Uğur Vardan

Kazım Koyuncu'nun aziz hatırasına!..

3 Temmuz 2013
Bizdeki taraftar kültürünün en problemli yanı sırtını sıkça ‘Nefret dili’ne dayanmasıydı.

Daha önce de defalarca ifade ettiğim için kendimi tekrarlıyor olabilirim ama yeniden hatırlatmam gerekiyor: Bizdeki rekabet profilinde Boca-River örneğindeki gibi bir sınıf ayrımı, Rangers-Celtic örneğindeki gibi bir dinsel köken, Real-Barcelona örneğindeki gibi İspanyol-Katalan çekişmesi ya da Everton-Liverpool örneğinde olduğu gibi aynı kulüpten çıkıp sonradan birbirinin içinden doğma türünden durumlara asla rastlanılmadı. Bu yüzden de hemen her meselede birbirimizin boğazına sarılmayı bir türlü anlamazdım. Çünkü biz aynı aile içinde farklı takımlara gönül vermiş bir coğrafyanın üyeleriydik ve buna rağmen iş nefrete gelince, nevrimiz dönüyordu. Sağ olsun ‘Gezi ruhu’, bu yatağı derinden değiştirdi ve direnişten ‘İstanbul United’ gibi bir oluşum çıktı. Evet bu İstanbul’un ‘Üç büyükler’inin kardeşçe yaşattığı bir dayanışmanın ifadesiydi ama genel olarak herkesi kapsadığı, ülkedeki tüm futbol ailesinin fertlerini de kucakladığı bir gerçekti. Bu yüzden direniş esnasında Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı ve Beşiktaşlısı olduğu kadar Trabzonsporlusu da bu topluluk içindekilerde kol kola girmeyi bildi, zaten doğrusu da buydu.
Lakin Bordo-Mavili camianın başına henüz geçenler, hem Gezi Parkı Direnişi’ne tavır alırcasına bir ruh durumuna girdiler, hem de yayımladıkları şu açıklamayla ‘ellerini’ belli ettiler: “Tertemiz formamızın, sportmenlik dışı, provokatör ve şiddet üreten grupların organizasyonlarının içinde gösterilmesinden rahatsızlık duymaktayız.” Özetle deniyordu ki;  “Üzerinizde Trabzonspor forması varken yürümeyin, hele hele Fenerbahçelilerle yan yana aslı yürümeyin...” Valla böylesi bir istek kişinin bir kere iradesine, seçme hakkına ve ifade özgürlüğüne aykırıdır. Bir insanın kimi renklere gönül vermesini o an koltuğa oturan yönetimler belirleyemez. Özellikle futbol camiaları ‘resmi’ kuruluşlar değildir ve temsiliyet düzeyinde, önemli olan kendine o topluluğa ait hissedenlerin üzerindeki formalarla dışa vurma istekleridir. Her şey bir yana bu camianın en önemli simge isimlerinden biri Kazım Koyuncu’dur ve mesela benim, son zamanlarda en çok hayıflandığım şeylerden biri ‘rahmetli’ Kazım’ın yaşadığımız günlerin tanığı olamamasıdır. Ama eminim ki o gökyüzünden mi, başka bir yerden mi bilemem ama mutlaka bir yerlerden yaşananlara bakıyordur ve çok çok mutludur. Ve yine eminim ki her aklı başında Trabzonsporlunun başka renklere gönül vermiş taraftarlarla birlikte onurlu bir mücadelenin parçası olmasını canı gönülden istiyordur.

YA BATUHAN’A NE DiYORSUNUZ?NEYSE gelelim sadede; yazının girişinde altını çizdiğim nefret kültürü U20 Dünya Kupası kapsamında Trabzon’da oynanan Türkiye-Avustralya maçında kıyıya vurdu ve Avni Aker tribünlerinden Salih Uçan’a karşılaşma esnasında küfür edildi. Niye mi, cevabı çok basit: Genç yıldız Salih, Fenerbahçeli olduğu için. Evet, Bordo-Mavililer malum şike davasından dolayı Sarı-Lacivertlilere karşı nefret dolular, dolayısıyla Fenerbahçe’yi çağrıştıran her şeye karşı öfke duyuyorlar ama Salih bir kere söz konusu sezonun oyuncularından bile değildi. Öyle bile olsa bu meselede asıl problemin futbolculardan ziyade yöneticiler olduğunu herkes biliyor. Üstelik Trabzonspor camiası madem bu denli hassas, iddianamede ‘Teşvik’ kapsamında değerlendiren Eskişehirspor-Trabzonspor maçının oyuncularından Batuhan Karadeniz’in transferine niye ses çıkarmıyor? Genç oyuncunun, “Yapılan bir şey var ki ceza alıyorlar” demesi durumu kurtarıyor mu yani?

BEŞiKTAŞ’TA KiRALIK OYNAMAK!

ZAMANINDA Roll tayfasının çıkardığı ‘Meşin Yuvarlak’ adlı derginin bir nevi sloganıydı: ‘Takım tutmaz adam tutar…’ Bu sezon benim de şöyle bir hissiyatım var: Slaven Biliç’i çok severim; saha içi ve dışı duruşuyla... Önder Özen’i çok severim; futboldan gelenler arasında oyunu en iyi ve en doyurucu okuyanlardan biridir. Halil Yazıcıoğlu’nu çok severim (o da kim diyenler için açıklayayım, Beşiktaş’ın yeni tercümanı); öğrencimdir, eski elemanımdır, Trabzonspor serüveni boyunca yüzümüzü hiç mi hiç kara çıkarmamıştır, entelektüeldir, vicdan sahibidir (bu sayfalarda yayımlanan “Duygularımıza ve oyunumuza ‘Tercüman’ olmak” başlıklı yazımda kendisinde genişçe bahsetmiştim), umarım gelecekte bizim ‘Mourinho’muz olur. Çarşı’yı zaten severdim, Gezi Parkı Direnişi’ndeki özel duruşlarıyla artık kalbimdeki yerleri sonsuza kadar bakidir.
Bu kadar adamı tutarsanız, onların ait olduğu camiayı da tutmanız gerekir sanırım (Kusura bakılmasın ama başkanları Fikret Orman’ı saydığım isimlerle aynı kefeye koyamam, çünkü geçen sezon boyunca öyle çelişkili hamleleri, öyle çelişkili açıklamaları oldu ki, bütün bu sevgi ve sempati toplamında onun yüzdesi çok azdır). Sözün özü bu sezon Beşiktaş’ta ‘kiralık’ oynayayım diyorum. Biliyorum, bu kadro yapısıyla işleri hâlâ zor. Galatasaray, daha uzun bir süre bu ligi, Avrupa’yla birlikte domine eder gibi görünüyor. Ama ben zaten, futbola sevdalanıp Sarı-Kırmızılı bir takıma gönül verdikten sonra tam 14 yıl şampiyonluk görememiş ama buna rağmen oyuna dair sevgisini, inancını, heyecanını yitirmemiş bir kuşağın üyesiyim. Endüstriyel futbol döneminde de her takıma belli bir mesafeyle yaklaştım ve sistemin öne çıkanlarını değil, ezilenlerin yanında durmayı kendime bir borç bildim. Dolayısıyla bu sezon ‘Serbest dolaşım hakkı’mı kullanayım ve Beşiktaş şampiyon olacakmış, olmayacakmış gibi ‘fani’ dertlerin de uzağında bir sezon geçireyim diyorum. Benim gibi düşünenlerin de hayli fazla olduğunu biliyorum.

Yazının Devamını Oku

Bu ayıptan bir an önce kurtulalım!

26 Haziran 2013
BU gazetenin sütunlarında önce Mehmet Y. Yılmaz yazdı, sonra Ahmet Hakan ve Yılmaz Özdil meselenin izini sürdüler, nihayetinde Cengiz Semercioğlu da son noktayı koydu.

Dolayısıyla kaç gündür gözüme kestirdiğim konu benim açımdan heba oldu! Şaka yapıyorum elbet, herkesin altını çizmesinin, sürekli gündemde tutmasının önemine inanıyorum ve dün Hıncal (Uluç) abinin de köşesine taşıdığı meseleye bir kez de ben uğrayayım istiyorum.
Malum milli güreşçimiz Rıza Kayaalp, ‘Gezi direnişi’ sırasında ırkçı tweetler attı, hem Ermenileri, hem de direnişçileri aşağıladı. Sonrasında biz ne yaptık, Akdeniz Oyunları açılış töreninde bu ‘ırkçı’ arkadaşa Türk bayrağını taşıttırdık. Bu durumda normal davranış nedir, elbette ki ‘Irkçı olan bir şekilde cezalandırılır’. Nitekim Cengiz de Hıncal abi de Yunanistan’dan verdikleri farklı örneklerle meseleyi somutlaştırdı: Komşu, Afrikalı göçmenler hakkında aşağı-layıcı ifadeler içeren tweet atan kadın üç adım atlamacıyı Olimpiyat takımından, bir lig maçında Nazi selamı veren futbolcuyu da Akdeniz Oyunları’ndan çıkarmıştı. Biz ise Kayaalp’e ‘Tosuncuğumuz’ muamelesi yapıp bağrımıza bastık, üstelik çok özel bir şerefi kendisine bahşettik.
Aslında genel bir perspektifle bakıldığında tablo tamamlanıyor. Tribünlerinde zaman zaman ‘Ayağa kalkmayan Ermeni olsun’ tezahüratları yapılan ve bugüne kadar bu tezahürattan dolayı kimsenin cezalandırılmadığı bir ülkede, bunlar ‘Gündelik faşizm’in sıradan uygulamaları olarak görülüyor. Mesele devletin aklını ve vicdanını tartarak, ‘Tribünleri böyle bağıran bir coğrafyanın sporcusu da böyle olur elbet’i mi, yoksa evrensel insan hakları ve değerlerini mi tercih edeceğidir. Hoş çok yakın bir zaman önce inşa edeceği üçüncü köprüye Alevi vatandaşlarını canını yakacağını, tepkisini çekeceğini bile bile ‘Yavuz Sultan Selim’ ismini veren bir zihniyetin, Kayaalp’e bayrak taşıttırması da son derece normaldir. Maksat vatandaşını mutlu etmek değil üzmek, ezmek ve kaale almamak olduktan sonra…

ERDENER VE KILIÇ GÖREV BAŞINA!

GELELİM benim bu konuya yapabileceğim nacizane katkıya. Önceki gün bir basın toplantısıyla ‘Gezi direnişi’ni değerlendiren İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, olası başkaldırıların (tabii kendisi öyle demiyor, olaylar diyor) devam etmesi durumunda 2020 Olimpiyatları’nın hayal olacağını belirtmiş. Önce şunu söyleyelim; bu türden ‘Gençlik başkaldırıları’ Olimpiyatları engellemez aksine esin kaynağı olur. Merak etmeyin uluslararası sağduyu bu olayların nasıl ve neden kaynaklandığını çok çok iyi okuyor ve bu denli dinamik bir topluluğa gıptayla bakıyor. Ama asıl olarak Olimpiyat fikrini ve zikrini zora sokan, oyunların doğasında bulunan dostluk, kardeşlik, eşitlik ve katılım türünden temel vasıflara aykırı olan Kayaalp örneği. Diyelim ki yakın bir zamanda bu olay uluslararası arenaya taşınacak ve denecek ki, “Türkiye Akdeniz Oyunları’nda bayrağını bir ırkçıya taşıttırdı, bu ülke mi olimpiyatlara aday?” Asıl problemler o zaman başlayacak. Naçizane TMOK Başkanı Uğur Erdener’le Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’a buradan sesleniyorum: Bir an önce Kayaalp’i Akdeniz Oyunları kadrosunda çıkarın ve lisanı münasiple halkımızdan özür dileyin. Böylelikle bu ayıptan ‘resmi’ yollardan da kurtulalım…

ÇARŞI BİAT ETMEZ!

GELELİM Çarşı meselesine... Beşiktaş’ın taraftar grubu ‘Gezi direnişi’ndeki özel katkısı nedeniyle cezalandırılmak isteniyor. Bu işin nasıl zorlama bir hukukun eseri olabileceğini geçen hafta yazmıştım. Neyse, sanırım şöyle düşünülüyor; “Elebaşlarını cezalandırırsak grubu susturabiliriz.” Bir kere Çarşı bir biat topluluğu değildir, üyelerinin şükür ki kendi özgür iradeleri, kendi özgür seçimleri vardır. Elbette halen tutuklu bulunanların ve haklarında tutuklanması konusunda ısrar edilenlerin cezaya çarptırılmalarını istemem ama ola ki böyle bir şey gerçekleştirildi, Çarşı’nın susacağını düşünenlere de önümüzdeki sezonu izlemelerini öneririm. Ben bu sezon sadece Çarşı’nın değil, Fenerbahçe tribünlerinin de her maçta önemli tepki merkezleri olacağını düşünüyorum. Galatasaray cephesinde ise adres ‘Ultraslan’ değil ‘Tekyumruk’ olacak elbet.

Neden seyirci şefkati?

Yazının Devamını Oku

United Colors of İstanbul!

19 Haziran 2013
2013 yazını ‘En unutulmazlar’ arasına katan ‘Gezi Parkı Direnişi’, cumartesi gecesi gerçekleşen polis müdahalesi ve ardından yaşanan onca acı dolu sahneyle sona erdirilmeye çalışsa da toplumsal belleğimize hiç çıkmamak üzere çoktan girdi bile...

İki haftadır hareketin futbol ayağına ilişkin çıkarsamalarda bulunmaya çalıştım.
İlk olarak meselenin taraftar kanadında dolaşmıştım, sonrasında ise bizdeki ‘Yerli futbolcu kültürü’nün bir türlü bireyselleşme eşiğini gerçek anlamda atlayamamasının yarattığı problemlerden... Neyse ki meseleye twitter’da tavır koyan bir grup aklı selim futbolcu grubu vardı, son olarak onlara Galatasaraylı Yekta Kurtuluş gibi vicdanı geniş bir isim eklendi ve bir anlamda kendi meslek grubunun öncüsü olmayı başardı.
Direniş sonrası günlerde ağır ağır sahaya sürülen ‘Cadı avı’ hamlelerini düşününce, ‘Sevgili Yekta’nın son çıkışının ne denli önemli ve cesurca olduğunu görmek de mümkün.

BİZ DE ÇARŞI’YI YEDİRTMEYİZ

ÖTE yandan bu sürecin önemli kilit taşlarından biri olan Çarşı grubu da ilginç suçlamalarla karşı karşıya: Halkta nefret duyguları uyandırmak için örgüt kurmak... İlginçtir mesela gazeteci arkadaşlarımız Ahmet Şık ve Nedim Şener de yakın bir zaman önce benzer bir durumu yaşamış, neyle suçlandıklarını bile bilemeden ‘Örgüt üyesi’ olmuşlardı. Çarşı üyelerine de benzer bir hukuki oyunun oynanacağını sanmıyorum ama olur mu olur, burası Türkiye...
Yeri gelmişken futbolun tüm sevdalıları adına şu uyarıya yapmayı bir borç bilirim: ‘Biz de ‘Çarşı’yı yedirtmeyiz.’

ULUSAL ÖLÇEKLİ TARAFTAR BİRLİĞİ

BU hafta da direnişin futbola olan yansımalarını biraz daha açalım. Evet, bu hareket boyunca başı

Yazının Devamını Oku

'Yerli' futbolcularımızın bireyselliği!..

12 Haziran 2013
Bu yaz kitleleri peşinden sürükleyecek büyük bir organizasyon yoktu. Ne Olimpiyat Oyunları ne Dünya Kupası ne de Avrupa Şampiyonası…

Ama futbol dünyamızı da içine alacak bir faaliyet bulduk, hem de en ‘hayırlı’sından!.. Evet, Türkiye’nin içinden geçtiği o çok çok özel günlerden bahsediyorum. Malum, ‘Gezi Parkı Direnişi’, 31 Mayıs itibariyle gündemde ve uzun süre de gündemdeki yerini korumayı sürdürecek. Günümüz gençliğinin üzerinde her geçen gün daha da artan toplumsal baskılara, hayat biçimi müdahalelerine, nefret üreten uygulamalara karşı verdiği son derece demokratik ve güçlü karşılığın ifadesi olarak da nitelendirilecek bu harekette, sürece özellikle taraftar gruplarının dahil olması meselenin yatağını bence derinden etkiledi.

Tweet’leyen futbolcular
Öncülüğünü Beşiktaş Çarşı grubunun çektiği ve daha sonrasında her türden camiaya ait taraftarların çoğu kez üzerlerinden formaları ve ellerinde kaşkollarıyla dahil olduğu bu toplumsal tarihimizin bence en etkili çıkışına ait, ‘ön değerlendirme’yi geçen haftaki ‘İşte taraftar, işte direniş’ başlıklı yazımda yapmıştım. Bu hafta da süreç boyunca futbolcular refleksleri üzerinden bazı sularda gezinmeye çalışacağım.
Hatırlanacağı gibi olayların başlangıç evresinde özellikle Didier Drogba’nın attığı tweetler hareketin içinde yer alanlar için çok büyük moral destek olmuş, ‘futbolun bu akil karakteri’ sahadaki kadar toplumsal zeminde de gönüllerde taht kurmuştu (nitekim bu hamle duvar yazılarına da yansıdı, ‘Çare Drogba’ en çok yazılan slogan oldu). Peşi sıra Meireles, Melo, Sneijder gibi yabancıların ‘Gezi Parkı Direnişi’ne ilişkin tweetleri göze çarptı. Yerli kanatta Recep Niyaz, Salih Uçan, Sercan Yıldırım, Selçuk Şahin, Oğuzhan Özyakup, Ersan Gülüm, Olcan Adın, fikirlerini medenice ortaya koyan isimlerdi.

Metin Kurt da yok ki!

ASLINDA gelmek istediğim nokta şu: Bu ülke hepimizin, bu parklar, bu ağaçlar, bu doğa hepimizin. Üstelik çocuklarımıza bırakacağımız bir miras da var ortada. Bütün bu direnişe ‘siyasallaştı, provokatifleşti, marjinalleşti’ türünden aksi propagandayla gölge düşürmeye çalışanlara bakmayın, bu hareket baştan beri haklıydı, polisin sabah baskınları, çadır yakmaları ve gencecik insanları üzerine gaz bombaları ve tazyikli su sıkmalarıyla, kitlelerde ‘Vicdanı olan defansa gelsin’ hissiyatı yükseldi ve olaylar, bugün vardığımız noktalara taşındı.

Yazının Devamını Oku

İşte taraftar işte direniş!

5 Haziran 2013
EURO 96’yı yerinde izlemiştim. Üç maçlık serüvenimiz üç mağlubiyetle biterken hiç gol atamamış, kendi ağlarımızda ise beş gol görmüştük. İlk turda eve dönerken çeyrek final öncesine göz atan İngiliz basını özetle şöyle bir yorumda bulunuyordu: “Takım son derece vasat ama seyircileri çok renkli. Türkiye turnuvaya bu özelliğiyle hava kattı.”

Meseleyi sadece sahada oynanan oyunla anlamlandırmakta yetinmeyen, başka hikâyelerin de peşine koşanlar, geçmişi takımlar düzeyinde çok da başarılar barındırmayan bu toprağın futbolunda aradıklarını hep tribünde bulmuştu. Tezahürat kültürü zengin, yaklaşımları zekice, refleksleri hayat dolu, gördüğünün ardındakileri çözmeyi bilen seyircimizin ne yazık ki şöyle bir kusuru vardı; çoğu kez şiddetle at başı giden bir psikolojinin sahibiydi. Ki bu tablo gönlümüzdeki kulüpleri seçerken ideolojik, sınıfsal ya da dinsel bir süzgeçten geçmememize rağmen anlamsız bir şiddeti sürekli ayakta tutmamızdan dolayı genelde geleceğe de umutsuz bakmaya zorluyordu bizleri.
Amma velakin öyle bir şey oldu ki, tüm bu olumsuz tablo, tüm bu umut vaat etmeyen görüntü gitti yerine ufuk açıcı, ümitkâr ve yanında olmaktan, desteğimizi sonsuza dek esirgemekten alıkoyamayacağız bir durumla bizi buluşturdu. Evet, belki de siyasi tarihimizin en muhteşem başkaldırısı, en spontane gelişmiş isyan çığlığı, en akıllı, en zeki, en derinlikli, en humor yüklü hareketi olan ‘Gezi Parkı Direnişi’nde, (bir haftayı geçen bir zaman diliminde eylemlerde yer alan onca insana haksızlık etmek istemem ama) bayrağın her daim yükseklerde tutulmasında, atmosferin geniş kitlesel bir kimlik kazanmasında, koca Taksim alanının insan topluluklarıyla buluşturulmasında ve polis şiddetine karşı gelinmesinde, ‘futbol taraftarı’ öncü bir rol üstlendi ve tarihteki yerini çoktan aldı bile...
Evet bu oyun anavatanı İngiltere’deki çıkışı itibariyle ‘İşçi sınıfı’na aitti, evet bu oyun artık kimlik değiştirmiş ‘Endüstriyel’leşmişti, evet bu oyun çoğu kez kitleleri uyutan ‘Afyon’du, evet bu oyun apolitiklerin, ülke meseleleri üzerine kafa patlatmayanların meşguliyeti altındaydı, evet bu oyun daha çok toplumsal gazı almak için siyasilerin en güvendiği emniyet sibobuydu. Ama ‘Gezi Parkı Direnişi’, işte tüm bu ‘Oyunları’ bozdu. Futbolun ne kadar önemli bir toplumsal ve sosyolojik işlevi olduğunu, seyircinin kelimenin sözlük anlamındaki gibi hareket etmediğini, sadece edilgen takılmadığını, aksine eylemin en önemli parçasına dönüştüğünü, rota çizen, yön veren, isyan ateşini harlayan, haklı mücadelelere ivmeyi kazandıran ‘Çok çok özel bir ruh’ kimliğini gösterdi, hatırlattı.

BİR GURUR ABİDESİ: ÇARŞI

BUGÜN Taksim’de, Şişli’de, Pangaltı’da, Bomonti’de, Tünel’de, Beşiktaş’ta, Akaretler’de, Barbaros’ta, Kadıköy’de ve birçok yerde, isyan ateşinin yandığı her yerde; sokaklarda, yollarda, bina yüzeylerindeki onca duvar yazısında futbol üzerinden üretilen (mesela ‘Çare Drogba’) sloganlara rastlamanız mümkün. Öte yandan ‘Gezi Parkı Direnişi’nin belki de ‘Resmi marşı’ kimliğine bürünen ‘Sık bakalım, sık bakalım, bire gazı sık bakalım, kaskını çıkar copunu bırak delikanlı kim bakalım’ nihayetinde bir muhteşem bir ‘Çarşı’ bestesidir.
Daha da ileri gideyim, bu tezahürat hareketinin gelecek kuşaklara teslim edeceği mirasın önemli bir parçası olacaktır. Madem ‘Çarşı’dan girdik, Beşiktaş’ın taraftar grubu bugüne kadar kendilerine atfedilen övgülerin hakkını vermiş ve bu tarihi sınavdan alnının akıyla geçmiştir. Evet, ‘Çarşı’ direnişte öncü bir rol üstlenmiştir ama asıl güzellikler Beşiktaşlısı, Fenerlisi, G.Saraylısı, Trabzonsporlusu, Bursasporlusu, Adanasporlusu, Göztepelisi, Karşıyakalısı ve Eskişehirsporlusu ile dahi yazmakla bitmeyecek onca takım taraftarının üzerlerinde formalarıyla el ele, kol kola girip mücadelenin saflarında yerlerini almaları, dayanışma duygusunu her daim ayakta tutmaları, vicdanın, sağduyunun sesleri olduklarını cümle âleme hatırlatmalarıdır. Açık söylüyorum, eylemler boyunca bu türden gördüğüm her sahnede nutkum tutuldu, gözlerim sürekli doldu.

‘BİZ KAZANACAĞIZ DEMİŞTİK’

MALUM bir grup spor yazarı yakın bir zaman önce futbolda yaşanan şiddete ilişkin

Yazının Devamını Oku

Kafkas'tan esirgenen insanlık!..

29 Mayıs 2013
İster kurumsal tavır, ister vefa, ister insanlık deyin, hayatın her alanında olduğu gibi futbolda da nöbet değişimleri iş hayatının kendi kurallarının yanı sıra vefa ve zarafet de içermeli.

Trabzonspor’un ‘çiçeği burnunda’ başkanının ilk icraatı bütün bu saydığım yazılı ve yazısız kuralların dışında gerçekleşti ve İbrahim Hacıosmanoğlu, bordo mavili takımın yeni sezondaki teknik patronunun 1461 Trabzon’un ‘eski’ hocası Mustafa Reşit Akçay’ın olacağını ilan etti. Başkan, daha ilk basın toplantısında bu kan değişimini açıklarken meselenin diğer muhatabı durumundaki Tolunay Kafkas’ı ise “Bana bu konuda verilen bir bilgi yok” dedi.
Delici bakışları ve bugüne kadar yaptığı açıklamaların yanı sıra yaydığı elektrikle bir ‘Gerilim hattı’ görünümündeki İbrahim Hacıosmanoğlu, nasıl bir yöneticilik anlayışına sahip olduğunu da ilk basın toplantısındaki birkaç cümlesiyle gösterdi. Akçay tercihini açıklamasının ardından kendisine yöneltilen “Tolunay Kafkas’ın bu konudan haberi var mı?” sorusuna, “Bu sorular Trabzonspor’un başkanına sorulmaz. Trabzonspor’un başkanı ne açıklama yapıyorsa onunla yetinmek zorundasınız” cevabı, özellikle Bordo-Mavili takımla ilgilenen muhabirleri nasıl günler beklediğinin açık bir göstergesiydi. Bu noktada hazır lig bitmişken ve gündem ‘Transfer haberleri’ düzeyinde seyrediyorken, “Spor basını ve takımlar arasındaki ilişkiler” bağlamında bir görüş alışverişine gidilsin. Ve akabinde de bugüne kadar yaşadığımız “Onu çekme bunu çek” (Fatih Terim), “Ne bakıyorsun kardeşim” (Tolunay Kafkas) ve “Bu sorular Trabzonspor’un başkanına sorulmaz” (İbrahim Hacıosmanoğlu) deneyimleri eşliğinde nasıl bir basının istendiğini öğrenelim, sorularımızı da ona göre soralım.
Zaten siyasi alanda benzer bir iklim uzun süredir Türkiye coğrafyası üzerine çöreklenmiş durumda, madem futbol hayatın tezahürü ve aynı zihniyet bu oyunun ülkedeki egemenlerinde de var, meseleyi bir şekilde çözelim! Her biri gerçek emekçi olan ve sürekli haber peşinde koşan lakin takip ettikleri takımların adeta ‘resmi sözcüleri’ konumundaki muhabir arkadaşlarımızın, birçok basın toplantısındaki ‘çanak’ soruları da ayrı bir dert ama bu şimdiki zamana ait bir problem değil. Adeta gelenekselleşmiş ya da kronikleşmiş bir hastalık ve uzun bir süre daha tedavi edilmeyecekmiş gibi görünüyor.
Sonuç? Tolunay Kafkas’a hiçbir bilgi verilmeden yolların ayrılması en basitinden insanlığa sığmaz. Üstelik bu isim Bordo-Mavili formaya hem futbolcu olarak, hem de teknik direktör olarak elinden geldiğince hizmet etmiş önemli bir figür. Dakika bir, olmadı Sayın Hacıosmanoğlu…

ÖZÜNE ÖZÜNE KURBAN

ÖTE yandan Akçay seçimi de Trabzonspor camiasının uzun süredir dillendirdiği ama bir türlü icraata geçiremediği ‘Öz kaynaklara dönüş’ projesinin ‘Post-modern zamanlar’daki deneyimine ışık tutacak. Malum Bordo-Mavililer 1970’lerin ortasında başlayan uzun ve etkili yürüyüşlerini kendi çocuklarıyla gerçekleştirmiş, Karadeniz insanının inatçı ve mücadeleci kimliğini sahaya yansıtan bir nesille şampiyonluklara uzanarak ‘İstanbul dükalığı’nın hükümranlığına son vermişti. Ama aynı Trabzonspor çok çok uzun bir süredir zirve yarışlarının uzağında.
Arada birkaç sezon bir saman alevi gibi parlayıp sönen takımlar yerine istikrarlı, gerçek bir oyun kimliği olan, özellikle Avni Aker’i en zor deplasmana çevirecek bir futbol kültürü (elbette ki bunun birçok nedeni vardı ama) bir türlü yerleşmedi. Akçay, kim bilir takımın genlerindeki o özel ruhla camiasına yeniden buluşturacak. Fakat içinde yaşadığımız dünya 70’lerin saf, masum, yer yer romantik dünyası değil. Artık hepimiz endüstriyel futbolun parçasıyız ve mesele bu anlayışın gerçek anlamda tezahüründen çok bu topraklardaki arabesk, kendine özgü uygulamalarından kaynaklanıyor. Akçay’a elbette ilk elde sabır göstermek gerekiyor. Oturmuş takım kimliğine sahip bir Trabzonspor için belki de bir hatta iki sezon ‘FEDA’ edilecek. Bu kadar sabır Bordo-Mavili seyircide var mı, işte can alıcı sorun da burada karşımıza çıkıyor.

HALA ALKIŞLARLA YAŞIYORUM

Yazının Devamını Oku

Unutulmaz bir 'veda busesi'

22 Mayıs 2013
Geçen hafta başında Vodafone’un medya işlerini yürüten ekipten Uğur Sayın aradı ve “Abi” dedi, “Hafta sonu bizim gelenekselleşen Vodafone Football Cup’ın, İnönü Stadı’nda finalleri var.

Bu arada cumartesi günü Beşiktaş’ın eski efsaneleri de sahaya çıkacak ve İnönü’ye bir anlamda bir kez daha veda edilecek. Senin anlayacağın ünlüler maçıyla son nokta konulacak. Gelir misin?” Tam bu noktada 40’lı yaşlarının sonunda bir çocuk olarak içimde kalan bir ukdeyi paylaşmaya karar verdim ve “Bak Uğur kardeşim ben ünlü falan değilim ama o çimlerde 10-15 dakika da olsa ‘fasulye’den oynamak isterim” dedim. “Hımm, abi bunu bir düşünelim” cevabıyla telefon görüşmemiz sona erdi. Cuma günü etkinliğin tanıtımına ilişkin yemekte isteğimin gerçekleşeceğini, ‘Efsaneler maçı’ sonrası bir grup medya olarak bizim de kendi aramızda top oynayacağımızı öğrendim. Zaten her hafta halı sahada boy gösteren biri olarak fizik kondüsyon açısından hazırdım ama bu deneyim yine de bambaşka bir heyecandı. Benim için dünyanın ambiansı, atmosferi ve görüş açısı bakımından en güzel stadı olan İnönü’nün zeminine daha önce kimi konserler sırasında ayağımın deymişliği vardı ama bu kez durum farklıydı; topun peşinde bir ömrün kendi çapında doruk noktasını yaşayacaktım. Takımlara gelince; bizim Bağış’ın (Erten) ‘süpervizör’lüğünü yaptığı ‘Ayazma’ ekibinden Ender Özkahraman (muhteşem bir kalecidir), Mustafa Kemal Öztürk (gerçek bir virtüöz), Rıza Kocaoğlu (sahada, beyazperdedekinden daha inceci), Alpay Erdem (son derece sağlam bir savunmacı), Doğu Yücel (sakin güç) gibi ‘yetenekler’in yanı sıra ileri uçta ‘Çok Güzel Hareketler’ sunma konusunda işinin ehli Ersin Korkut, sadece yazı çizi konusunda sınırlı olmayan, yaşına rağmen tekniğini ve kondüsyonunu her daim konuşturan Ahmet Çakır ve bendenizden oluşan takım, İsmail Er ve Arif Kızılyalın’ın da aralarında bulunduğu bir tür ‘Basın karması’na karşı boy gösterecektik.

‘THE PARTY’DEKİ PETER SELLERS MİSALİ!

Bizim maç saat 15.30 suları başlayacaktı ama önceki ‘Şöhretler geçidi’ni de izlemeye kararlıydım. Stadı vardığımda saat 14.00 gibiydi. Sağ olsun Uğur Sayın kardeşim karşıladı ve hemen yanıma bir mihmandar arkadaş verecek, “İstersen soyunma odasına gidip giyinebilirsin” dedi. Ben de “Erken ama giyineyim bari” diyerek koridorlara doğru yollandım. Elinde forma ve şort soyunma odasına daldım. Bir baktım ki içeride 80’li yılların yıldızları Ali Gültiken, Metin Tekin, Ziya Doğan, Kadir Akbulut, Zeki Önatlı, Zafer Öger gibi isimlerle daha eski kuşaktan Necdet Ergün, Adem İbrahimoğlu değerler ve dahi Pascal Nouma, Yasin Sülün, Ahmet Dursun, Erkan Avseren… Birden kendimi ‘The Party’ filmindeki Peter Sellers gibi hissettim. Benim burada, bunca efsanenin arasında soyunma odasında ne işim vardı? Onlar da bana sanki, “Yahu bu kimdi, kimin döneminde oynamıştı?” türünden bakış atıyorlardı. Abarttım tabii. Onca eski yıldız geçmişi yâd etmenin mutluluğu içinde kendilerince küçük bir zaman tüneli yolculuğuna çıkmışlardı ve elbette benle ilgilenecek halleri yoktu. Ben de sessizce soyunma odasını terk ettim, yandaki küçük odaya geçtim. Burada soyunmaya başlarken yanıma biri geldi; yüzü çok tanıdık ama bir türlü çıkaramıyorum. Pot kırmak istemiyordum, zaman kazanmaya çalıştım. Çok geçmeden de kim olduğunu hatırladım. Eski hakem Orhan Erdemir’di ve ‘Şöhretler maçı’nı yönetmek için gelmişti. “Hocam nasılsınız, şimdi ne yapıyorsunuz?” dedim. “Sigorta işindeyim, zaten eskiden de aynı işteydim” cevabını aldım.

‘HOCAYA BAKIN, BİZDEN DAHA FİT’

Soyunma merasimim tamamlanmıştı ki içeriye efsane hocanın girdiğini fark ettim. Hemen tekrar içeriye süzüldüm ve cep telefonumla tarihi anları yakalamaya çalıştım. Gordon Milne, evlatları Ali ve Metin’le sarılıp hasret giderirken Metin etrafa şöyle sesleniyordu: “Hocaya bakın ya, bizden daha fit.” Kucaklaşma bitip takım sahaya yönelirken koridor boyunca önümden giden tarihe tanıklık etmeyi yeğledim ve en arkada (bu anda çocukken Uludağ’da kamp yapan Trabzonspor, Zonguldakspor gibi takımlarla birlikte idman yerine giden tek konuk olduğum günlerin hissiyatındaydım) onları takip edip durdum. Sonrasında ‘Şöhretler maçı’ başladı, Bağış gelmişti. Birlikte Milne’in yanına gidip hatıra fotoğrafı çektirdik: Bu arada hocaya ünlü repliği “It was a hard game today”e (“Bugün zor bir maç oldu”) gönderme yaparak seslendim: “This is hard game.” Güldü ve anında birçok futbol klişesini sıraladı. Maç başladı, seyre koyulduk. Sonrasında biz de sahne aldık. Ayıptır söylemesi İsmail Er’in takımını 4-0 yendik!
Kıssadan hisse: Ali Sami Yen’i de oynama fırsatım olmamıştı ama İnönü’nün çimlerinde boy gösterdim ya, artık bu hayatta başka bir şey istemem. Nasıl derler, başta Türkiye İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Gökhan Öğüt ve Medya Yöneticisi Uğur Sayın olmak üzere tüm Vodafone’culara bize yaşattıkları için teşekkürler!..    

Yazının Devamını Oku

Büyüyelim arkadaşlar!..

15 Mayıs 2013
ÇOCUĞUNU severken boğan babaları bilirsiniz. Sadece hissiyat anlamında değil, fiziksel anlamda da o küçücük, mini minnacık bebeği adeta öldürürler.

Futbolla ilişkimiz maalesef o babanın ‘şefkati’ boyutunun ötesine geçemedi. Malum 100 yılı geçkin sevdamızda ortada tarihsel açıdan bir başarı yok, uluslararası arenada iz bırakan zaferlerimizin derinliği bir elin parmaklarına bile varmıyor. Hoş bu türden ‘somut’ verilerimiz olmayabilir, ayrıca bu oyunu sevmek için başarı tek bir kriter değildir amma velakin mesele iç sulardaki hesaplaşmaya gelince tek kriter olarak önümüze başarı ve ‘Ne yaparsan yap ama kazan’ kültürü sürülüyor ve bütün dert biraz da buradan kaynaklanıyor.

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN

Geçen hafta bu sütunlarda derbi öncesinin en favori konularından biri olan ev sahibi takımın, şampiyon olan konuk takımı alkışlama meselesine değinirken mesele hakkında görüş bildiren Beşiktaş efsanesi Metin Tekin’in, “Alkışlamaya gerek yok, saldırmayalım yeter” şeklindeki ifadelerine yer vermiştim. Sevgili Tekin ne yazık ki haklı çıktı, saldırmayı bırakın özellikle sahada bir savaş görüntüsü vardı ve tribünlerde de ‘Görmek istemediğimiz onca utanç tablosu’.
Konuk takımın siyahi oyuncularını ‘Muz’ göstererek ırkçılığın daniskasına soyunan insan müsveddesi mi ararsınız (bir de “Hayatım boyunca ayrımcılıkla mücadele ettim” türünden savunucusu var ki, evlere şenlik), elindeki ‘yabancı madde’yi Sabri’ye hedefleyip kendi oyuncusu Hasan Ali’yi nişanlayan nefret sembolünü mü ya da Arena’da Volkan’a atılan rakı şişesinin rövanşını ucu kesilmiş viski şişesiyle almaya çalışan bir başka insanlığını kaybetmişi mi? (Lüften o temel argümanı dillendirmeyin, evet ben de biliyorum ki bunlar sadece bir tarafın problemleri değil, bir gün Saracoğlu’nda, öteki gün Arena’da, daha öteki gün başka yerlerde bütün bunlar oluyor; zaten mesele de biz siz değil hepimiziz). Keşke o bilinin deyimiyle olanlar sadece sahada kalsaydı. Derbi sonrası Türkiye’nin birçok yerinde şiddet olayları yaşanırken en kötüsü de Edirnekapı Metrobüs Durağı’nda yaşandı ve futbol terörü gencecik bir insanı, Burak Yıldırım’ı aramızdan alıp gitti.
Şimdi hepimiz ağıtlar yakıyoruz. Sanki sorumlusu biz değiliz gibi… Onca nefret ögesini, İngilizlerin deyimiyle bu ‘Güzel oyun’un gerçekleri gibi göstermeyi şiar edinen futbol kamuoyu, yöneticisi, taraftarı, oyuncusu ve ne yazık ki medyasıyla “Niye böyle olduk?’un cevabını aramaya çalışıyor. Oysa cevabın kendilerinde olduğu o denli aşikâr ki…
Rahmetli Burak kardeşim, daha önce bu yolda verilen kurbanlar (yeri gelmişken isimlerini analım; Beşiktaş taraftarı Oktay Akdemir, Leeds taraftarları Christopher Loftus ve Kevin Speight, Beşiktaş taraftarı Cihat Aktaş) gibi “Durup yeniden düşünme, tüm eski argümanları rafa kaldırma zamanıdır” diyor ama bunu anlayıp bambaşka bir kimlikle yola çıkar mıyız şüpheli. Ayrıca insanın doğasına da aykırı ama başka çaremiz de yok. Onların aziz hatıraları böyle davranmaktan başta bir şeye işaret etmiyor.

ÖFKE KONTROLÜ HERKESE LAZIM

Peki temel uğraşımız ne olacak? İçimizdeki nefret tohumlarını, yanlış kaynaklardan beslenen futbol sevdamızı nasıl törpüleyecek, ‘kendi doğamızla’, genlerimizle nasıl oynayacağız da farklı bir yolun yordamın peşine düşeceğiz? Doğrusu ben de bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var, bir an önce

Yazının Devamını Oku