmış bir üst düzey yönetici, sevdiği kadınları geride bırakmış bir aktör, yeni evlenmiş bir çift, elinde Kral’ı bile tehdit edecek seks görüntüleri olduğunu iddia eden orta yaşlı bir fahişe olan bu uçak, iniş takımlarındaki sorun nedeniyle ülke hava sahasını terk etmeden yere inmeye çalışıyor. Ne yazık ki koca İspanya’da bu uçağı indirmeye uygun hazır bir pist bulunamıyor. ‘Aklımı Kaçıracağım’, kokpitteki pilotlar ve kabin memurlarının cinsel tercihleri itibariyle ‘gay’liğin fazlasıyla ön plana çıktığı bir çalışma olmuş. Nitekim Almodovar da The Guardian’daki söyleşisinde, (İngilizce ismini 70’lerin ve 80’lerin ünlü R&B gruplarından ‘Pointer Sisters’ın hit parçalarından ‘I’m So Excited’dan alan) ‘Aklımı Kaçıracağım’ı, ‘en gay filmim’ şeklinde nitelendirmiş. Gerçi ben genel itibarıyla 70’lerin şampanya tadında Fransız komedilerinin havasını buldum ama ‘The Guardian’daki söyleşi, meselenin başka yerlerini de gösteriyor. Efenim aslında bu film İspanya’nın şu anda yaşadığı ruh durumuna ait metaforlarla yüklüymüş. İniş takımları hasar görmüş, yere çakılmayı beklerken gökyüzünde amaçsız daireler çizen bu uçak ekonomik krizin allak bullak ettiği İspanya’nın ta kendisi olabilirmiş. Nitekim ‘Aklımı Kaçıracağım’ın ülkedeki gişe başarısı da Almodovar’ın memleketin ruh halini çok iyi yakaladığının kanıtı. Çünkü film tüm zamanların en iyi ilk hafta sonu listesinde bir numaraya yükselmiş. Lakin meseleye bu coğrafyadan bakında bu türden metaforları okumak mümkün olmuyor. Dolayısıyla ‘Aklımı Oynatacağım’ı bir Almodovar filmi olarak nereye koymamız gerektiğini bir sinemasever olarak kafa yormanın dışında bize düşen bir ‘görev’ yok. Bana sorarsanız bazı yönleri ve tiplemeleriyle buradan da hissedilebilecek ayrıntılar ve meselelerle örülü hoşça bir komedi. ‘I’m So Excited’ şarkısı eşliğinde kabin memurlarının danslarıyla müzikal bir hal aldığı sahnede belki de en güzel anlarını sunan bu tatlı kaçıklar geçidi, size 90 dakikalık bir kaçış sunuyor derim… Almodovar’ın 63 yaşındaki enerjisine hürmeten buyrun salona…

Yazının Devamını Oku

Benim alkışım Benfica seyircisine...

8 Mayıs 2013
Bir ligin daha sonu göründü. Üç ana aktörlü, uzun süredir dördüncü aktörün ön plana çıkamadığı, bir aktörün de bir sezonluk ‘Jönprömiye’ takıldığı bir coğrafyanın ‘Büyüklük’ tanımları genellikle yerel çizgilerin ötesine geçemedi.

100 yılı geçkin futbol sevdamızın uluslararası sularda hâlâ tek ‘resmi’ ifadesi G.Saray’ın 2000’deki UEFA Kupası Şampiyonluğu. Dışarının büyükleri ise hem kendi sularında hem de açık denizlerde kendini ispatlamış ve derin izler bırakmış takımlardır.
Neyse ki bu sezonu, diğerlerinden farklı kılan bir özellik var. Nasıl ki Bundesliga’nın ve La Liga’nın ilk ikisi aynı zamanda Şampiyonlar Ligi’nin de yarı finalistleri olduysa, bu diyarın ilk ikisi G.Saray’la F.Bahçe (Sarı-Lacivertlilerin sezonu ikinci sırada tamamlayacağına olan inancımla bu tanımlamayı yapıyorum) de ülke futbolunun Avrupa arenasında en ileri düzeydeki temsilcileri olmayı başardı. Yani bu kaotik ortama, her türlü anlamsız çekişmeye, gereksizce gerilim yüklenmiş rekabete rağmen kendilerince doğru kurulmuş kadrolarıyla, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar ve tarihleri adına, 2012-13 sezonuna ‘özel’ kıldılar.

‘Saldırmayalım yeter’

Aslında bu ‘özel’ meselesini, daha da ‘tarihi’ bir unvanla süsleme fırsatı var; o da şu geçen hafta da bu sayfalara taşıdığım F.Bahçe-G.Saray derbisinde ev sahibinin şampiyon olan ezeli rakibini maç öncesi alkışlaması konusu. Hoş, günlerdir yazılıp çizilen bu cephede şu ana kadar umut verici bir gelişme olmadı. Futbolumuzun kendi gerçekleri, ‘Neyimiz doğru ki’ mantığı, “Ama onlar da 2007’deki ‘sulu derbi’de aynısını yapabilirlerdi, yapmadılar” hatırlatmaları derken bir fırsat daha heba edilecek.
Bu noktada futbolun içinden gelenlerin ve hali hazırda bulunan aktörlerin tepkileri de önemli. Mesela dünkü Radikal’e bu konuda görüş bildiren Beşiktaş efsanesi Metin Tekin, “Alkışlamaya gerek yok, saldırmayalım yeter. Ülkemizde bu kadar sert geçiş şu an için mümkün görünmüyor” dedi. Aslında Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman’ın İstanbul BB maçı sonrası aynı konudaki “Böyle bir milat için ortam uygun değil. Böyle bir şey en azından benim aklımda yok” ifadesi de Tekin’in görüşlerinin daha sert tonlarla kelimelere dökülmüş hali gibi. Oysa aynı Kocaman 1996’daki o ünlü 2-1’lık Avni Aker zaferi sonrası, ‘Öteki’yi kollayan, “Koca bir sezon uğraşıyorsunuz ama bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor. Galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum” açıklamasıyla gönüllerde taht kurmuş bir isim.

Ne zaman ne ortam önemli

Şimdi akıllara şu soru geliyor? “Peki 17 yıl önce bunları söyleyen Kocaman bu ifadelerinde samimi değil miydi?” O dönemki başkan Ali Şen’le aralarının açılmasına ve kulüpten ayrılmasına neden olan sürecin başlangıç ifadesi olan bu açıklama neden samimi olmasın? Samimiydi elbet. Asıl sorulması gereken sorular şunlar: “Sistem Kocaman’ı kendi çarkları altına mı aldı? Ya da bu ortamdan bezdi, yaşananlar fikrini mi değiştirdi?” Bilemiyorum. Ama bence Tekin’in ve Kocaman’ın açıklamalarında asıl sorun şurada. Evet, abartıyor olabilirim, örnekler fazla uçuk kaçabilir ama meseleyi şöyle somutlamak istiyorum: Devrimler için zaman, ortam, ‘O ne dedi, bu ne dedi’ önemli değildir. 1789’da halk 16. Louis’ye ne olacak diye düşünseydi bugün hem dünya tarihi, hem insanlık Fransız Devrimi diye bir kavramdan ve gerçekten yoksun kalacaktı.

Yazının Devamını Oku

Canaydın'ın 'Aziz' hatırasına...

1 Mayıs 2013
GEÇEN hafta Premier Lig’de oynanan Arsenal-ManU maçı öncesi şampiyonluğunu ilan eden Ferguson’ın öğrencilerinin Emirates’e çıkışlarında alkışlanıp alkışlanmayacağına dair ev sahibi takımın menajeri Wenger, “Bir Fransızım ama bu İngiliz geleneği ve saygı duymak zorundayız” demişti.

Bu gelenek uygulandı ve 1-1 beraberlikte sonuçlanan maç öncesi Manchesterlı oyuncular, Arsenalli meslektaşları tarafından alkışlandı. Biliyorum futbolun gündemi yarınki ‘tarihi maç’a endeksli. Geçen hafta bizim Banu (Yelkovan) ve Bağış’ın (Erten) NTV Spor’daki ‘Yenilsen de Yensen de’ programında F.Bahçe taraftarı genç bir arkadaş, ortalama yorumcu kalitesinin üzerine çıktı ve “Biz Kadıköy’de Benfica karşısında kontrollü oyunun yanına iyi oyunu da ekledik” dedi. Bence konuk ekibin teknik kurmayları F.Bahçe’yi küçümsemiş ve derslerine iyi çalışmamışlardı, Luz Stadı’ndaki rövanşa daha hazırlıklı çıkacakları kesin ama Kadıköy’de Kocaman’ın talebeleri sezonun en iyi futbolunu ortaya koydu ve Zico’lu dönemin 1-0’lık Inter maçına denk bir kalite yakalandı. Neyse bu ara duraktan sonra, iki hafta sonra önümüze gelecek meseleyi şimdiden tartışalım derim.
Ligde yedi puanlık aranın netleşmesinden bu yana özellikle TV ekranlarındaki spor programları bugüne kadar centilmenlik konusundaki sınavlardan pek geçemeseler de buradaki ‘reyting’i görerek ısrarla, ‘G.Saray, Kadıköy’e şampiyon gittiği takdirde F.Bahçe tarafından alkışlanmalı mı?’yı, gündemlerini öncelikli konusuna dönüştürdüler. Hoş, sundukları ‘dışarıdan örnekler’ (şimdiki zamandan Arsenal’in Manchester’ı, geçmişten de Real’in Barça’yı, Barça’nın da Real’i alkışlaması görüntüleri), bir tür alıştırma oldu ve sonuçta ‘normalleşme’ yolunda önemli işlevi üstlendi.
Peki böyle bir şey bizde olur mu? Olmaz. Bu içinde bulunduğum bir grup ‘kendini bilmez futbol romantiği’nin dönüp dolaşıp suyu bulandırmasından öte bir çaba değildir! Lâkin yazma çizme eylemi, tutarlılık, devamlılık ve mantık gerektirir ama biraz da fantezi içermelidir. Bunları hiç değilse kâğıt üzerinde ya da ekran karşısında dillendiremedikten sonra niye bu işi yapıyoruz ki? Bu fırsat bize biraz da bunun için tanınmadı mı?       

ALKIŞLARLA YAŞIYORUM!

DOLAYISIYLA ben ‘Katı gerçekçilik’ten (ki sinemada sevdiğim bir akımdır) uzaklaşıp fantastik sulara (ki yine sinemada doğru yapılırsa tadından yenmez bir türdür) şöyle bir açılalım derim. Evet bizdeki rekabetin dinsel, sınıfsal ya da tarihsel kökleri sağlam dayanaklar üzerine kurulmaz. Babalar ve çocukları ayrı renklere ayrı camialara gönül verirler ama iş rekabete gelince akıl ve mantığın yanında duygular da yok olur ve birbirimizin boğazına sarılırız. Evet, F.Bahçe ve G.Saray birbirinden nefret eder ve birbirlerini takdir konusunda bir-iki akil örneğin dışında kimse ortak bir paydada buluşmaz. Dolayısıyla ‘Alkış hikâyesi’, gerçekten hikâyedir ama yine bu mantıksızlık içinde mantığın bulunabileceğini düşünüyorum.
Elbette Kiğılı’nın “Rakibimiz G.Saray stadımıza şampiyon gelirse alkışlarız” açıklamasına Sarı lacivertli taraftarların Kayseri maçında “Kadıköy’de sadece Fener alkışlanır” tepkisini biliyorum. 2007’de ilk kez bu tartışmaların yapıldığı dönemde Ali Sami Yen’e ‘Şampiyon’ unvanıyla gelen F.Bahçe’nin meşhur ‘Su derbisi’nde nasıl karşılaştığını o gün gözlerimle şahit oldum. Ama Wenger’in dediği gibi madem bu bir ‘İngiliz geleneği’, basit ‘Aristo mantığı’yla tespitte bulunalım derim. G.Saray’da Premier Lig’i görmüş kimler var: Drogba, Riera, Elmander ve Eboue. Sneijder, Melo ve Hamit de La Liga deneyimlerinden bu türden meseleye vâkıf. Etti mi size 7. Ya F.Bahçe? Kuyt, Yobo, Meireles, Emre ve Stoch, Premier Lig görmüş oyuncular (Görmüşler de Kayserili Salih ve Eren, “Kuyt’la Sow bize ‘G.Saray için mi oynuyorsunuz’ dedi” iddiasında bulunarak, bu iki ismin ‘Bizdenleştiklerini’ ima etti ama bütün bunları ‘iddia’ olarak görmekten ve Kuyt’ın, Premier Lig’i tatmış olmasını bir avantaj olarak kabul etmekten yanayım). Webo da La Liga gördü. Yani sarı lacivertlilerden de etti mi altı futbolcu. Genel bir toplamayla 22 futbolcudan 13’ü bu türden bir geleneğin yaşandığı coğrafyalarda top koşturmuş, havayı solumuş.

BİR EŞİK AŞILMIŞTI

BURAYA kadar olanlar fantezinin sayısal yansımasıydı. Bir de işin yaşanmışlığı var. Malum maçta, yani 6 Kasım 2002’de oynanan o ünlü 6-0’lık mücadelede ‘Rahmetli’

Yazının Devamını Oku

Asıl tarih ‘Avrupa’da yazılır!

24 Nisan 2013
BU gayretlerin ligin bitmesine kritik haftalar kala, belli odakların tasarladığı planlı ve organize bir hareketin mahsulü olduğunu düşünmemiz için maalesef ciddi emareler bulunmaktadır.”

Galatasaray Başkanı Ünal Aysal Galatasaray’ın 3-1 kazandığı Mersin İY maçı sonrası, Fatih Terim’in çıkardığı olayları kendince provokasyon olarak nitelendiriyor ve işte bu açıklamayı yapıyordu. Gençlerbirliği’nin 2-0 kazanmasıyla birlikte liderin yedi puan gerisine düşen Fenerbahçe’nin Teknik Direktörü Aykut Kocaman da maç sonrası açıklamasında, “Bu farkın kapanmasına Galatasaray’ın saha içi ve dışında izin vereceğini sanmıyorum” diyordu.
Lider de takipçisi de bir takım güçlerden bahsediyor ve ‘Derin futbol’un, başarılarını baltalamak için çalıştığını ima ediyor. O halde ne geliyor akla; sanırım şu: Bakmayın yaşadığı kaosa, perde arkası odaklar Beşiktaş’ın şampiyonluğu için uğraşıyor. Ya da ‘Anadolu ihtilali’ sürsün isteniyor; bütün bu gayretler Bursaspor’un ikinci şampiyonluğu için… Yani Süleyman Demirel’in o ünlü deyimiyle “Var mı başka izah tazı?”

‘Öteki’ olmanın önemi

AKLIN sürekli geri plana itildiği duyguların, aşırı sevinç ve öfkenin hâkim olduğu bu coğrafyada futbol da benzer bir geleneğin uzantısı olarak kendi mecrasında akıyor. Bu genel bir kural... Lakin bu kuralın dışına taşmayı göze alanlar geçmişte de vardı, şimdi de olmalı. Mesela 1996’daki o ünlü Trabzonspor-Fenerbahçe maçından sonra konuk takım 2-1’lik galibiyetle şampiyonluğa uzanırken golcüsü Aykut Kocaman, “Koca bir sezon uğraşıyorsunuz ama bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor. Galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum” diyerek bize bu oyunda ‘öteki’ olmanın da önemini hatırlatmıştı. Bu cümleleriyle vurulduk Kocaman’a. “Takım tutmak kadar adam tutmak da önemli” dedik ve sonraki kariyeri boyunca bu son derece futbol figürüyle hesaplaşırken hep o ana, o açıklamalara gitti yüreğimiz. Keza Konyaspor’un başındayken bir Fenerbahçe maçında Anelka’nın elle attığı gol sonrası, bir kere daha çizgisinde ne kadar tutarlı olduğunu göstermiş ve demişti ki: “Arkadaşlar bu sistemden bu düzenden bıktım. Bu sistem bu düzen düzelmek için bir kurban istiyor. Dayanacak gücüm kalmadı ve teknik direktörlük hayatımı bu maçla birlikte noktaladım.” Allah’tan bu kararından vazgeçti, sevindik çünkü sisteme karşı ayakta duracak her bir taş önemliydi ve Kocaman’ın bu uğurda verecek daha çok mücadelesi vardı.

Kazananın elini sıkmak

‘Büyükler’in dışında biçimlenen bir teknik adamlık kariyerinde yeniden kendisini var eden ama ‘Egemenler’in tarafında yer alan camiasına tekrar döndü Kocaman. Lakin bu son sefer, sürekli çelişkilerle dolu bir serüvenin ifadesi oldu. Hele de işin için ‘3 Temmuz süreci’ girince mesele bambaşka boyutlara taşındı ve o dönemin tanığı olan herkes gibi Kocaman’ın da psikolojisi bozuldu elbet. Neyse, gelinen nokta itibariyle son problemli açıklama malum, ‘Saha dışında da Galatasaray’ ifadesiydi. Bir kere benim için idealdeki Aykut Kocaman, kazanmayı da kaybetmeyi de bilen bir futbol figürüdür. İşte bu mantığın devamında da son açıklaması asıl olarak bu futbol ikliminde kendisine umut bağlayanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Çünkü bu iklim, ‘Kazananların kültürü’yle yoğurulmuştur ve kaybedeni yüceltmez. Lakin Kocaman biz romantikler için kaybetse de yaşaması gereken bir kimliktir. Bu yüzden kazananın da kaybedenin de elini sıkmasını bilmesi gerektiğine inandığımız Kocaman (ki öyle olduğuna eminiz) kaybedince niye böyle bir açıklamaya soyunmuştur, bu bize tuhaf geldi.
Evet, naif olmanın zamanı değil, futbol bizim romantizmimizle ayakta duracak bir oyun olmaktan çoktan çıktı. İşin içinde milyonlar dönüyor, kazanmak elbette çok önemli. Hele ki bu topraklarda en çok ‘Kazanma kültürü’yle yoğurulmuş, özellikle Aziz Yıldırım döneminde her ‘Şampiyonluk dışı sonuç’la kapı önüne konulmuş teknik direktörlerin sayısı hayli kabarık bir camiada kaybetmek elbette insanın psikolojisini bozar.

6222 sayılı kanun var

Yazının Devamını Oku

Taraftarın 'Kocaman' seçimi

17 Nisan 2013
MALUM, bizde insanlar takımlarını seçerken tarihsel köklere, dini ya da etnik oluşumlara, sınıfsal tabanlara ve duruşlara bakmaz.

Bu yüzden bu topraklarda Boca-River, Rangers-Celtic, Barcelona-Real Madrid, Liverpool-Everton rekabetlerinden farklı bir çekişme vardır ve aslında kötü olan da budur. Aynı evden iki ya da üç farklı takımı tutan çıkmasına rağmen iş sahadaki rekabete gelince aramıza çok da anlaşılamayan temelsiz bir ‘nefret’ duygusu girer aramıza. Neyse bu uzun bir tarihin kısa özetidir, bizim konumuz “Üç kupa hedefli Fenerbahçe”. Sarı lacivertlilerin bu ülkede çok sevilmesinin nedeni elbette birçok unsura dayanır ama bir bileşen daha fazla öne çıkar: Futbolun en güzelini oynayan ve en son 70’de de Dünya Kupası’nı kazanan Brezilya efektini 70’ler boyunca bu topraklarda yansıtmaya çabalama gayreti. Sambacıların geçmişteki efsanevi futbolcularından Didi’nin sarı lacivertli takıma geçmesi ve Brian Birch önderliğindeki ‘Üç sezonluk Galatasaray’ hükümranlığına son vermesi ve bunu elden geldiğince güzel futbol oynayarak gerçekleştirmesi, o dönemin miniklerini F.Bahçe’ye yöneltmişti. Lakin Didi’nin de kapısını nihayetinde bir Fenerbahçe gerçeği çaldı, Avrupa Ligi’ndeki şimdiki rakip Benfica karşısında Şampiyon Kulüpler Kupası maçında alınan 7-0’lık mağlubiyetle Brezilyalı hoca kapı önüne konuldu.
Rossi’li İtalya gibi
İlginç bir tesadüf yıllar sonra sarı lacivertliler Avrupa’daki en güzel maçlarını oynarken en büyük başarılarına da (Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final) yine bir Brezilyalı, Zico sayesinde ulaşmışlardı. Ama işin garibi Nisan 2013 itibariyle tarih yazmakta olan takımın başında Aykut Kocaman var ve bir zamanların efsanevi golcüsünün oynattığı futbolun Brezilya’yla uzaktan yakından ilgisi yok. Eğer bir tarif istenirse Kocaman’ın stili bence tüm zamanların en güzel Brezilyası olan, Zico’lu, Eder’li, Socrates’li 1982’nin takımını 3-2’yle eleyen Rossi’li İtalya’ya daha çok benziyor. Biliyorum, Kocaman’ın takımını birçok sarı lacivertli taraftar aslında pek de beğenmiiyor, bol gollü, önüne geleni ezen ve de mümkünse güzel futbol oynayan bir gelenek, defansı güçlü, bulduğu bir en fazla iki atan bir takımı çok da bağırlarına basmaya meyilli değil. Kim bilir belki haklıdırlar, çünkü gelenekleri böyle. Ama Kocaman’ın takımı da bir şekilde kazanmayı ve yoluna devam etmeyi sürdürüyor.

ÜÇ DEĞİL DÖRT İHTİMAL!

FUTBOL bilindiği gibi ‘Üç ihtimalli’ bir oyun (hoş bizdeki taraftar profiline göre sadece ‘Kazanmak’ diye tek bir ihtimal var ama). Ancak bu sezonki Fenerbahçe, ‘Dört ihtimalli’ bir takım olarak serüvenini sürdürüyor. Yani bu üç kupadan ya biri, ya ikisi, ya üçü gelecek ya da sezon ‘Üçte sıfır’la tamamlanacak. Mesela bu denklemde eğer ki şampiyonluk gelmezse Aziz Yıldırım döneminde ilk kez bir teknik direktör iki sezon üst üste ipi göğüslememiş olacak. Tamam geçen sezon ‘3 Temmuz’un artçılarıyla geçti ama bu sezon yaraları kapama ve şampiyonluğu elde etme sezonuydu. Şimdiki olumlu tablo olumsuza dönüştüğünde çok iyi biliyoruz ki hem bu takımdan tiraj ekmeğini yiyen yazılı ve görsel basın, hem de taraftar takımla ve teknik heyetle olan ittifakını bırakın gözden geçirmeyi, tamamen rafa kaldıracak.
Hoş bunları ifade etmek için kâhin olmaya gerek yok, ben sadece mevzuyu şuraya getirmek istiyorum, bu sezon Fenerbahçe’nin kendi ‘Sürekli kazanma geleneği’yle de hesaplaşması gerektiğini düşünüyorum. Evet, Kocaman’ın oynattığı futbol göze hoş gelmeyebilir, estetik bulunmayabilir ama stil farklı da olsa genel bir çerçevede sarı lacivertlilerin söz konusu ‘Kazanma kültürü’ne seslenir oldu ve bu oyunda sadece Fenerbahçe için değil herkes için söz konusu olan bir şiar vardır: ‘Kazanan haklıdır.’
Yönetimi bilemem ama taraftarın olası bir başarısızlıkta da ‘Kocaman’ın futbol üslubu’yla olan anlaşmasını sezon sonunda değil şimdiden uzatmaya karar vermesi gerekiyor. İster istemez o klişe meseleye getireceğim sözü, “Taraftar iyi günde değil kötü günde taraftartır.”Gelelim işin genele yansıyan boyutuna; bu hafta Süper Lig’deki dokuz maçtan sekizi 1-0 bitti. Allahım yoksa “Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” sözü böyle mi anlaşıldı!..          

ÖNCE KENDİN GİT!

Yazının Devamını Oku

'İmparator' değil 'Bilge' olma zamanı

10 Nisan 2013
Sanatta, politikada ya da sporda, fark etmez... Mesele her daim ‘Yerelden evrensele ulaşmak’tır. Bu ait olduğun toprakların, coğrafyanın, köklerin dünya mozaiğine katacağı rengin kalitesini, yoğunluğunu ya da derinliğini de belirler.

Bahsettiğimiz genel görüntüyü mesela futbolun sularına taşırsak ilk isim olarak sanırım Fatih Terim çıkar karşımıza. Evet, Nihat Kahveci, Emre Belözoğlu ya da Arda Turan gibi rüştünü her iki yakada ispatlamış yetenekler de vardır listede ama teknik direktörlüğün daha uzun bir zaman sarmalında hüküm süren yapısı ve doğası, Terim ismini bizim adımıza sürekli güncel kılar. İlk Galatasaray dönemi, peşi sıra Fiorentina ve (kısa sürse de) Milan deneyimi, tekrar Milli Takım serüveni derken son olarak yeniden Sarı-Kırmızılı renklere dönüş... Tüm bu süreç içinde ‘İmparator’, içeride ve dışarıda futbolumuzun en tanınmış figürlerine dönüşmüştür.

‘Tavlada bile yenilmem’ meselesi

Elbette böylesi bir portrenin, etten kemikten yaratılmış her canlı gibi sevapları kadar günahları, başarıları kadar hataları da olacaktır ama mesele sinir ve kendini tutamamaya, peşi sıra onu var eden sisteme posta koymaya, başkaldırmaya gelince, sanırım orada biraz değil bir hayli durmak gerekiyor. Evet, futbolculuk döneminde de sinirliydi Terim. Kızardı, öfkesini içine atmaz hemen dışarıya vururdu, Adanalıydı, delikanlıydı, haksızlığa isyan ederdi vs... Ama teknik direktörlük kanadına geçince tüm bu zaman zaman sineye çekilen yapısını, nedense ‘Yenilgiye tahammülsüzlük’le eşdeğer bir konuma oturttu. Bu yolda da savunma mekanizmasını (ya da hattını), “Tavlada bile yenilmeye dayanamam’la açıklama yoluna gitti. Bizim kuşakta ‘başarı’ F.Bahçeli olmakla özdeşti; dolayısıyla G.Saraylı ya da Beşiktaşlı olmak, başarısızlığa, ‘Şampiyonluktan uzak geçen günler’e, ‘ikincilikler’e, hatta orta sıralara katlanmak ve her şeye rağmen futbolu bu haliyle sevmek demekti. Ama bu durum oyuna olan ilgiyi, sevgiyi ya da tutkuyu köreltmedi. Sadece kazanmanın dışında iki ihtimal daha olduğunu öğretti. Terim, işte bu dönemlerin Galatasaray’ında kaptandı. Yani kazanmak kadar beraberliği de yenilmeyi de çok iyi bilirdi. O yüzden “Tavlada bile kazanmaya tahammülüm yok” şiarını en başından beri kendisine ait bir doğru bir kavram olarak görmem.

İki ‘Büyük’, bir paranoya

Son Mersin İY maçında ‘Yenilgiye tahammülsüz’ bilinçaltı yeriden kıyıya vurdu ve Terim, nedense 2005’te İsviçre’yle oynanan ve ‘Saracoğlu Meydan Savaşı’ adıyla tarihe geçen maçtaki psikolojiye döndü. Bu kez konuk takım oyuncuları tartaklanmadı ama onun yerine kurban hakemdi. İlginçtir yardımcılar yine devredeydi. İsviçre maçında faturayı ödeyen sadece Mehmet Özdilek’ti, bu kez sanırım fatura Hasan Şaş ve Ümit Davala kadar Terim’e de çıkacak.
Neyse, bu hatırlatmadan sonra tekrar günümüze dönelim. Ligimizdeki güç dengeleri ve bu gücün sahiplerinin (G.Saray ve F.Bahçe) sürekli ‘hayali düşmanlar’ yaratarak hem yollarına devam etmelerini hem de camialarını bu tür yöntemlerle ayakta tutmalarını, ‘La Liga diye diye’ başlıklı yazımda masaya yatırmıştım. Tabloda değişen bir şey yok; sarı lacivertliler sezon başında “Hakemler kafaya koymuş, bizi mahvediyor” diyordu, şimdi aynı repliği G.Saray cephesi kullanıyor. 18 kez ipi göğüslemiş bu iki camianın sistemi bizatihi kendilerinin oluşturduğu bir gerçek. Hoş bu ‘paranoya’ya ne kendileri ne de taraftarları inanıyor ama zorlukları böyle çözmek daha kolay. Nitekim Mersin İY maçında sanırım rakip küçümsenmişti. Sonrasında düşmemek için canını diyeni takan konuk ekip öne geçip bir de G.Saray 10 kişi kalınca yeni bir sinir harbi yaşandı. Oysa ilk golde hatası olan Gökhan’dı, kırmızıda da Dany. Hakem Süleyman Abay bu iki can alıcı hataya ne yapabilirdi ki?

Terim isterse bilge olur!

Bütün bunlar zaten yeterince tartışıldı, konuyu şuraya getirmek istiyorum: Terim hâlâ ‘En evrensel değerimiz’. Ve bu değerin 60 yaşında olgun bir futbol adamı olarak, Metin Tekin’in NTV Spor’da da belirttiği gibi artık bir ‘Bilge’ye dönüşmesi gerekiyor. Terim’in bırakacağı miras şampiyonluk değil, bir ermiş gibi herkesi kucaklayan bir yapıya bürünmektir. Oğlu yaşındaki hakemle didişmek, öfkesine yenilmek, “Bu benim yapım” demek meseleyi çözmüyor. Peki böyle bir portreye bu yaştan sonra bürünülür mü? Zor ama bence yükselişi de düşüşü de çokça yaşayan; G.Saray, Fiorentina ya da Milan kadar Ankaragücü ya da Göztepe deneyimlerinden de geçen, kökü Adana Demirspor’a dayanan, ‘Öteki’ni tatmış bir futbol adamı isterse ‘Bilge’ de olur. Zaten ‘Yerelden evrensele’ bir portreyi de ancak böylesi bir tavır geleceğe taşır.

Yazının Devamını Oku

‘Milli meselelerimiz’ üzerine...

3 Nisan 2013
HAFTANIN konusu belli: Nisan’ı görmeyi başaran iki takımımızın Avrupa serüvenleri...

İçerideki mücadelenin ana aktörleri Galatasaray ve Fenerbahçe, dışarıda da aynı rolleri üstlenmeyi başardılar. Bu aslında sistemin kendi içinde barındırdığı doğruların da dışa vurumu anlamına geliyor. Öte yandan bir önceki haftanın konusu Milli Takım’dı... Ay-Yıldızlılar ve teknik direktörleri Abdullah Avcı’nın performansı basın ve kamuoyunca iki maçlık periyod dolayısıyla hatırlandı, ardından bir sonraki adım olan 6 ve 9 Eylül’deki Andorra (içeride) ve Romanya (dışarıda) maçlarına kadar bu fasıl ‘şimdilik’ kapandı.
Milli Takım cephesinde en önemli mesele olarak “Artık kulüp takımlarını herkes daha çok önemsiyor, milli maçlar formalite olarak görülüyor” tezi dillendiriliyor. Doğru, futbola olan temel ilgisini sadece kendi takımı (ama o takımında sadece kazananını seven) etrafında biçimlendiren bir kültürde Milli Takım’ın eski anlamını yitirdiği açık. Öte yandan bu sevdanın eski anlamına göz atıldığında kırmızı beyazlılara olan ilgiyi mesela ‘Milliyetçilik’ gibi ya da ‘Tek devlet, tek millet’ türü modern toplumların farklı kültürlerden oluşan mozaiklerini dışlayan yapısına ters düşecek okumalar kapsamıyordu.

HAFIZALARDAKİ GÜZEL ANILAR

Benim ve önceki kuşakların şöyle bir problemi vardı; o dönem tuttukları kulüp takımlarının Avrupa maceralarını sürdürecek ne temel doğruları, ne de bugünkü gibi büyük bütçeli ekonomik sermayeleri yoktu. Zaten ülke puanları da düşük olduğu için ilk turlarda zorlu rakiplerle eşleşirler ve beklenildiği gibi turnuvalara hemen veda ederlerdi. Bu bakımdan Trabzonspor’un 1-0’lık Liverpool galibiyeti, Fenerbahçe’nin 3-2’lik hem de tur atlatan Bordeaux zaferi ya da Galatasaray’ın Neuchatel ve Monaco destanları haklı olarak zihinlerde ve tarih sayfalarındaki yerlerini hemen alırdı. Milli Takım ise katıldığı turnuvalarda gruptaki rakip sayısına göre 10 ila 12 maçlık ‘garanti’ bir serüvene atılırdı. Bu iki yıla yayılan bir süreçte, bizim en büyük derdimiz olan ‘Avrupalılık’ meselesinin futbol ayağındaki ölçüme soyunurduk. Müzikteki sınavımız nasıl Eurovision’sa, ‘Ayak topu’ndaki kıyas düzlemimiz de Euro bilmem kaçla, Dünya Kupası bilmem kaçtaki performansımız olurdu. Hele de sık sık ‘Dünya şampiyonu’ unvanlı Batı Almanya’yla aynı gruplarda buluşmamız, turnuvalara katılmadan eleme gruplarında benzer heyecanı tatmamızı sağlardı.

MİLLİYETÇİLİKTEN AŞIRIP MİLLİ TAKIMA

Artık bu kıyas düzlemi kulüp takımlarının başarısına endekslendi. Düşünsenize bugün oynanacak Real Madrid-Galatasaray maçı, dünyanın en iyi ligi olarak zihinlerimizdeki sarsılmaz konumunu koruyan La Liga’nın iki büyüğünden biriyle bizim büyüklerimizden birinin gerçek anlamda tartısını sağlayacak. Öte yandan Milli Takım olgusunu ‘Milliyetçilik’ ekseninden uzaklaştıran güzellikler de var: Mesela Almanya... Kadrosunda Polonya (Podolski, Klose), Gana (Boateng), Fas (Khedira), Türkiye (Mesut, İlkay) kökenli oyuncuların harmanıyla elde edilmiş muhteşem bir oluşum var (geçmişte böylesi bir rolü Zidane’lı Fransa üstleniyordu). Bu takımın yapısı muhtemelen Hitler’i yattığı yerden ters döndürüyordur. Orada her iki cephede sevda yükselebilir. Bizim sorunumuz ise böyle bir karışım meselesi. Örneğin Atletico’yla onca zaferi tadan Arda, Euro 2008’i gördü ama bundan sonra büyük turnuva görür mü, bilinmez. Keza Burak Yılmaz da Galatasaray’la bu sezon ‘Uluslararası bir figür’e dönüştü ama Milli Takım formasıyla henüz büyük turnuvada yer alamadı. Bütün bunlar kişisel öyküler açısından büyük eksiklik. Neyse bu konu daha çok su kaldırır, gelecekte tekrar döneriz...

KAZANMAK DEĞİL KATILMAK!

Malum bu yaz ülkemizde 21 Haziran-13 Temmuz tarihleri arasında FIFA U20 Dünya Kupası düzenlenecek. Kulaklarımız, kura çekiminden itibaren ‘Gece’ grubunun seslendirdiği ‘resmi’ şarkı ‘Yıldızlar Buradan Yükseliyor’la muhatap oluyor. Geçen hafta da Banu (Yelkovan) da Radikal’deki yazısında değindi, ben de katkıda bulunayım: Şarkının sözlerinin bazısına, mesela “Gencim ben gelecek benim / Kazanmak kazanmak benim kaderim” kısmına itirazım var. Evet, bu topraklarda futbol ‘Kazanma kültürü’yle yoğurulmuş bir oyun. En sevdiğimiz tezahüratlardan biri de “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan.” Ama doğru olan şu; bu oyun üç ihtimalli ve yenilgi de hem meselenin tanımında, hem de bizatihi hayatın kendisinde var. 20 yaş oyuncularla yola çıkılmış bir turnuvada asıl mutluluk ‘Kazanmak’tan çok ‘Katılmak’ ve o şenlikte yer almak olsa gerek. Üstelik ‘Önemli olan katılmak’, organizasyonunu almaya çalıştığımız ‘Olimpiyat Oyunları’nın da ruhuna denk düşen en önemli kavram. Naçizane hatırlatırım…

Yazının Devamını Oku

Duygularımıza ve oyunumuza ‘Tercüman’ olmak...

27 Mart 2013
21 Mart tarihli Hürriyet’in spor sayfasından bir fotoğraf... Mourinho, Kayserispor maçı sonrası Galatasaray’ın soyunma odasını ziyaret ediyor; etrafında da eski öğrencileri Drogba, Sneijder ve Hamit Altıntop var.

Fildişili yıldız, bu esnada takımın tercümanı Mert Çetin’i Portekizli teknik adamla tanıştırıyor. Peki bu tanışma gelecekteki bir hayalin de ilk adımı olabilir mi? Malum Mourinho’nun asıl mesleği tercümanlıktı. ‘Rahmetli’ Bobby Robson’ın yanında başlayan serüven bilgi, görgü, deneyim, karizma, hırs, doğru insan ilişkileri, oyuna olan aşk ve şevk gibi unsurlarla birleşip önce Porto’da, sonra da Chelsea’de taçlandırılan başarılarla bugüne kadar geldi. Erkendir geçtir bilemem ama bizim de bu türden öykülere, futbolumuzun bu türden renklere ihtiyacı var diye düşünüyorum. Çünkü ‘Tercüman’ dediğin adam hem bizim ‘duygularımıza tercüman’ olabilir, hem de işinin doğası gereği dünya futbolunun buradaki temsilcileri üzerinden bile meseleyi doğru okuma şansına erişebilir.
Açık söylemek gerekirse Galatasaray’ın tercümanı Mert Çetin’i yakından tanımıyorum, bu meslekteki en popüler figür görünümdeki Samet Güzel, belki Aziz Yıldırım karşısındaki ‘anlık gafletiyle’ değil ama sonrasında gösterdiği duruşla ‘Güzellikler’ sundu ama bu işe soyunur mu, onu da bilemem. Ama bildiğim bir isim var: Halil Yazıcıoğlu. Kendisi Galatasaray Üniversitesi İletişim’in parlak öğrencilerindendi, sonrasında Radikal Spor’un ‘rahle-i tedris’inden geçti. Peşi sıra ‘Yetiştirme parası’ bile istemeden onu Trabzonspor’a kaptırdık. Çalıştığı teknik direktörler: Ersun Yanal, Hugo Broos, Şenol Güneş ve şimdi de Tolunay Kafkas... Dört ayrı hoca, dört ayrı yoğurt yiyişi demektir. İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce biliyor. Zamanında yine Radikal’de Erkan Goloğlu, onun için “Mourinho’ya karşı ‘Halil’inho” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Demem odur ki 70 milyonun yaklaşık 50 milyonu teknik direktör olan bu ülkede, hele ki Trabzonspor gibi bir camianın yaşadıklarına onca yıldır tanıklık eden bir genç, bilgi ve birikimiyle Halil bu işi bal gibi yapar. Derdim kendisinin ‘menajerliğine’ (!) soyunmak değil elbet, o ve onun gibi yetenekli gençlere bu dünyanın kapısını aralayacak fırsatları yaratma ihtimallerimizi hatırlatmak. Futbolda çareler tükenmez, ben de kendimce bir çözüm üzerine fikir yürüteyim dedim.  

GEREKSiZ BiR ENKAZ EDEBiYATI

MESUT Bakkal, Skibbe’nin yerine Kardemir Karabükspor’un başına geçip bir de Galatasaray’ı Arena’da 3-1 yendikleri mücadele sonrası coşmuş ve “Yabancı hocaların bıraktığı portreyi temizlemeye çalışıyoruz” demişti (burada ‘Portre’ pislik anlamına geliyor sanırım). Teknik adamlık yerli-yabancı tartışmalarının ötesinde bir meslektir. Dolayısıyla bir teknik adam kendisinden öncekini eleştirirken meslek ahlakı açısından mantıklı, ölçülü ve hakkaniyetli olmalıdır. 10. haftada Skibbe’nin 16. sırada bıraktığı Karabükspor an itibariyle 26. hafta sonunda (Galatasaray, Fenerbahçe ve Trabzonspor’u dışarıda yenip Beşiktaş’la da İnönü’de berabere kalmasına rağmen) 15. sırada. Yani Bakkal’ın takımı Skibbe’ninkinden bir üst basamakta. ‘Mavi Ateş’ düşer düşmez bilemem, ki meselem de o değil ama Bakkal’ın söz konusu açıklaması bir teknik direktöre yakışmamıştı. Hayatın kendi gerçekleri de bu açıklamayı tekzip eder nitelikte. Nitekim Bakkal geçen sezon da Vladimir Petkoviç’in bıraktığı Samsun’u ligde tutmak için gayret sarf etmiş ama başaramamıştı. Kariyer açısından şu notu düşmek lazım: Petkoviç artık Lazio’nun başında ve Avrupa Ligi’ndeki Fenerbahçe eşleşmesiyle yeniden gündemimizde.

KENDiNi PEK GELiŞTiREMEMiŞ!

ÖNCEKİ gece, bu yıl 21 Haziran-13 Temmuz tarihleri arasında ülkemizde düzenlenecek FIFA U20 Dünya Kupası kura töreni için düzenlenen etkinlikteyiz. Bir ara ekrana, bu turnuvada hünerlerini gösterip sonradan dünya yıldızı olmuş Suker, Ronaldinho, Kaka, Figo, Forlan, Iniesta ve Messi gibi isimlerin, ‘U20’deki görüntüleri geliyor (aralarında ne yazık ki bizden bir isim yok). Messi’nin görüntülerini izledikten sonra yanında oturan Bağış (Erten) hemen espriyi patlatıyor: “Kendini pek geliştirememiş gibi!” Şaka bir yana gerçekten de Arjantinli yıldız o yaşında da her türlü şova soyunuyor, zorluk derecesi yüksek her türlü hareketi çok kolaymış gibi gösteriyor. Yani ‘Adam olacak çocuk’ düsturuna uyacak bir portre sunmuş...

Yazının Devamını Oku