Galatasaray, ‘UEFA Kupası Şampiyonu’ olarak belki de kendi coğrafyasından başka bir takımın erişemeyeceği bir unvana uzanıyordu. Bu başarının ardında Fatih Terim vardı ve yönetim, yeni bir geleceğe doğru onunla birlikte emin adımlar atmanın planları içindeydi. Ve fakat Terim, bu hayalleri bir anda yok etti, “Kusura bakmayın, ben Fiorentina’yla anlaştım, İtalya’nın yolunu tutuyorum” dedi. Hiçbir açık kapı bırakmamıştı...
CECCHI GORİ, CANAYDIN
BU tavır, hocanın karakterinde yatan otoriteye karşı başkaldırışın ilk çarpıcı göstergesiydi. Çok değil, altı ay sonra başarılı bir dönem yaşattığı Fiorentina’yı terk ederken de bu kez problem yaşadığı otorite, kulübün sahibi Cecchi Gori’ydi. Tıpkı Galatasaray-Fiorentina değişiminde olduğu gibi, geleceğe doğru adım atmak için önemli bir gerekçesi vardı: Milan Teknik Direktörlüğü!.. Lakin geleneği son derece köklü Milan’da, Terim’in eski alışkanlıkları kısa sürede sorun yaratıyor; zaman zaman kendisine çizilen profesyonel rol tanımının dışına çıkması, başta emektar futbolcular olmak üzere, çeşitli isimlerden tepki alıyor ve iki taraf için de umutlu başlayan macera çok kısa sürüyordu.
Bir süre bekledi, ‘rahmetli’ Özhan Canaydın’ın çok da mantıklı olmayan ‘Lucescu out, Terim in’ hamlesiyle tekrar sarı kırmızılı takımın başına geçti. Fakat ‘Aynı suda ikinci kez yıkanmak’ bekleneni vermedi; takım bir türlü ritm tutturamıyor, panik halde yapılan yanlış transferler (bkz. Ali Lukunku) üst üste geliyor ve Canaydın’ın suratı asılıyordu. Çatışma medyaya yansımadan yollar ayrıldı.
HASAN DOĞAN, ÖZGENER...
MAHMUT Özgener, Terim’in çok eski arkadaşıydı. Onun Fiorentina’yı çalıştırdığı dönemde, İzmir’den kalkıp Floransa’ya dostunu desteklemek üzere maç seyretmeye giderdi. 2005 yazında Milli Takım’da Ersun Yanal dönemi noktalandığında, Terim’in göreve getirilmesinde Özgener’in de payı olmuştu. Aynı yılın kasım ayında, Dünya Kupası yolunda son dönemeç olan play off serisinin İstanbul ayağındaki randevu tarihe ‘İsviçre rezaleti’ olarak geçip, nihayetinde Milli Takım ve bazı oyuncular ceza alırken teknik patron Terim, süreci kazasız belasız atlattı!.. Peşi sıra Euro 2008’deki ‘Avrupa üçüncülüğü’ unvanı eleştirileri susturdu, deneyimli teknik adamın elini bir kez daha güçlendirdi. Bu arada Hasan Doğan’ın vefatıyla federasyon başkanlığı koltuğuna yardımcısı Özgener oturdu. Yeni başkanı, eski dostuydu artık... Amma velâkin Terim için otoriteyle çatışmadan iş yapmak kolay değildi ve Özgener’le de arasında sürtüşmeler başlamıştı. Dünya Kupası 2010 bileti alınamayınca kontrat yırtıldı. Üstelik bugün iki tarafın da anımsamak istemediği tatsız sahnelerle!..
AYSAL, DEMİRÖREN...
ÜNAL Aysal
‘Son şampiyon’, bitiş düdüğüne yaklaşık 10 dakika kala ecel terleri dökmeye başladığı mücadelede Antep’i 2-1’le geçmeyi başardı. Fenerbahçe ise ‘zoru’ başardı; son 15 dakikaya 2-0 öne girmesine rağmen 3-2 mağlup oldu. Merak edilenler kimlerdi? Biliç’in Beşiktaş’ı mesela... Göz doldurdu, umut verdi ve “Şampiyonluk adayıyım” dedi. Roberto Carlos’un Sivas’ı keza, bir başka merak ögesiydi; Prosinecki’nin Kayseri’sine boyun eğdi ilk hafta macerasında. Transfer hamleleriyle dikkat çeken Kasımpaşa da, Karabükspor’un diri futboluna ve Lua Lua’nın insan üstü deparlarına karşı duramadı. Sahada durum kısaca böyleydi. Ki ‘Gezi direnişi’nin futboldaki artçıları merak ediliyordu ve gözler asıl olarak tribünlerdeydi.
İktidarın, futbol ve siyaset ilişkisi üzerine tribün hassasiyetine ancak ‘Ustalık dönemi’nde eğildiği ve bugüne kadar kendi politikacılarıyla ‘Güzel oyun’a yaptığı tüm müdahaleleri göz ardı ettiği bir ortamda verilecek tepkiler elbette dikkate şayandı. Beklenen gol sesi önce Olimpiyat Stadı’ndan geldi. Beşiktaş taraftarı, ‘Çarşı’ önderliğinde ‘Gezi ruhu’nu tribünlerden her bir tarafa yaydılar. Maç başlamadan ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ sloganları, ‘Sık bakalım, sık bakalım’ tezahüratı Olimpiyat’ı inletirken İstanbul’un plaka numarasından mütevellit ‘34. dakika’da söz konusu ‘sözsel eylemler’in desibeli bir kez yükseldi. Ortam gösterdi ki ‘2013 Olimpiyat Oyunları’nı düzenleme hakkını Çarşı almıştı! Ertesi gün bu kez gözler TT Arena’daydı.
Büyük şair ve zamanın Galatasaray Lisesi müdürü Tevfik Fikret’in ölüm yıldönümünde arkasına üstâdı anma pankartı asan ama kendisinin ‘özgürlük’ konusundaki fikirlerini pek de anlamadığını gösteren ‘Ultaraslan’ın ıslıklarıyla engelleme çabasına soyunmasına rağmen TT Arena, adı üstünde ‘Mekân söyletiyor’a sığındı ve tribünler tıpkı bir gece önce Olimpiyat’ta olduğu gibi ‘Direniş sloganları ve tezahüratları’yla inledi.
Yasaklarla bir yere varamayız
ASLINDA haftaya ‘Gezi sloganları’ kadar damgasını vuran olay önce Ç. Rize maçında Karadeniz ekibinin galibiyet sayısını atan Sercan Kaya’nın, ardından aynı gece Konya’da takımının ikinci golünü kaydeden Emre Belözoğlu’nun ‘sevinç gösterileri’ sonrasında elleriyle ‘Dört’ yani ‘Rabia’ işareti yaparak Mısır’daki darbecilerin zulmüne uğrayanları selamlamasıydı. Bu tepkiler kuşkusuz popülerliği itibariyle Emre’nin fotoğrafıyla yansıdı sayfalara.
‘Futbolumuzun her dem yaramaz çocuğu’ aslında çok önemli bir tartışmanın kapısını da araladı ve iktidarın tüm uyarılarına rağmen ‘siyaset’in futbol sahalarına sokulabileceğini gösterdi. Benden önce de çok sayıda insan bu görüşleri kaleme aldı, tekrara düşmek istemiyorum ama kayda geçmesi bakımından yazıyorum: İlk olarak, ‘Yasaklarla bir yere varılamaz.’ Ardından futbolcu, taraftar fark etmez, hepimiz insanız, hepimizin duyguları, düşünceleri ve görüşleri var. Hiç birimiz stada gidiyoruz diye kimliklerimizi kapıdaki portmantoya bırakmıyoruz. Zaten bu futbol denen oyunu da hislerimizle, ruhumuzla, tüm benliğimizle seviyoruz. Dolayısıyla nasıl hakeme, federasyona, oyun içindeki haksızlıklara tepki gösteriyorsak, dünya ve ülke meselelerine de tepki göstermek hakkımız ve bu hakkımızı stat içinde de kullanabiliriz.
Biz halkız ve bazılarımız iktidarı sever, bazılarımız ise uygulamaları beğenmez, karşı çıkar. Kimimiz Gezi’deki polis şiddetine, kimimiz Mısır’daki katliamlara, kimimiz her ikisine de karşı çıkar (ki ideali ve doğrusu bence ikisine de tepki göstermektir). İktidar bize daha iyi hayat şartları, daha iyi demokrasi sunmak için vardır, çocuk sayımıza, yediğimizi içtiğimize, nerede nasıl tepki göstereceğimizi karışmak için değil...
O yazılar tarihe geçti bile!
TFF Başkanı Yıldırım Demirören, “Maçlar gündüz oynansın, yoksa geceleri içki içiliyor, olay çıkıyor sonra” diyerek, günü kurtarma adına yapay bir polemiği sahaya sürse de sistemin bugünkü yürütücüsü ve uygulayıcısı konumundaki iktidarın derdi ‘şimdilik’ başka. Onlar “Futbol siyasileşmesin” istiyor. Daha doğrusu yasaklanmak istenen siyaset değil, muhalefet olma hali... Yoksa yakın geçmişte de defalarca gördük, transfer gösterilerinin baş konuğu bile siyasetçilerdi. Somut örnekler mi? Mesela zamanın Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın başrolde olduğu 2007 tarihli bir haberi aktarıyorum: “İmza törenine katılan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Eskişehirspor’a yerli Alex’i aldığını belirterek (Sergen Yalçın kast ediliyor), Süper Lig’e çıkması durumunda Eskişehirspor’a Ronaldinho’yu da getirebileceğini kaydetti.”
‘BAŞBAKAN İSTEDİ, BİZ DE SATTIK’
UZAKLARA gitmeye gerek yok, Mersin İY’nin her transferinde Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ı görmedik mi? Yine basından alıntılıyorum, işte 16 Ocak 2013 tarihli bir haberin girişi: “Mersin İY Teknik Direktörü Giray Bulak’ın, Ozan İpek’i kadrosunda görmek istediği, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın da Ozan’ın transferi için devreye girdiği öğrenildi.
Şener örneğiÇağlayan’ın, Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı’yı arayarak görüşme yaptığı ve Ozan’la ilgili ricada bulunduğu iddia edildi.” Ve son ve yakın tarihli en taze bomba eski Trabzonspor Başkanı Sadri Şener’den geldi...
Geçen hafta içinde Futbol Extra dergisine konuşan Şener, “Eren ile Sercan’ı neden Rize’ye sattınız?” sorusuna, “Başbakan rica etti. Biz de dedik, komşu il. İlişkilerimiz düzelir. Doğru da yaptım” cevabını verdi.
Almanya Kupası 1. turunda, 4. Lig seviyesindeki Kuzey Bölgesel Lig temsilcisi Schwarz-Weiss Rehden, evinde Bayern Münih’i ağırladı. Sonucu belli bir mücadeleydi elbette, nitekim ‘Bayvera temsilcisi’, karşılaşmadan 5-0’lık galibiyetle ayrıldı ve 2. tura yükseldi. Bence ‘Bir maçtan fazlasıydı’ izlediğimiz müsabaka. Çünkü geçen sezon almadık kupa, erişilmedik unvan bırakmayan Bayern, kadrosunda ‘profesyonel’ olarak tek futbolcu barındıran (o da sakattı ve oynamadı) ‘Amatör’ ruh ve nitelikteki bir takıma karşı mücadele etmişti.
Yörenin futbolseverleri Bundesliga, DFB Pokal ve Şampiyonlar Ligi şampiyonu unvanlı Bayern’i izleme fırsatı bulmuştu. Rehdenli futbolcular gelecekte torunlarına bile anlatacakları bir 90 dakika yaşadılar, çok özel bir mutluluğu ve gururu tattılar. Bu mücadele o topraklarda futbol adına adaletin gösterildiği bir randevuydu. Almanya’da futbol kamuoyu bu oyunda olması gereken adalet ve herkese eşit mesafede yaklaşma prensibinin en azından kupa statü dolayısıyla gerçekleştirildiğini tanık oldular (Hoş, onların bu konuda böyle dertleri olduğunu sanmıyorum, çünkü bu uygulama o topraklar için sıradan bir faaliyetti).
‘KURTALAN EKSPRES’ FENER’E KARŞI
AMA futbola muhteşem bir tutku seviyesinde bağlanan, onunla yatıp kalkan ve en temel derdi ‘Adaletsizlik’ olan bu topraklarda bu türden uygulamalar çok zor. Malum Türkiye Kupası, tuhaf bir statüyle oynanıyor ve adeta, yarı finallerine F.Bahçe, G.Saray, Beşiktaş ve Trabzon’un kalması hedefleniyor hissiyatı veriyor.
Hele ki bir noktadan sonra anlamsız bir lig usulü seviyesi var (onu da “İyi ama ‘Avrupa Ligi’nde de böyle” gerekçesiyle sunuyorlar), bu aşamada o noktaya ulaşmış alt lig temsilcilerinin ister istemez önü kesiliyor. Mesela 1461 Trabzon geçen sezon tek maçla G.Saray’ı kupa dışına iterken lig usulü aşamasında F.Bahçe galibiyetinin bir anlamı olmadı.
Benim derdim iş oralara gelmeden ‘Büyükler’i koruyan bu sistemin belli oranda inandırıcılık kazanması ve bütün takımların ilk turdan itibaren yarışa dahil olmaları. Koca Alman devi Bayern, ‘kaynak yapmadan’ sıraya geçiyor, ‘Bizim Büyüklerimiz’ her daim kayırılıyor. Örneğin diyelim ki BAL Ligi takımlarından Kelkit Hürriyetspor, geçen sezonun ‘Şampiyonlar ligi çeyrek finalisti’ G.Saray’la eşleşse ve yöre halkı, takımın oyuncuları böyle kendilerince ‘gerçeküstücü’ bir macera yaşasalar. Ya da Kurtalanspor son ‘Avrupa Ligi yarı finalisti’ F.Bahçe’yi evinde ağırlasa ve bölge insanı, bambaşka bir deneyimin sahibi olsa (gazete manşetlerini de ‘Kurtalan Ekspresi’nden türetilen başlıklar kaplasa mesela!) fena mı olurdu?
Ama bütün bunlara kafa patlatacak olan federasyon ne yapıyor? Kendisini oraya oturtan sisteme yardımcı olacak hamleler icat ediyor. Son çalıştayda Başkan Yıldırım Demirören “Maçlar gündüz oynansın, çünkü geceleri içip içip gelen seyirci olay çıkarıyor” tezini ortaya attı. Aman Allahım, ne derin bir analiz!.. Gerçekten de futbolumuzun en büyük problemi içkiydi. Bugün artık ‘Yeteeer Demirören yeter’in ulusal bir futbol tezahüratı olarak literatüre yerleşmesine ilham kaynağı olan bir figür, sorunların kaynağı olarak içkiyi gösteriyor. Evet, ben de “Maçlar gündüz oynansın” diyorum ama çocukluğumdaki futbol coşkusunun yeniden ortaya çıkması, insanların hayatlarında bu oyundan başka oyunlar da yer açılması, bir basın mensubu olarak erken oynanan müsabakaların okuyucuya daha çok malzeme sunacak bir ortama hizmet etmesi vs. gibi nedenlerim var.
Trabzonspor bu ülke futbolunun, ‘devrim’ niteliğinde hamlelere soyunmuş çok önemli bir rengidir. Malum ‘Üç Büyükler’ hegemonyasıyla örülü bir evrende 70’lerin ortasında kendi değerleriyle (bu hem teknik kadro, hem de oyuncu profilleri açısından geçerli bir tanımlamadır) birlikte zirve yarışına girmiş ve çok kısa bir sürede, muazzam başarılara imza atmıştır.
İklim değişti
Lakin artık içinde bulunduğumuz iklim, 70’lerin çok uzağındadır; ‘Endüstriyel futbol’un tanımları tümüyle bu yakada da kendisini var etmiştir, ‘İstanbul’un büyükleri’yle baş etmek eskisinden çok çok zordur. Yazılı ve görsel medya ‘arz-talep ilişkileri’ bakımından ‘Merkez’e odaklanmıştır, yerli oyuncular için İstanbul takımları son derece cezp edicidir, ayrıca ‘Payitaht’, her türlü zenginliğiyle yabancı futbolcular için de çekicidir vs...
Kupa ısrarı sürüyor
Trabzon gibi eskinin büyüğü, her sezon ‘şampiyonluk’ parolasıyla yola çıkarken işte tüm dezavantajlara karşı da mücadele etmek durumundadır. Dolayısıyla son ana kadar sürdürülmüş ama finişte kaybedilen yarışın etkisi, rakiplerine göre bordo mavili camia için yıpratıcı olmaktadır. Karadeniz ekibi en son 2010-11 sezonunda böyle bir yarışın içindeydi, ipi F.Bahçe göğüsledi, akabinde 3 Temmuz 2011’de ‘Şike soruşturması’ patladı ve işler karıştı. Malum süreci birlikte yaşadık, henüz son nokta konulmasa da eni konu işin rengi belirgin. F.Bahçe tarafı bütün bu yaşanılanların ‘Cemaat ve hükümet kaynaklı bir komplo’ olduğu kanısında, Trabzon ise haksızlığa uğrayan taraf kimliğiyle bir an önce kupasının verilmesi ısrarında.
İNCE AYAR OLMAYINCA
TÜRKİYE’deki iktidar yapılanması ‘Her şeye devletin el atması’ şeklinde bir bilinçaltına sahip olduğu için, mesela Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “Kupanın Trabzon’a gelmesi için ince ayar yapıyoruz” açıklaması bordo mavili camia için bir umuda dönüşmüştü. Lakin gelinen noktada böyle bir çalışmanın olmadığı (ki olması da tuhaftı) gün gibi aşikâr. Öte yandan yakında UEFA, CAS üzerinden bu konudaki son kararını verecek ve bu karar öncesinde, hükümetin en üstünde yer alan kişi yani Başbakan Erdoğan geçen hafta UEFA’ya eski tezleri üzerinden bir kez daha seslenerek “Kişilerle kurumları ayırın” dedi. Bunun teorideki anlamı şuydu; eğer ‘Şike yapmakla suçlanan kulüpler varsa faturayı onlara değil yapanlara kesin. Pratikteki anlamı ise “F.Bahçe’nin kupası F.Bahçe’de kalır, Trabzon’a da bir şey verilmez.”
İktidara yakın duruyor
Çünkü takımlar hazırlık maçlarına eksik ve oturmamış kadrolarıyla çıkıyorlar. Form tutmak için de zaman erken, dolayısıyla sadece Avrupa defterini erken açmak zorunda olanların bu dönemi en az kayıpla atlatmaları gerekiyor, sonrasında zaten her şey kendi doğrusunu buluyor, bulacak... Dolayısıyla böylesi bir zaman diliminde ‘teorik’ görünen ama hayatın pratiğinde daha bir anlam kazanan meselelere uğraşmak daha evla, en azından benim için...
Şunu belirtmeliyim ki, aktaracaklarımdan daha önce Radikal’de yayımlanan ‘Taraftarın siyasallaşması’ başlıklı yazımda da bahsetmiştim ama hafıza tazelenmesi bakımından aynı limana uğramak gerekiyor. İki sezon önce Ankara’da Fenerbahçe’yle Bursaspor’un karşılaştığı ve sarı lacivertlilerin 4-0 kazandığı Türkiye Kupası finali sonrası basın toplantısındayız. Ben yönetimin ısrarla ima ettiği, “Şike operasyonu Fenerbahçe yönetimini belirli güçlerin ele geçirilmesi için ortaya konan bir tezgâhtır” şeklindeki tezlerden yola çıkarak Kaptan Alex de Souza’ya, “Şike davası sence siyasi mi?” sorusunu yöneltiyorum. Kenan (Başaran) da, teknik direktör Aykut Kocaman’a “Başta play-off uygulaması olmak üzere sürekli içinde yer aldığınız sistemin açmazlarını ve yanlışlıkları eleştiriyorsunuz. Böylesi durumlarda mesela futbol adamları olarak grev ya da boykot gibi seçeneklere düşünemez misiniz?” şeklinde bir soru soruyor.
‘TOPLUM DAHA HAZIR DEĞİL’
ALEX benim soruma, “Konuşursam başına ne geleceğini bilmiyorum” şeklinde cevap veriyor özetle, Kocaman da içinde bulundukları toplulukların, yani teknik adam ve futbolcuların, bu tür oluşumlara hazır olmadığını ama böylesi sorular sorulmasının bir başlangıç olabileceğini ifade ediyor. Ve ekliyor: “Bu sorular çoğaldıkça anlayış değişikliği olabilir ve somuta doğru adım atılabilir.” Sazı tekrar ben alıyor ve Kocaman’a, “Toplum henüz hazır diyorsunuz ama Fenerbahçe taraftarı (o dönemi kast ederek) yaklaşık bir yıllık şike süreci boyunca kendi çapında bir hayli siyasallaştı, siyasallaşabileceğini gösterdi, kim bilir belki teknik adamlar ve futbolcular böylesi bir süreçte liderlere ya da motivasyon noktalarına ihtiyaç duyuyordur. Siz ya da başka futbol figürleri bu işi ön ayak olabilir” teklifinde bulunuyorum.
Kocaman meseleye her zamanki serinkanlılığıyla yaklaşıyor: “Süreçlerin çok hızlı gelişmesi durumunda gerçek verimin alınamayabilir. Her türlü hareketin bilinçli bir şekilde, oturmuş bir yapıda gerçekleşmesi daha doğru bir şeydir” diyor.
Bütün bu yaşananları aktardığım ‘Taraftarın siyasallaşması’ başlıklı yazıda, bu konuşmaların ardından şu ifadeleri kaleme almışım: “Evet Kocaman haklı, en ideali her şeyin bilinçli bir şekilde gelişmesi ama insanlık tarihine baktığımızda da özellikle kimi siyasal dönüşümler bazı kıvılcımlarla bambaşka noktalara evriliyor ve ortaya çıkan sonuçlar hiç de kötü olmuyor.”
Doğrusu çok bilmiş yazarların “Ben demiştim” tarzı ısrarlarını pek sevmem ama 21 Mayıs 2012’deki bu metin, sanırım son ‘Gezi Parkı Direnişi’ serüveni boyunca kendini pratikte de var etti (umarım ‘Cadı avcıları’, bu yazıdan yola çıkarak, “Hımm, olayları önceden tezgâhlayanlar arasında sen de varmışsın” demez!) Kimse, “Biraz daha bilinçlenelim, biraz daha konuya hakim olalım” demedi ve kitleler, ağaç kıyımlarından yola çıkarak kendilerini zoraki dayatılan hayat biçimlerine, onca anti-demokratik uygulamaya isyan etti ve sokaklara döküldü. Üstelik bu başkaldırı hareketinde, bilindiği gibi ‘taraftar grupları’ çok önemli bir itici güç olmayı başardılar.
Ardından ikinciliği Avustralyalı Peter Norman elde ediyor, yarışı üçüncü sırada bitiren isimse yine bir Amerikalı, John Carlos oluyor… İki Amerikalı siyahi atlet, madalya töreni öncesi Avustralyalı Norman’a, şu soruyu yöneltiyorlar:
“İnsan haklarına inanıyor musun?” “Evet” cevabını aldıktan sonra devam ediyorlar; “Ya Tanrı’ya?”. Norman bu soruya da aynı yanıtı veriyor: “Evet.” “Madem öyle” diyorlar, “Biz bir eylem koyacağız, yardımcı olur musun?” Norman yardımcı olmakla kalmıyor, fikir de veriyor. Bir çift deri eldiven bulunuyor, birini Tommie, diğerini Carlos ellerine geçiriyor ve kürsüde, Olimpiyat tarihinin en unutulmaz protestolarından biri ortaya konuluyor.
İki atlet, çıplak ayaklarıyla çıktıkları seremonide yoksul siyah kardeşlerinin çektiği acıları, elleriyle de direnişin gücünü anlatmaya soyunuyorlar. Bu protesto ‘karşılıksız’ bırakılmıyor elbet, hemen ertesi gün ABD Milli Takım kampından kovuluyorlar ve kendilerine bir daha ‘Asil Amerikan Milli Takım forması’nı giyemeyecekleri söyleniyor. Ya ‘işbirlikçileri’ Peter Norman? Ona da Avustralya Milli Olimpiyat Komitesi, “Her şeyin bir yeri ve zamanı var. Olimpiyatlar politik gösteriler için sahne olamaz” diyor. Norman ise, yakın gelecekte tıpkı siyah dostları gibi dışlanacağı bir kadere doğru yol alırken komiteye şu cevabı veriyor: “Adaletsizliğe karşı çıkmak için uygun zaman aranmaz!”
BÖYLE DE TEPKİ OLUR MUYMUŞ?
ZAMAN bu üç büyük kalpten, bu üç büyük vicdandan yana çalışıyor, çok çok sonraları da olsa ‘resmi’ açıdan iade-i itibarlarına kapı aralanıyor. Bu enfes ‘kıssadan hisse’yi niye aktardım? ‘Gezi direnişi’ sonrası şu aralar süren ‘Cadı avı’ kapsamında Milli Takım kadrosuna dahil edilmeyen ‘Cenk Akyol tartışmaları’na ‘Tarihten bir yaprak’ mantığıyla hatırlatmalarda bulunmak için elbette.
Genç kardeşimiz Cenk, performans olarak Basketbol Milli Takımımız’ın kadrosunda yer almayı hak ediyordu, geçen sezon şampiyonluğa uzanan Galatasaray’ın etkili bir oyuncusuydu, uzun süredir hep ’12 Dev Adam’ın etkin elemanlarından biriydi ve kendisini, sportif anlamda koç Tanjeviç’in seçmemesinde mantıki bir neden yoktu. Peki neden böyle bir ‘Kesik yeme operasyonu’yla karşı karşıya kaldı?
Öncelikle bugün iki yarı final mücadelesi oynanacak, cumartesi mönüsünde de üçüncülük ve şampiyonluk randevuları var. Türkiye, evindeki bu şenliğe kendi gençleriyle ancak dört 90 dakikada eşlik edebildi. Üç maç grup aşamasında, elendiği Fransa mücadelesi de ‘İlk 16’ turundaydı. Turnuva bitecek ve biz, “Niye gençlerimiz böyle?” sorusunu elbette ki tozlu sayfalar arasına yollayacak ve yeni bir organizasyona kadar pek tartışmayacağız. Bu saptama aslında eski günlerin bir refleksi, ben kişisel olarak bu yaz tarihinin en büyük toplumsal hareketini yaşayan Türkiye’de, ‘Gezi Parkı Direnişi’yle birçok alanda kazanımlar elde ettiğimizi düşünüyorum. Benim ve birçoklarının, artık geçmişte farklı yaklaşımlarla ele aldıkları gençliğe, geleceğine emanet edeceğimiz insanlara bakışı değişti. Ben artık ne kendi geleceğimden, ne de bizi yarınlara taşıyacak insanların geleceğinden korkmuyorum, aksine hiçbir zaman olmadığım kadar umut doluyum. ‘Gezi Ruhu’, her alanda zeki, akıllı, ince, pragmatist, paylaşımcı, insani değerleri ön plana çıkaran, ‘öteki’yi anlayan, her türden ve kültüre ait farklılıkları bir arada yaşayan son derece geniş bir renk skalası sundu. Bu güzel bileşimin ana unsurlarından biri de bilindiği gibi taraftar topluluklarıydı. Onların zekâsı ve dinamizmi, hareketi çok daha ötelere taşıdı. Lakin bütün bu gelişmelere karşı uzun süredir içinde bulunduğum camianın, yani spor basınının genel olarak pek de olan bitenden etkilenmediğini, yeni jargonu anlamadığını, ‘Eski tas eski hamam’ yollarına devam etmek istediklerini görüyorum.
Gerçi bunda şaşıracak bir yan yok, bu camia eskiden de pek okumaz etmez, kendini yenilemez, sadece bilinen ve ilk elde akla gelen fikirleri, ‘Çok çok mühimmiş’ gibi tartışma masasına sürerdi. Dolayısıyla bu cenahta değişim rüzgârlarından etkilenilmemesi doğal. Ama benim asıl derdim ‘Gezi Ruhu’nu ‘U20 Dünya Kupası’ bağlamında değerlendirmek. Madem direniş gençliğin eseriydi, bu gençliğin sahadaki yansımasındaki problemler neydi? Aslında bizim eski genel bakışımızda, “Genç takımlarda çok iyiyiz ama iş büyümeye ve profesyonelleşmeye gelince çuvallıyoruz” bakışı hâkimdi. Aslında bu görüş doğruluk payları içeriyordu. Somut bir örnekle yola çıkalım: Bugün Milli Takım’ın başında bulunan ve ay yıldızlılara kötü günler yaşatan Abdullah Avcı’nın bir zamanlar U17’nin başındayken elindeki kadroyla ‘Avrupa Şampiyonluğu’ gibi muhteşem başarıya ulaşıp aynı takımla ‘Dünya Dördüncülüğü’ unvanına ulaştığı düşünülürse söz konusu tezin ne denli gerçek olduğunu görürüz. Bizi bugün kara kara düşündürense artık futbol alanında ‘Gençler’de de o eski başarılara, geleceğe dair umutlara veda ettiğimizdir.
‘TEK ADAM’ CUMHURiYETLERi
PEKİ bunda sadece gençlerin mi suçu var? Hayatın diğer alanlarında; bilimde, sanatta, siyasette, mizahta vs, ne denli cevherler barındırdığımızı gösteren ‘gelişmeler’, acaba futbolda neden geriyiz sorusunu da tartışmaya açmıyor mu? Bence açıyor. En sevdiğimiz oyunda yetenek problemimiz olabilir mi? Bence olamaz. Peki ne olabilir? Belki organizasyon ama ondan öte futbolun egemenlerinin oyuna bakışındaki sakatlık ve özellikle, başarıya endeksli hastalıklı kazanma kültürü (ki bu kültür, “Kazan da nasıl kazanırsan kazan” diyor ve bu yolda gençleri, oyunun dışına itiyor). Futbolun egemenleri de aslında politikacılarımız gibi ‘Gezi ruhu’nun öncesinde kalmış figürler. Çoğu ‘Tek adam’a bağlı cumhuriyetlerinde muhalefetsiz ve farklı görüş ve yorumlara kapalı bir dünyanın esiri olmuşlar, içe dönük hayatlarını yaşıyorlar, parayı bastırıp aldıkları yıldızlarla günü kurtarmayı ve camialarına ‘Gücün yarattığı şehvet’le seslenmeyi ve koltuklarını korumayı sürdürüyorlar. Ama bence o günler de geride kaldı (umarım). Çünkü başkaldıran kitleler arasında yer alan taraftarlar, artık neyin nasıl olduğunun farkında (aslında eskiden de farkındaydılar ama kendilerini yalnız sandıklarından olsa gerek, pek seslerini çıkarmıyorlardı).
‘ARA REJİM’ HÜKÜMETİ
GELELİM somut adımlara... Yeni bir gelecek kurmak istiyorsak, ilk hamle Futbol Federasyonu cephesinde atılmalı. Belki genç kuşaklar bu deyime uzaktır ama Yıldırım Demirören yönetimi, ismi siyasi literatürle söylersek ‘Bir ara rejim hükümeti’dir. O günkü koşullarda, sistem günü kurtarmak adına Demirören’i başa geçirmiş ve sorunları çözmese bile erteleyeceğini düşünmüştür. Lakin ertelenen tüm sorunlar bugün artık ‘Dönülmez akşamın ufkunda’ önümüzdedir ve Demirören yönetiminin bu sorunları çözemeyeceği gün gibi aşikârdır. Bundan öte bu yönetim, eskinin bütün arkaik reflesklerini barındıran ve geleceğe dair hiçbir umut ışığı içermeyen bir oluşumdur. Dolayısıyla Demirören’in, tıpkı (bence) aynı kişilik özelliklerine sahip Başbakan Erdoğan ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım gibi “Çare sandıktadır” savunması, gereksiz bir girişimdir. Bir kere özellikle ‘Ara rejim hükümetleri’nin teamül gereği güven tazelemek türünden reflekslere ihtiyacı vardır ve demokrasilerde ‘Erken seçim’ türü seçenekler de mevcuttur.
Toparlarsak Türkiye, futbol alanında kendisine, gençlerine ve tüm bileşenlere yeni bir gelecek arıyorsa, öncelikle geçmişin muhasebesine bir an önce soyunmalı, oyunu oyunun hâkimi yöneticilere bırakmalıdır. Bu konu üzerine konuşurken bizim Kenan (Başaran) bir öneri getirdi: “Aykut Kocaman başkan olsun.” Aykut Hoca’nın şu aralar Milli Takım’ın başına geçeği türünden haberler basına yansımış durumda. Bence de teknik adamlık yerine futboldan gelen yönetici modeline en yakın isimlerden biri Kocaman. Hem zamanında Lütfi Arıboğan’ı, “Basketboldan gelenler futbolu yönetiyor” diye eleştirmişti. İşte fırsat; futbolun önünü, arkasını, acısını tatlısını, sevincini dramını, saha içini dışını her şeyini yaşamış bir isim var önümüzde. Fenerbahçeliliği bir engel mi? Ulusoy Galatasaraylı, Aydınlar Fenerbahçeli, Demirören de Beşiktaşlı’ydı. Bunun bir engel teşkil edeceğini düşünmüyorum, dolayısıyla Kenan’ın önerisi bence düşünülmeye değer...