Uğur Vardan

Sow, sağ, tekrar Sow!..

23 Ekim 2013
Yıllar önce bir TV kanalında yine bir futbol programı...

İsmini hatırlamadığım çok deneyimli bir futbolcu solda topla buluşmuş ama karşı karşıyayken öyle bir vuruş yapmıştı ki meşin yuvarlak sağ taraftan tacı boylamıştı. Yine ismini hatırlayamadığım bir yorumcu da, “Tamam da kardeşim bu topa böyle de vurulmaz ki bunu atamazsan neyi atacaksın” demişti. Programın daimi konuklarından Can Bartu, birden o golcüye ‘sahip çıkmış’ ve eski futbolculardaki o klasik özgüvenle, “Kardeşim sen top oynadın mı? Oynamadın. Bilemezsin, bazen böyle fırsatları da kaçırırsın” demiş ve ardından kendine özgü anılarından birini aktarmıştı: “İtalya’dayken özel bir maçta oynuyoruz. Sağdan bir orta geldi. Ortayı yapan da şimdiki Maldini’nin babası Cesare Maldini. Öyle kötü vurdum ki top tekrar aynı yere gitti. Hemen bağırdım, ‘Cesare, ne biçim orta yapıyorsun, al şunu da yeniden bi ortala...”Futbol bizde hep aynı hikayeleri üretiyor. Henüz sekizinci hafta ve şampiyonluk için son üç sezonda olduğu gibi Fenerbahçe ve Galatasaray çekişecekmiş, Beşiktaş da belki aradan sıyrılacakmış gibi görünüyor. Fark etmez, bu üçlü her daim olduğu üzere ligi domine edecek ve yarışın bir aşamasında tökezleyen, nefesi tükenen sahneden çekilecek ve ‘Üç İstanbullu’dan biri ipi göğüsleyecek. Hal böyle olunca hikayeyi ilginç kılan ara notlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu hafta Erciyesspor deplasmanında Sow’un attığı gol bana yukarıda naklettiğim Can Bartu anısını hatırlattı. Senegalli golcü kuşkusuz pasını bilinçli vermişti, sola yakın bir yerden sağ kanattaki Mehmet Topuz’a enfes bir top çıkardı, Topuz’un ortasında tekrar meşin yuvarlakla buluştu ve kafayla takımını 1-0 öne geçirdi. Pozisyonun kısa özeti de: Sow, sağ, tekrar Sow’du sanki...

VAKURLUK GÖSTERİLERİ

Haftanın ilginç ayrıntılarından biri de salı gecesi Hollanda Milli Takım formasıyla 70 milyonu ağlatan Wesley Snejider’ın cumartesi gecesi yaklaşık 25 milyon (bu rakamlara pek güvenilmez ama) Galatasaraylı’yı sevindirmesiydi. Hollandalı orta saha, Türkiye maçında Kuyt’ın pasıyla Volkan’ın koruduğu ağları sarstığında sevinç gösterisinde bulunmadı. Bugüne kadar bu türden ‘vakurluğu’ ben milli maçlarda Mesut Özil’in 1-3’lük maçta TT Arena’da Türkiye’ye attığı gol sonrası görmüştüm. Yıllar önce de İlhan Mansız’ın İnönü’de Ankaragücü formasıyla çıktığı maçta, soğuk ve yağmurlu bir gecede gol atmasına rağmen başını öne eğip sevinç gösterisine soyunmadan santraya giderken rastlamıştım. O sırada Beşiktaş tribünleri eski sevdalılarını alkışlıyordu. Geçen sezon da Burak Yılmaz, Galatasaray formasıyla Trabzonspor ağlarını havalandırdıktan sonra benzer bir vakurluğa soyunmuştu. Bu hikayelerin kuşkusuz en dikkat çekeni Gabriel Batistuta’nınkidir. Bu unutulmaz forvet, 1991-2000 yılları arasında formasını giydiği Fiorentina’dan ayrılıp Roma’ya geçer ve Ekim 2000’de oynanan maçta Terim’in çalıştırdığı eski takımına karşı bir gol atar. Başta Totti olmak üzere tüm takım arkadaşları etrafında gol sevincini kutlarlarken topluluk bir süre sonra dağılır ve biz görürüz ki Arjantinli yıldız, Fiorentina ağlarını sarsmanın tuhaf ruh durumu içinde gözyaşlarına boğulmuştur.

VELİSİNİ GETİRSE NE OLACAK?

‘Güzel oyun’nun bu yakasındaki hal-i pürmelâli üzerine son dönemin en ilginç haberlerinden birine ‘yerelfutbol.net’ sitesinde rastladım. Aktarıyorum: “İstanbul U17 Ligi 30. Grup’ta Kozyatağı İdman Yurdu-1453 Maltepespor maçında veliler sahaya inerek önce futbolculara sonra birbirlerine saldırdı. İçerenköy Stadı’ndaki karşılaşmada olayların fitili, Kozyatağı’nın 5 numaralı futbolcusunun rakip takımdan bir oyuncuya yumruk atmasıyla başladı. Futbolcu, bu hareketi nedeniyle kırmızı kart görse de olaya tepki gösteren 1453 Maltepe’de futbolcu velileri sahaya inerek Kozyatağı futbolcularına saldırdı. Kozyatağı takımı velileri de sahaya inince ortalık karıştı. Olaylarda kadın velilere de vurulduğu görülürken kavga güçlükle ayrıldı. Karşılaşma emniyet takviyesinin ardından devam ederken 1-1 sona erdi.” Okul hayatından biliriz: Kötü performansı olan öğrenciye öğretmeni “Velini getir, konuşacağız” der ya, bu velilerle ne diye konuşucaksınız!..

Yazının Devamını Oku

Bir 'ödünç alma' hikayesi

16 Ekim 2013
İLKOKUL sondaydım. Ayıptır söylemesi ‘Okul birincisi’ olarak öğretmenlerimin bana dair ‘büyük hayalleri’ vardı.

Bu hayallerin başında da ‘Parasız yatılı okul’ sınavlarını kazanmam geliyordu. Girdim, iki aşamalı kapıdan geçtim ve nihayetinde eve gelen kâğıtta yazan kaderimle karşı karşıya kaldım: ‘Sakarya Arifiye Öğretmen Okulu.’ Oysa ben şehrimizin güzide eğitim kurumu Bursa Erkek Lisesi düşüncesiyle yola çıkmıştım. Sonradan anladım ki zaten girdiğim sınavın seçenekleri arasında erkek lisesi yokmuş ve hocalarım, birer eski ‘Köy Enstitülü’ olarak beni kendi geçtikleri yollardan geçmem için bu maceraya sürüklemişler. Hoş sınavını kazandığım kurumun ‘Köy enstitüsü’ kimliği yoktu, orası artık sadece bir ‘Öğretmen lisesi’ydi.
Okula ilk adım attığımda vurulduğum tek şey vardı: Hiçbir lisede görmediğim muhteşem futbol sahası... Ve bu saha, tam altı yıl boyunca oyuna dair sevdamı besleyip durdu. Aynı anda neredeyse altı-yedi maçın oynandığı, top oynarken yatılı okul gelenekleri uyarınca büyük sınıfların küçükleri hep çizgi kenarına ittiği, Sakarya Atatürk’ten bile daha iyi olan zeminiyle okulumuzun o eşsiz sahası...

TAKIMI BERABER KURARIZ

LİSE BİR sonrası yollar yeniden ayrılıp bazılarımız ‘fen’, bazılarımız ‘edebiyat’, bazılarımızın ‘tabii Bilimler’ bölümüne giderken ve bir anlamda kartlar yeniden dağıtılırken yazın boş durmamıştım. İlkokuldan ‘Almancı’ arkadaşımın (Aydın) kendisi için getirdiği ‘Adidas kramponları’na göz koymuş, o gün için Türkiye’de hele hele bir çocuk için bulunmaz bir nimet olan bu değerli hazineleri, “Senin oynayacağın yerin bile yok, bana ver” diyerek ‘nüfusuma’ geçirmiştim.
Kramponlarla başlayan o öğretim yılında diğer şubelerden gelen arkadaşlarla birleşmiş, tam 17 kişilik sınıfımızda gül gibi bir hayata atıldık. Amatör olarak Bursa Orhangazispor’da oynayan ve bu maçlar için hafta sonu ‘Evci’ çıkan Görgün (Özdemir), kramponları görünce yanıma gelmiş, “Takımı birlikte kuralım” demişti. Hoş o kadar da iyi oynamıyordum ama yanları ‘Fıstıki yeşil’ şeritli kramponlar, “Ye kürküm ye” etkisi yaratmıştı. Aramızda bir kız öğrenci (Şükran) vardı ve zaten geriye 16 kişi kalıyordu ve biraz sporla ilgiliyseniz sınıfın sadece futbol değil, basketbol ve voleybol takımlarından da kendinize rahatça yer bulabiliyordunuz. Nitekim Görgün’le takımı yaptık ve ‘11’ (neredeyse yedeksiz) kişilik asıl kadromuzla o yıl (ve de ertesi yıl) final oynadık (ama ikisinde de kaybettik).
Lakin geriye izleri derinden kalacak olan vaka, sömestr tatiline yakın cereyan etti. Bir akşam, yatakhaneye gittiğimde zaten kilidi kolayca açılan eşya dolabımın en alt bölümünde olan kramponlarımın yerinde olmadığını gördüm. Önce bir yerde unuttum sandım, araştırmaya koyuldum; yatakhane, sınıf, tuvaletler, koridorlar, saha; neredeyse her yer.
Yoktu, bulamıyordum. Bütün sınıfı ayağa kaldırdım, diğer sınıflara da sordurdum. Nafile, kaybolmuşlardı. Kim alabilirdi ki, biz bir aileydik ve zaten alan, okul sathında giyemezdi. Sonrasında tatile çıktık, evlerimize yollandık.

FUTBOL SEVDAMA DAİR

Yazının Devamını Oku

Polat Alemdar soruna çare olsaydı!

9 Ekim 2013
Futbolu bu denli sevmemize rağmen asıl olarak oyunun değil de etrafında yaratılan onca hengâmenin etrafında dolanmamız neden acep?

Bu konuda çok sayıda cevap verilebilir ve her birinin kendince doğru gerekçeleri olabilir ama galiba asıl dert, eldeki oyunun kalitesi olabilir mi? Hoş o konuda da kafamız karışık ve bazen oyunun bizatihi kendisi de bizi yanıltıyor. Mesela bu ligin son şampiyonu Galatasaray, Serie A’nın son şampiyonu Juventus’la gitti Torino’da berabere kaldı. Sarı-kırmızılılar Amrabat’ın yaptırdığı o saçma sapan penaltı olmasa İtalya’dan galip bile dönebilirdi. Öte yandan aynı Juve, bu beraberliğin yaralarını çabuk sardı, kendi liginde bu hafta ezeli rakiplerinden Milan’ı 3-2 yendi. Aynı Galatasaray ise kendi liginde, mali açıdan çok küçük bütçelerle kurulmuş bir takıma, Akhisar Belediyespor’a 2-1 mağlup oldu. İşte size oyunu güzelleştiren, üstelik alınan sonuçlar üzerinden hikâyeler yaratmanıza imkân sağlayan basit birkaç gelişme. Ama biz bunları konuşmak yerine başka dertlerin peşine düşmek zorunda kalıyoruz.

GER GEREBİLDİĞİN KADAR!

ÇÜNKÜ 3 Temmuz’da başlayıp bitmeyen bir ‘şike meselemiz’ var ve bu yara üzerinde konunun ana mutahapları ne zaman karşı karşıya gelse, maçın ‘özel’ bir gerilimi oluyor. Bu gerilimin üzerine de Trabzon’un yeni başkanının ‘çok çok özel’ yapısı eklenince iş çığırından çıkıyor. Olimpiyat Stadı’nda oynanan derbide tuhaf şeyler yaşamıştık. Taraftarların sahaya girmesiyle birlikte de meselenin ‘komplo’ olacağına dair onca teori üretmiştik. Bu teoriler henüz karşılığını tam olarak bulmasa da meselenin asıl kaynağının ‘Güvenlik zaafı’ olduğu aşikârdı. Bu haftanın odağında ise bordo mavili takımın başkanı Hacıosmanoğlu’nun sebep olduğu olaylar zinciriyle var. Meselenin özü F.Bahçe’ye göre başkanın maç sabahı yapılan güvenlik toplantısında alınan kararlara uygun davranmaması, “İstediğim yerden girer istediğim yerden çıkarım” diye kendine özgü hal ve tavırlarında ısrar etmesi. Trabzon ise “Başkanımıza sivil polisler eşlik etmiş ama kendisine bu memurlarca ve başka emniyet görevlileri tarafından herhangi alınan bir tedbir konusunda bir bilgi verilmemiştir” diyor. Ayrıca Hacıosmanoğlu’nun olay gecesine ilişkin şu açıklamaları da var: “Polisin böyle olaylarla karşılaşmasını istemem ama yine bir kargaşa çıktı. Emniyet’ten bir arkadaş yeğenime yumruk attı ve provoke etti. Biz terörist değiliz, burası vatanım istediğim gibi çıkarım. Emniyet görevlisine ‘Bırakın çıkalım’ dedim. ‘Çıkabilseydin niye çıkamadın?’ yanıtını verdi. Ben de ‘Polislerini çek çıkarım’ dedim. Çağırırım 7 sülalemi çıkarım buradan. F.Bahçeli akrabalarımı çağırırım. Bu olayları provoke eden emniyet müdür yardımcısı. Bu olayı organize edenler bunun bedelini öderler.”
Görülüyor ki Hacıosmanoğlu’nun bir TV kanalına röportaj vermesi sırasında Fenerbahçe taraftarlarıyla girdiği sözlü sataşmalarda ve yaşananlarda bir güvenlik zaafı olduğu açık. Ama başkanın kişiliği, ifadeleri, ortamı sürekli geren tavrının da bu sürecin yaşanmasına yaptığı ‘özel katkılar da aşikâr.

FUTBOL-SİYASET İLİŞKİSİNİN EN GÜZEL ÖRNEĞİ

ORTADAKİ tabloya ise “Futbolu siyaseti karıştırmayın” diye ısrar eden (ve tek takıntısı ‘Gezi direnişi’nin sosyal hayattaki her türlü yansımasını tepki olarak kendini belli eden, bu yüzden de 34. dakikalarda yapılan ‘Her yer Taksim’ tezahüratlarında alerjisi üst düzeyde seyreden) iktidarın başındaki Tayyip Erdoğan ise meseleye özetle şöyle bir ‘müdahale’de bulundu: “Yaşananlar çirkindir, yakışmamıştır ama Trabzonspor Başkanı’nın davranışını takdir ediyorum...” Doğrusunu söylemek gerekirse evet, o gece maç sonrası istenmeyen şeyler yaşanmıştır, Hacıosmanoğlu’nun Fenerbahçeli taraftarlarla karşı karşıya gelmesi doğru değildir, böylesi ortamlarda atışma kaçınılmazdır ve sarı-laciverli taraftarların yaptığı da onaylanamaz ama bir kulüp başkanı da ortamı germez, hele hele sürekli ‘Kurtlar Vadisi’ replikleriyle hayatını sürdüremez ve iktidar partisine hoş görünmek adına bütün bir camianın tek bir siyasal fikri varmış gibi hareket edemez. Nitekim Erdoğan’ın kendisine yönelik desteğine “Sayın Başbakanımız’a teşekkür ediyorum. Cenabı Allah başımızdan eksik etmesin. Allah 10 sene daha görevde kalmayı nasip etsin. Allah bizim ömrümüzden ona versin” yorumunda bulunmuştur.
Yani gelinen son noktada meselenin özü şudur: Karşımızda adeta Trabzon AKP İl Bakanı gibi davranan bir başkan modeli vardır. Bu başkanın kullandığı üslup her haliyle rencide edicidir (Son olarak Galatasaray Başkanı Ünal Aysal için ‘Botokslu’ deyimini kullanarak kalitesini iyiden iyiye belli etmiştir). Neredeyse her açıklaması, her söylemi (mesela “Biz Rum takımı mıyız, Ermeni takımı mıyız?”), özellikle son ‘Demokrasi paketi’ uyarınca ‘nefret suçu’ içermekte, provokasyon kokmaktadır. Trabzonspor camiası kendisini ‘Şike meselesi’ni çözmek için başa getirmiştir ama meselenin bu tür bir mantıkla çözülememesin mümkün olmadığı gün gibi açıktır.

Yazının Devamını Oku

Yeni başlayanlar için İtalyanca

2 Ekim 2013
BİLİNEN bir gerçek ama yine de hatırlatalım: Futbolu güzel kılan sadece oyunun basitliği değil. Evet, bu şenlik herkesin anlayabileceği bir yapıya sahip...

Üstelik hakem son düdüğü çaldığında sadece üç sonuçtan biriyle sahayı terk ediyorsunuz ama asıl güzellikler, bazen adeta ‘kaderin ördüğü ağlar sonucu’ birbiriyle kesişen yan hikâyelerde ortaya çıkıyor.
Mesela Fatih Terim’le, başkanı Ünal Aysal arasında uzun süredir bir ‘kültürel’ bazlı kan uyuşmazlığı yaşandığı biliniyordu. Terim’in otoriterle hep bir sorunu vardı. Aysal ise meseleye bizdeki futbol ikliminin dışında bir ‘kar eden işletme’ mantığıyla bakan Batılı bir zihniyeti temsil ediyor. Bu iki ayrı yaklaşım uzun süredir çatışıyordu ama futboldaki en önemli kriter ‘Başarı’, çatışmaları erteliyordu. Uluslararası ününü iki Serie A takımı Fiorentina ve Milan’da yapan Terim’in G.Saray’daki 3. seferinin kaderini, ilginçtir ‘Çizme’deki eski takipçileri belirledi. Önce Milan’dan ayrıldıktan sonra yerine gelen Carlo Ancelotti’nin Real Madrid’i, sarı kırmızılılara Avrupa’daki evindeki en ağır yenilgiyi tattırdı. Ardından da Terim’le Aysal yönetimi yollarını ayırırken tecrübeli teknik adamın yerine bu kez İtalya macerasındaki bir uzantısı koltuğa oturdu. Vakti zamanında ‘Sinyor’ lakabını aldığı topraklarda Terim, Fiorentina’dan ayrılırken yerine, ilk teknik direktör sınavına soyunan Roberto Mancini geliyordu.

AYSAL’IN GELECEĞİ MANCINI’DE

MESELENİN bir başka ilginç yanı Mancini de, ilk ‘resmi’ sınavını, yetişip büyüdüğü topraklarda, bir İtalyan takımına karşı bugün verecek. Aslında lise kökenleri itibarıyla ‘Frankofon’ olan Galatasaray camiası birdenbire, çok çok önemli Avrupa sınavıyla ‘İtalyan işi’ bir döngünün içinde buldu kendini. Üstelik Premier Lig’de Ancelotti’den sonra (o Chelsea’de gerçekleştirmişti) şampiyonluk kazanan ikinci İtalyan menajer (elbetteki Manchester City’de) olarak tarihe geçen Mancini (İngiliz ekibinin 44 yıl sonra ipi göğüslemesini sağlamıştı), artık sadece kendi kariyeri için değil Aysal için de zoru başarmak durumunda. Çünkü 48 yaşındaki teknik adamın Türkiye macerası, Terim’le yolları ayırarak büyük bir risk alan Aysal’ın geleceğine de yön verecek.
Peki son bir haftada dillendirilen ‘Terim tarihe kalır ama Aysal yakın bir gelecekte bile hatırlanmaz’ tezine ne diyeceğiz? Bu konuda kimin haklı olduğunu futbolun doğası belirleyecek. Örneğin Devler Ligi’nde bir üst tura çıkmak, yada Avrupa Ligi’nde final görmek Mancini’den çok Ay-
sal’ın ömrüne ömür katacak. Lakin son ‘re-zalet’le, yani Terim’le arasındaki mesajları ‘tanımlanamayan konuşan bir obje’ye vermesiyle Aysal’ın bırakın Batılı falan olmayı en temel beşeri ilişkilerden bihaber olduğunu gördük ki bu kendisini yakışmadı.

BEHZAT Ç’NİN TAKIMINA SİYASİ BASKI!

BU sezonun, geçmişe göre en farklı heyecanlarından biri olan ‘34. dakika protestoları’, lig başından beri Gençlerbirliği tribünlerinde de hayat buluyor. Lakin İstanbul odaklı medyamızın, ‘Merkez’den uzak olan gönülden de ırak olur’ mantığı devreye giriyor ve biz bu haykırışları pek duymuyoruz. Aslına bakarsanız Radikal Spor olarak bu gelişmelerden haberdardık, çünkü Başkent’teki en önemli temsilcilerimizden Tanıl Bora, bir Gençlerbirliği taraftarı olarak maçlara gidip olan biteni bize aktarıyordu. Amma velakin pazar akşamı oynanan F.Bahçe maçında, öğrendik ki Ankara Emniyeti maç öncesi ‘Alkaralar’ın tribün liderleriyle görüşüp “Bundan böyle siyasi slogan atmayın. “Yoksa gereğini yaparız” uyarısında bulunmuş. Malum Gençlerbirliği aynı zamanda ‘Behzat Ç’nin de takımı (özellikle bu karakteri canlandıran Erdal Beşikçioğlu vasıtasıyla). Emniyet tribünün solcu taraftar grubu Kara Kızıl’dan Kemal Ulusoy’a, “Siyasi slogan istemi-yoruz. Siz atmasanız da slogan atıldığında sizden biliriz” şeklinde bir ‘kulak çekme’ye soyunmuş. Öyle ya da böyle, pazartesi günü açıklanan bir ‘Demokrasi paketi’ var. Bu paketle övünen hükümetin polisi, ısrarla “Tribünlerde siyaset yapmayın” diyor.

Yazının Devamını Oku

Komplolardan komplo beğen!

25 Eylül 2013
GÖZÜM Melo’ya kilitlenmişti. Çıkış tüneline yaklaşmışken elindeki formayı tribünlere salladığını ve yukarından atılan pet şişenin kendisine çarpıttığını fark ettim.

Gayri ihtiyari bakışımı sola kaydırdım. Bu kez Muslera’nın koruduğu kalenin arkasından bir Beşiktaş taraftarı sahaya girmeye çalışıyor, görevliler de onu durdurmaya çabalıyordu. Göz bu, harekete odaklanıyor; başka bir yönde birtakım hareketlenmelerin olduğunu hissettim. ‘Basın tribünü’nün tam karşısında bulunan Doğu’nun altındakiler yerlerini terk etmiş, bir ip gibi dizilmiş olan ‘turuncu’ renkli güvenlikçilerin kurdukları ‘baraj’ı yıkmış, grubu önüne katarak kovalamaya başlamışlardı. İnönü’deki son randevu olan Gençlerbirliği maçının sonunda da benzer bir insan topluluğunu sahanın içinde görmüştüm ama oradaki ‘masum’du, ‘hatıra’ nitelikliydi, mekâna ‘veda’nın ifadesiydi.

Polisler de kaçtı

Güvenlikçilerin içinde yer alan polisler de kaçıyor, çıkış tünelinin ucuna kadar kovalanıyordu. İşler çığırından çıktı. Sonra ‘Çevik Kuvvet’ hakimiyeti yeniden elini geçirdi, sahanın ortasında bloklar oluşturmaya başladı. Artık çok geçti; her şey için... Maç için, görüntüyü kurtarmak için, yaşananları ört bas etmek için ve komplo teorilerini önlemek için...

ORGANİZE İŞLER Mİ BUNLAR?

Yaşananları yukarıdan seyretmek, bir aksiyon filmi tadındaki görüntülere şahit olmak önemliydi ama “Neler oluyor?”u çözmek için yeterli değildi. Yaşananlar organize miydi, kim başlatmıştı, neden güvenlikçiler hemen çözülmüştü, polis o anda neredeydi, her daim biber gazına başvuran ‘Çevik Kuvvet’ bu kez sadece sprey şeklinde sıkılan ve kahverengi bir tona sahip olan biber gazından başka bir şey niye kullanmamıştı, bu ‘olgunluk’ nereden kaynaklanıyordu?..

Kitle psikolojisi

Çok geç saatlerde stadı terk edip eve yollanırken yol boyunca Bağış (Erten) ve Kenan’la (Başaran) ister istemez zihin jimnastiğine ve ‘komplo teorileri’nin ne denli gerçekçi olup olmadığına kafa yorduk. Eve geldiğimde baktım ki, ‘teoriler’ ayyuka çıkmıştı. Gezi’den mülhem iktidar yanlıları suçu Çarşı’ya, direnişçiler de yeni kurulan ‘1453 Kartalları’na atıyordu.

Yazının Devamını Oku

Pistten hayata uzanan bir rekabet

18 Eylül 2013
KARŞITLAR bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar.

Her şey çatışmanın eseridir.” Batı felsefe tarihinde ilk kez sahaya sistemi süren filozof unvanına sahip Heraklitos, meseleyi kısaca böyle özetlemişti. Modern zamanlarda bu ifadelerin kendisine vücut bulduğu öncelikle alan galiba spor... Hemen kısa bir yolculuğa çıkalım: Sebastian Coe-Steve Ovett, Lassa Viren-Mirus Yifter, Carl Lewis-Ben Jonhson, Sara Simeoni-Ulrike Meyfarth, Kobe-LeBron, Messi-Ronaldo, yetmedi takımlar üzerinden gidelim; Boca-River, Barça-Real, Celtic-Rangers, Galatasaray-Fenerbahçe, Karşıyaka-Göztepe, Lakers-Celtics... Olmadı satranca uzanalım:
Karpov-Kasparov...
Belki de zaten tanımında yeterince mücadele ve çekişme olan tüm bu disiplinleri, daha da rekabetçi, daha da izlenir ve sevilir kılan unsurlar, sanırım ‘Karşıtların birlikte yarattığı uyum’a benzer bir tabloya kapı aralaması... Mesela ben Formula 1’i de Schumi-Hakkinen rekabetiyle sevmiş ve Finli pilot sahneden çekilince, ‘Almanlar yenilince biz de yenilmiş’ sayıldık’ misali bu spora olan ilgimi kaybetmiştim.
Kuşkusuz ilgimdeki asıl mesele rekabet değil, adam tutmaktı ama galiba Hakkinen’i besleyen ve özel kılan temel unsur da Schumi’nin varlığıydı.
Gelelim asıl meselemize. Bu cumadan itibaren bence hem spor hem de hayat üzerine iri laflara soyunmadan kendisini ifade edebilen son derece güzel bir film salonlarımıza uğrayacak:
‘Rush’ (Zafere Hücum). 70’lerde sadık bir okuru olduğum Doğan Kardeş, arabasıyla bir posterini vermişti. Sonra hayal meyal bir kaza geçirdiğini hatırlıyorum. Peşi sıra 90’ların sonunda ben Formula’ya ilgi duymaya başlamışken Alman televizyonlarında yorumcu olarak rastladım kendisine. Evet, bir zamanların şampiyonu Avusturyalı pilot Niki Lauda’dan bahsediyorum. Ron Howard imzalı ‘Rush’, 70’lerin ortasında Lauda’nın yanı sıra Avusturyalıyla kıyasıya bir mücadeleye giren İngiliz James Hunt’ın öykülerini birlikte anlatıyor. Film kuşkusuz biyografik limanlara da uğruyor ama asıl olarak iki ayrı tipolojinin, iki farklı spor mantığının ama ondan öte iki farklı hayat felsefesinin perdedeki yansıması.

BEST VE MARADONA’NIN UZAK AKRABASI

LAUDA belki de ‘Germen’ kökenleri itibarıyla fazla disiplinli, fazla kuralcı, fazla bürokratik, Hunt ise kabına sığmaz, kural tanımaz, günü gününe yaşayan bir karakter. ‘Rush’ bu iki uçta salınan iki farklı değeri bize anlatırken arka planına günümüz spor endüstrisinin (öykü 70’lerde geçse de dertler bugünden farklı değil) asıl meselelerini de yerleştirmeyi başarıyor.

Yazının Devamını Oku

O başvuruya itirazım var

11 Eylül 2013
Olimpiyat Oyunları’nın ev sahipliğini kaybettikten sonra ‘Teselli ikramiyesi’ tadındaki 3 maçlık Euro 2020 hamlesi bize ne kazandıracak?

Olimpiyat yarışı boyunca gerekçelerimizden biri “Alırsak futbol geriye çekilir, fena mı olur” diyorduk, Buenos Aires’teki maceranın iki gün sonrasında yaptığımız başvuruyla tekrar futbolun sularına dalmayı deniyoruz.

ÖNEMLİ olan katılmak...’ ‘Citius, Altius, Fortius’la (Daha hızlı, daha yükseğe, daha güçlü) birlikte en bilinen ‘Motto’sudur bu ifade, Olimpiyat Oyunları’nın... İtalyan kökenli aristokrat bir Fransız ailenin çocuğu olarak Paris’te doğan Pierre de Courbertin (büyüdü ve sonradan ‘Baron’ da oldu!) pedagogdu ve çalışmaları esnasında İngiliz ve Amerikan eğitim sistemleri üzerine araştırmalar yaptı.
Evet, sonuçta bu kimliğin görünen kapıları Batı’ya çıkıyordu ama yelpazesini geniş tutması, her dilden, her dinden, her kültürden ortaklaşa bir spor şenliğinin düzenlemesi fikrini onda yeşertti ve nihayetinde kendisi ‘Modern olimpiyatların fikir babası’ olarak tarihteki müstesna yerini aldı. ‘Katılım’ fikri işte bu yüzden önemliydi belki de. Evet, yarıştığın dallarda dereceye girmek, mümkünse rekor kırmak da önemliydi ve asıl olarak yarınlara bu ‘unvanlarla’ kalabiliyordun ama orada bulunmak şenliğin bir parçası olmak da yabana atılmayacak bir deneyimdi.
Hele hele bu organizasyonu düzenlemek, galiba ilginç ve hatırası derin olan yan da buydu...

DE COUBERTIN’İ ANLAMAMAK

BİZ bu yöndeki 5. adımımızdan da istediğimiz soncu alamadık. Lakin cumartesi gecesi ‘2020 Olimpiyat Oyunları’nı düzenleme fırsatını Tokyo’ya kaptıran İstanbul, heyecan verici bir yarışın deneyimleriyle kaplı hüzünlü bir sayfayı birikimleri arasına katarken bu yarışın öncesinde ve sonrasında aramızdaki en güçlü örgüt olan ‘Ayrımcı Yol’ yine sahnedeki yerini aldı.
Bu örgütü kim yarattı, kim besledi, kim kollarının bu denli geniş olmasını sağladı... Bunları artık tartışmanın yararı yok. ‘En belirgin şiarlarından biri ‘Katılmak’ olan bir heyecanın ardından durumu ‘Kına stokları tükenmiş’le açıklamayı yeğleyen bir Spor Bakanımız var. Ve bu bakan, Coubertin’in 23 Haziran 1894’te Sorbonne’daki kongrede, “Tıpkı eski Yunan’da olduğu gibi düzenleyelim, bu organizasyon yeniden başlasın” diyerek kastettiğini hiç anlamadığını gösterdi...

Yazının Devamını Oku

Başka türlü bir şey!

4 Eylül 2013
İster ‘modern’ deyin ister ‘post-modern’; içinden geçtiğimiz zaman diliminin bu topraklardaki en başarılı teknik adamı yerel ve evrensel artılarıyla Fatih Terim’dir.

Özellikle 2000’de Galatasaray’la uzandığı ‘UEFA Kupası Şampiyonluğu’, tartışmalara adeta ‘resmi’ dille bir nokta konulmasıydı: Bu, o güne kadar geçilmemiş bir eşikti ve bundan sonra kimin geçeceği de bir muammaydı.
Böylelikle bir rol modeli olarak da zihinlerde yer etti Terim. Artık teknik direktör tarifleri, hoca-futbolcu ilişkileri, motivasyon biçimleri vs., onun ve üslubunun üzerinden tarif ediliyordu. Ama gelinen noktayı sadece bir ‘Avrupa’nın kralı olduk’ olgusuyla tanımlamak haksızlık olurdu, çünkü Terim, Milli Takım’ı Euro 96’ya götüren (ve bu yolda kapıyı ilk kez aralayan) bir teknik adamdı ve kendi liginde üst üste 4 yıl şampiyon olan bir takımın da yaratıcısıydı. Dolayısıyla rol modelliği meselesinde ‘Az zamanda çok işler yapmış’ bir kariyer ortaya koyuyordu.

Terim-Lucescu farkı

Lakin kendi mesleki serüveni açısından yeni bir yol haritası çizip İtalya’ya uzanırken, ‘Serie A deneyimi’ni daha önce tatmış bir teknik adam olarak Mircea Lucescu, aramıza katılıyor ve bu kez o farklı bir model sunuyordu. Rumen çalıştırıcı kısa zamanda takıma yeni bir kimlik kazandırıyor, Şampiyonlar Ligi’nde daha önce aşılmamış eşikleri aşıyor ama en önemlisi hoca-futbolcu diyaloğunda Terim’in hırslı, agresif, otoriter, iddialı yaklaşımlarına göre mütevazı, hoşgörülü, alttan alan, yumuşak bir modeli sunuyordu. Bu konuda hemen Beşiktaş’ı çalıştırdığı dönemde bir maçsonu röportajında karşılaşmanın bitimiyle birlikte formasını çıkaran Tümer’e üşümemesi için verdiği palto akla geliyor (Yoksa hepimiz Lucescu’nun paltosundan mı çıktık!) Fakat benim için daha çarpıcı görüntü Ali Sami Yen’deki bir maçta bir çok fırsatı heba eden Berkant Göktan’la pozisyonları tartışa tartışa yedek kulübesinden çıkış tüneline kadar giderken yapılan muhabbetteki vücut dilidir. Çocuğuna hayatı boyunca yaptığı onca hataya rağmen bir tokat bile vurmamış bir babanın izleri vardı o görüntülerde.

Yeni bir rol modeli: Biliç

Bu aralar bambaşka bir rol modeliyle karşı karşıyayız. Genç, henüz mesleğinin başında, kararlı, ikna edici, heyecanlı ve en önemlisi, sayıları genele göre az ama etkileri açısından artık kendilerini tarifte zorlanmayan bir seyirci profili için (futbola siyaseti karıştıranları kast ediyorum!) ‘İşte beklediğimiz adam’ dedirten Slaven Biliç. Malum bu futbol-siyaset ilişkisi zorlu bir meseledir; hele ki belli bir yaş üzerindeki seyirci modeli gibi. Aslında problem oyunun kendisine dairdir. Çoğu kez kardeşin, hatta oğlun yaşındaki gencecik insanlara umut bağlar, onlar üzerinden sevinçler, üzüntüler yaşarsın. Sana bu tür duyguları yaşatan delikanlıların bir de politik bilinçle donanmasını, hayatlarının baharında senin kendi doğrularına göre hareket etmesini beklersin. Ama iş teknik direktöre gelince daha kolaydır, en azından o sana yaş ve kuşak olarak biraz daha yakındır. Dolayısıyla ona ilişkin beklentiler daha yüksek ve en azından mantıklıdır. Bu açıdan Biliç’in varlığı, onunla aynı dünya görüşünü paylaşan futbolseverler için son derece önem kazanıyor. Öte yandan Biliç gibi figürler elbette daha önce de futbol dünyasında vardı ancak ya kıyıda köşedeydiler ya da sistem için nispeten kolay lokmaydılar. Hırvat teknik direktörün Beşiktaş gibi bu ülke futbolunun en önemli aktörlerinden birinin başında olması ve bu yüzden manevra kabiliyetinin yüksekliği meselenin rengini değiştirdi elbet. Üstelik geçmişte o sevdiğimiz adamlar, ‘başarı’ olgusuyla çoğu kez kucaklaşamadığı için toplumsal arenadaki ikna güçleri meselesinde, kamuoyunun genel geçer bakış açısı içinde eriyip gidiyordu.
Peki Biliç ve takımı Beşiktaş başarılı olursa, bu toplum, bu vesileyle yeni bir rol modeline kucak açar mı? Bunu elbette zaman gösterecek. Üstelik Biliç, ‘şimdiki zaman’ itibariyle de el üstünde tutuluyor. Çünkü takımı ‘üç maçta dokuz puan’ topladı ve zirvenin en üstünde. Milli maç arası sonrası Bursa deplasmanı ve G.Saray maçları, bütün bu tabloyu değiştirebilir. Hoş tablo değişse de elbette ki Biliç’in zihinlerdeki ve gönüllerdeki yeri değişmez ama ‘Siyasal futbol’a vurmak isteyenlere kapı açılır, sadece o kadar.

‘Ne gerek vardı?’

Yazının Devamını Oku