Lakin sonuçların yarattığı yan hikâyeler hem kulak vermeye, hem de oyuna dair sevdamızı büyütmeye yarıyor. Ki bence meselenin en güzel yanı da bu... Örneğin Galatasaray’ın, Juventus’u son maçta 1-0’la geçip Şampiyonlar Ligi’nde ikinci tura çıkması... Bu mücadelenin yan öyküsü, sadece iki günlük bir maceranın sonunda ‘Mutlu son’u yaşamak ya da futbol tarihine ilginç bir maçın hatıralarını bırakmak değildi elbet. Bence asıl yan öykü 6-1’lik Real Madrid faciasının sonrası aldığı takımı, beş maçta (iki bu toplamın içinde Kopenhag gibi sıradan görünen bir ekibe karşı üstün oynayıp 1-0 mağlup olunan bir deplasman mücadelesi de vardı) ikinci tura taşıyan bir teknik adamın başarısıydı.
Hoş Roberto Mancini elbette bu göreve bu türden başarıları tattırmak için getirilmişti. Lakin kendisinden önce bu koltuğun sahibi olan, futbolumuzun uluslararası kalibresi en yüksek hocası Fatih Terim, yaklaşık sekiz sezon süren Galatasaray macerasında Şampiyonlar Ligi’nde ikinci turu ancak son senesinde görebilmişti (ki aynı süreçte daha sonra ‘Çeyrek final’e de uzandı). Nedense spor basınının adeta başarısız olması için özel bir çaba sarf ettiği İtalyan teknik direktör ise, ‘İkinci tur’ eşiğini beş maçlık bir periyodun ardından atlamıştı. Böylelikle Mancini, Lucescu, Zico ve Terim’le birlikte bu başarıyı yakalayan dördüncü hoca oldu.
‘En değerli’ ikincilik!Öte yandan Mancini’nin ‘Süper Lig’ serüveni ise aynı seyirde bir rota izlemiyor. Juventus’u iki maçta çözmeyi başaran İtalyan teknik adam, ‘Annemizin ligi’nde başarılı bir performans sunamıyor. Bunda rakipleri ‘Juve’ kadar tanımamasının yanı sıra sanki yardımcı koltuğunda oturan Tugay Kerimoğlu’nun da kendisini yeterince bilgilendirmemesi var gibime geliyor. Neyse, bu sorun da çözülür çözülmesine ama o sırada şampiyonluk gider. Hoş gitse ne olur, bu ülkede futbol zaten genel çizgileriyle ‘Üç büyük’ (ki son dönemde bu denklem ‘İki’ büyüğe indirgenmiş gibi gözüküyor) arasında biçimlenen bir oyunun ötesine geçemiyor. Üstelik Fenerbahçe’nin şampiyon olması halinde Devler Ligi’ne katılamayacak olması, ‘İkincilik’ unvanını da bir anlamda ‘Şampiyonluk’ kadar önemli kılıyor.
Öte yandan bir başka yan hikâyeler bütününü son Şampiyonlar Ligi eşleşmesi oluşturdu. Galatasaray’ın ikinci turdaki rakibinin Chelsea olması, Inter geçmişleri itibariyle ‘Halef-selef’ konumunda olan Mancini-Mourinho çekişmesini somuta dönüştürdü. İtalyan teknik adam Mavi-Siyahlıları Serie A’da başarılı kılmış ama kulüp tarihine Avrupa sahnesinde iki kez ‘Çeyrek final’e, bir kez de ‘İkinci tur’a taşımanın ötesinde derin izler bırakmamıştı. Mourinho ise Inter’i ‘Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu’ unvanıyla buluşturmayı bildi. Bu açıdan Galatasaray-Chelsea eşleşmesi yankılarını İtalyan futbol kamuoyunda da hissedebileceğimiz ve bu yolla ‘Uluslararası’ kalibresi yüksek bir buluşma olacak.
‘Ne kura be…’Bu eşleşmenin bir başka yan öyküsü Didier Drogba figürü üzerinden yazılacak. Malum Fildişili efsane, kariyerinin en güzel basamaklarını Londra kulübünün formasını giydiği dönemde tırmandı. Chelsea’yle ‘Şampiyonlar Ligi’nde iki kez final oynayıp birinde kendisinin de gol attığı maçta kupaya uzandı (hatırlanacağı gibi ‘Maviler’, finalde Bayern’le 1-1 berabere kalmış ve penaltılarla şampiyon olmuştu). Zaten kura çekiminin ardından Drogba ‘Twitter’ üzerinde bu hikâyenin güzelliğini kendi ilan etti: “Ne kura be… Ne mutlu ki iki maçı da evimde oynayacağım.” Eski gözdesi olan Chelsea taraftarına da seslenmeyi ihmal etmedi: “Birkaç ay sonra görüşürüz…”
Drogba bu eşleşme dolayısıyla sadece Chelsea taraftarlarıyla buluşmayacak biyografisinin giriş yazısına imza atan ve belki de kendisini bu denli büyük bir yıldız olmasındaki en önemli katkıyı sağlayan kişiyle, Jose Mourinho’yla da geçen sezondan sonra bir kez daha rakip olacak.
Buradan bakıldığında da mesele sadece futbolumuza Drogba ya da Sneijder türü yıldızları kazandırmak değil sadece. Sürekli olarak her daim ‘Çeyrek final’ olmasa da en azından ikinci tur civarında gezinecek bir futbol düzeyi ve düzeni yaratmak. Bu düzey böylesi yan öykülere de kapı aralıyor. Geçen sezonki Real-Galatasaray eşleşmesi nasıl ‘Terim-Mourinho’ ya da ‘Mourinho-Drogba’ hikâyeleri üretmişse, bu yılki eşleşme de yukarıda özetlemeye çalıştığım türden öykülere geçit tanıyacak. Ve bu görüntüler genel futbol ailesi içinde (gerekçesi ne olursa olsun), “Drogba ya da Eboue’ye Mandela tişörtü giydiklerini için Disiplin Kurulu’na sevkedildiler” türü manasızlıklardan yarattığı tınının içeriğinin daha dolu öykülerle yer değiştirmesine neden olacak. Zaten bilimde, sanatta ve sporda da dert hep aynı değil mi; yerelden evrensele ulaşmak…
Bu durumda da meseleyi ‘Açık ofsaytta kaldı’ türünden bir futbol jargonuyla açıklamak gerekebilir. Bu teorik girişi somuta döndürmek o kadar mümkün ki, mesela geçen hafta içinde oynanan Ziraat Türkiye Kupası... Uzak geçmişte bu organizasyonun bir amacı vardı; ‘Kupa Galipleri Kupası’ adıyla bilinen ve Avrupa cephesinden bakıldığında ‘İki numaralı kupa’ olarak adlandırılan serüvene katılacak talihliyi belirmek. Mesela Galatasaray uzun süre ligde şampiyonluk yaşamazken Türkiye Kupası’na sık sık uzanır ve Avrupa macerasını ‘Kupa Galipleri Kupası’nda yaşardı. Zamanla bu kupa ‘Merkezi sistem’ dışına itildi (yani kaldırıldı), kıta futbolu kendisini Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası (ya da şimdiki adıyla Avrupa Ligi) gibi iki vitrinden başka yerde göstermez oldu.
Bizde ise kupa yeni bir ekonomik veri olarak algılandı, sistem her zaman olduğu gibi kendi ‘Büyükler’ine göre bir tertibi sahaya sürmeyi planladı. Bu mantığın uzantısı olarak da her yeni sezonda ‘Dört büyükler’in de olması beklenen ‘Yarı final’ eşleşmeleri hayal edildi, bir tür iki sezon önce ligde gerçekleştirilen ‘Play-off sistemi’nin kupada da yaratılmasına çalışıldı. Bunun için de sürekli birtakım özel statülerin peşine düşüldü, ilk turlara ‘Büyükler’in katılmayacağı bir organizasyon yaratıldı, ardından belli bir tur sonra lig usulüne gidildi, nihayetinde çift maçlı yarı final eşleşmeleri ve finalle sistem kendini tanımlar oldu. Amaç takımlara yeni pazarlar yaratmak ve arada yayıncı kuruluşa da bu yolla para kazandırmaktı. Lakin her seferinde bu plan bir şekilde bozuldu. Ama en şiddetli bozulma malum geçen haftaki maçlarda yaşandı, sistemin ‘Dörtlü’ ana ayağından üçü tökezledi, eleğin üzerinde kalan tek büyük Galatasaray ise vartayı zor atlattı.
Aslında formül belli!
Hal böyle olunca sisteme ilişkin sesler yükselmeye ve “Böyle olmuyor” tartışılmaya başlandı. Aslında ortada net örnekler vardı. Bu oyunun en eski uygulayıcıları kupayı çok çok eskiden beri daha ilk turda ‘Büyükler’le ‘Küçükler’in buluştuğu eşleşmelerle düzenliyor. Tek maçlı eleminasyon sistemi var ve mücadeleler ‘Zayıf’ kabul edilen takımın sahasında oynanıyor. Başarıya da o gün maçın önemine inanan, yüreğini ortaya koyan, 90, bilemediniz 120 dakikalık performansı önde olan, olmadı işi penaltılara taşıyıp ‘Tek vuruş’ kalitesine inananlar uzanıyor. Her yerde bizdeki gibi ‘Büyükler’ var ama kupada sistemin olabildiğince adalet sunduğuna herkes inanıyor, bazen küçük bir kasaba takımının başarısı futbol tarihindeki yerini alıyor, bazen o kasabanın taraftarı takımları tura veda etse de hayatının en unutulmaz hatıralarıyla evine dönüyor.
Aslında bunlar enikonu Avrupa futbol kültürüne sahip sıradan bir futbol seyircisinin çok iyi bildiği meseleler. Lakin sistemin de bunun farkına varması için ‘Görünmez’ bir elin sahaya inip kendi adaletini uygulaması gerekiyormuş. Bu açıdan 2013-14 sezonu umarım ‘Kupa meselesi’nde yeni bir yol haritasının çizilmesine ortam hazırlayacaktır.
Bir başka hayatın, uygulamaları (yönetmelikleri de diyebiliriz) ofsaytta bıraktığı gelişme ‘PFDK’lık hareketlerde vuku buldu. Önce Fethiyesporlu oyuncular, kupadaki Fenerbahçe maçı öncesi sahaya çıkarken giydikleri ve toplu halde okununca ‘Yüce Atatürk’ ifadesini gördüğümüz tişörtlere sahaya çıktı ve Federasyon bu hareketi, “Hepimizin sahiplendiği değerleri sadece kendilerine mal ederek tartışma yaratmak için kullanmaları” gerekçesiyle tasvip etmedi. Ardından cuma gecesi oynanan Galatasaray-Elazığspor maçı sonrasında, 20. yüzyılın en önemli özgürlük simgelerinden biri olan Nelson Mandela’nın aramızdan ayrılmasına yönelik vefa ve veda notları içeren ama ‘Federasyon yönetmelikleri’nin uygun görmediği türden bir takım aykırılıklar yaşandı. Galatasaraylı Drogba ve Eboue’nin içlerine giydiği tişörtlerdeki yazılı mesajlar, iki futbolculunun Disiplin Kurulu’na yollanmalarına neden oldu. Drogba ve Eboue işi büyüdü, malum artık herkesin herkesten haberdar olduğu bir dünyada yaşıyoruz, bu ceza kuruluna sevk yabancı basının da diline düştü ve en çok korktuğumuz şey olan, ‘Rezil olmak’ duygusuyla baş başa kaldık yine. Oysa çok iyi biliriz ki mesele başkalarına rezil olmak değil, bu topraklarda yaşayan ya da fark etmez, aramızda misafir olarak bulunan herkes için uygar, demokratik, insan haklarına ve evrensel hukuka uygun normlar geliştirmek ve uygulamaktır…
‘Yaptık bir hata’ mı diyecek?
Birçok ülkede maç öncesi Mandela için saygı duruşu gerçekleştirirken biz, aramızda bu konuda kendince saygıda bulunanları cezalandırıyor konumuna düştük. Spor Bakanı Suat Kılıç da kendisini topa girmek zorunda hissetti ve tam da o çok korktuğumuz meseleye ilişkin bir açıklama yaptı: “Mandela’yı anmak suç sayılmaz. Türkiye Futbol Federasyonu bizi dünyaya rezil etmemeli.” Kılıç açıklamalarında Fethiyespor meselesinin de altını çizerek bir başka vurguya soyundu ve şunları söyledi: “Toplum bu gelişmeleri farklı bir biçimde okumakla kalmamakta, Futbol Federasyonu'nun attığı bu adımı aynı zamanda siyaset kurumuna ve başta Başbakanımız olmak üzere devlet adamlarına mal etmektedir. Bizim bu yönde tercihimiz ve telkinimiz olmadı.”
HER şey Turkcell’in iletişimini yapan İz İletişim’in genç yeteneklerinden Alican Keser’in telefonuyla başladı: “Abi malum 3 Aralık Dünya Engelliler Günü, biz de böyle bir günde görme engellilerin sorunlarına dikkat çekmek amacıyla gerçekleştireceğimiz bir etkinlikte karma bir maç yapacağız, oynar mısın?” Yaşım 49 ama işin ucunda top olunca hâlâ akan sular duruyor benim için. “Neden olmasın?” diyerek, bu hayırlı teklifi kabul ettim. Alican ekledi: “Yalnız abi maç özel kurallar eşliğinde, gözler bağlı olarak oynanacak”.
Önceki gece evin salonunda küçük bir prova gerçekleştirdim, gözlerimi bereyle kapayıp, az-biraz top sürdüm ancak bu işin çok zor olduğunu o an bile anladım. “Neyse, yarın bakalım işin gerçeğini neymiş sahada görelim” deyip, maç saatini beklemeye başladım.
Dün gerçekleştirilen organizasyon için önce günün anlam ve önemine binaen kısa konuşmalar yapıldı. Millitakım hocası Fatih Terim’in de katıldığı etkinlikte konuşmacılar meselenin özüne, görme engellilerin sorunlarına, çözüm yollarına ve bu aşamada sporun üstlendiği işleve dikkat çektiler. Etkinliğini düzenleyicisi Turkcell, artık ‘Görme Engelli Futbol Milli Takımı’ ve ‘Sesi Görenler’ Ligi’nin de iletişim ve teknoloji sponsoruydu. Turkcell Genel Müdür Yardımcısı Koray Öztürkler kurumun bu konudaki çabalarını aktardı.
MAÇIN FAVORİSİ BEYAZ TAKIM’DI!
SONRA asıl heyecanlı bölüm başladı. Fenerbahçe Ülker Sports Arena’nın ortasına halı saha yayılmış ve gösteri maçı için her şey hazırlanmıştı. Karşılaşmada forma giyecek oyuncular soyunma odalarına yöneldi. İki ekip oluşturuldu: Beyaz ve Mavi Takım. Top oynayanlar arasında eski şöhretler, gazeteciler ve en önemlisi görme engelli mili takımından oyuncu arkadaşlar vardı ve bu toplam, karma olarak iki ekibe de dağıtıldı. Bendenizin de yer aldığı Beyaz Takım, ‘kâğıt’ üzerinde biraz güçlü gibiydi: Metin Tekin, Ali Gültiken ve Tümer Metin.. Mavi Takım’ın ‘as’ları ise Bülent Korkmaz ve Mehmet Topal’dı. Maçta döken yazı-çizi tayfası ise şu isimlerden oluşuyordu: Arif Kızılyalın, Okay Karacan, Fatih Kuşçu, Mehmet Ayan, Ali Eyüboğlu, Ahmet Konanç, Serdar Ali Çeliker, Emek Ege, Cüneyt Yalçınkılıç ve de bendeniz...
Efsaneler empati kurdu
GÖRME
Çıkan kısmın özeti’ni geçeyim: Bilindiği gibi Burak’ın transferi için, İtalya’nın Lazio kulübüyle sürdürdüğü ve olumsuzlukla sonuçlanan transfer görüşmelerinde, Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Hakkı Akil’in de yer aldığı ve transfere aracı olduğu iddiaları yerli ve yabancı basında yer aldı. Bu gelişmelerin ardından Lazio Başkanı Claudio Lotito, İtalya spor basınına konuşurken Galatasaray Sportif Direktörü Bülent Tulun’la yaptıkları görüşmede hazır bulunan Büyükelçisi Akil’in kendisine “Verin 15 milyonu” dediğini ileri sürüp, “O, nasıl ücreti belirleyebiliyor” ifadelerini kullandı. CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur da, bu konu üzerine Meclis’te bir soru önergesi verdi ve hükümet kanadından yaşananlara ilişkin bir açıklama istedi
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise önergeye cevap verirken özetle “6004 sayılı Dışişleri Bakanlığı’nın Kuruluşu Hakkında Kanun, büyükelçiliklerimize Türk vatandaşlarının ve tüzel kişilerin hak ve menfaatlerini koruma görev ve yetkisi vermektedir” dedi. Davutoğlu, Büyükelçi Akil’e Galatasaraylı yöneticilerle birlikte Lotito’nun görüşmesine katılması yönünde özel bir talimat verilmediğini ama ülkemizin bir spor kulübünün veya sporcusunun yurtdışındaki menfaatlerini hukuki sınırlar içerisinde korumak da bakanlığının görevleri arasında yer aldığı hatırlattı.
Bana sorarsanız da yaşananlar gerçekten de en azından ‘kâğıt üzerinde’ iyi niyetli bir çaba. Ama öte yandan bir büyükelçi diyelim ki ilk ilişkilerin kurulmasına ön ayak oldu ama ondan sonra perdeden inmeyi bilmeli ve tarafları baş başa bırakmayı yeğlemeliydi. Malum, bir TV dizi atasözünde de altı çizildiği gibi ‘İki kişinin bildiği şey sır değildir’. Tanımıyorum ama Büyükelçi Akil, soyadı gibi ‘Âkil’ davranmanın üstesinden gelecek bir diplomat olmalı ki, Roma Büyükelçiliği gibi zorlu bir görevi üstlenmiş. Dolayısıyla ondan beklenen, sonu bu noktalara varan böylesi gelişmelerden uzak kalmasıydı. En azından ‘diplomatik nezaket’ paranın da konuşulduğu bir ortamda bunu gerektirirdi.
Orada da büyükelçi var mıydı?
ZATEN benim derdim de ‘Kim haklı kim haksız?’ değil. Normal bir mantık, prosedür ve devlet adamı kimliğine bakış, sanırım “Böyle bir görüşmede bir büyükelçinin ne işi var?” sorusunu sorduruyor. Evet, AKP yakın geçmişe kadar dışişleri politikasında görevli temsilcilerimizi genel olarak ‘Monşer’ olarak nitelendiriyordu. Bu bakışın açısının tezahürü olarak yeni dönemde büyükelçilerimiz, en azından ‘Monşer’liği bırakmak ve ‘Geniş halk kitlelerinin sporu’ olarak bilinen futbolla yakınlaşarak kendilerine AKP’nin yakıştırdığı imajdan kurtulmak istiyor olabilirler. Lakin yine de yaşananların tuhaf olduğu öylesine açık seçik ki. Tabii bu arada insan şunu da düşünmüyor değil: Hakan Şükür gibi yeteneğin geçmişte İtalyan futbolu içinde harcandığı fikrinden yola çıkan hükümet, böylesi bir buluşmaya göz yumarak Burak’ın olası Lazio kariyerine destek mi sağlamak istedi? Malum Şükür, ilk olarak Torino macerasında başarılı olamamış, ikinci İtalya seferinde de çok da hayırla anılmayacak Inter-Parma deneyimlerinden sonra tekrar Süper Lig’in, bildiği suların yolunu tutmuştu. Hoş, daha önce aynı topraklarda Can Bartu, Metin Oktay ve Şükrü Gülesin gibi değerler de boy göstermişti, tabii yaşım yetmez bunları bilmeye ama hiçbir yerde bu isimlerin transfer görüşmelerini büyükelçilerimizin katıldığını okumadım.
‘Sıfır sorun’ politikasıyla yola çıkan amma velakin yakın coğrafyamızda hemen herkesle büyük ya da küçük sorunlar yaşayan ‘Dışişleri politikamız’, belki de siyasette bulamadığı huzuru futbol üzerinden temin etmek istiyordur. Kenan Başaran’ın twitter üzerinden de ifade ettiği gibi “Komşularla sıfır sorun politikasını en iyi Mustafa Denizli yönetiyor.” Gerçekten de Denizli, yıllar önce ‘Alemmania Aachen’le başlayan yurtdışı macerasına daha sonra İran’ı da eklemişti. Tecrübeli teknik adam şimdi de Azerbaycan’ın yolunu tutuyor. Denizli, ‘Temsiliyet kabiliyeti yüksek’ bir portredir, daha önce Rasim Kara’nın da görev yaptığı Hazar Lenkeran’da hoş bir sada bırakacaktır.
Aynı anda oynarlar mı?
Bu arada
10 Kasım’da Kahire’de oynanan Afrika Şampiyonlar Ligi Play-off maçında El Ahly, Orlando Pirates’ı 2-0 mağlup ederken üst üste ikinci, toplamda da sekizinci kez şampiyonluğa uzanıyordu. Lakin maçın tarihe düşecek en önemli izi Mısır ekibinden Ahmet Abd El-Zaher’in, Güney Afrika takımının ağlarını sarsıp skoru ilan ederken attığı gol sonrası darbe karşıtı direnişin sembolü olan ‘Rabia’ işareti yapmasıydı. Bu ‘hareket’, ‘Darbeci Sisi yönetimi’nin iktidarda bulunduğu ülkede yeni bir tartışmanın başlamasına neden oldu. Kulüp, 28 yaşındaki oyuncunun kadro dışı bırakıldığını, sezon sonunda satılacağını ve takımının Afrika Şampiyonlar Ligi’ndeki zaferlerinin ardından hak ettiği primlerden de mahrum olacağını açıkladı. Abd El-Zaher ise önce taraftarlardan özür diledi, peşi sıra kulübünün vereceği bütün cezalara razı olduğu söyledi. Bu gelişmeler olurken, devrilen eski cumhurbaşkanı Mursi destekçileri dayanışma için Abd El-Zaher’in evinin önünde toplandı. Kimse o anı kaydedemedi ama futbolcunun pencereden el sallayarak bir kez daha
‘Rabia’ selamı verdiği iddia edildi.
Orada yasak bizde serbest
BU olay gösterdi ki ‘Futbol asla sadece futbol değildir’ siyaset üzerinden bir kez daha gündemde. Bizde ise bilindiği gibi Abd El-Zaher’e yaptığı hareket ceza getirmek bir yana destek görüyor. AKP iktidarı bilindiği üzere, Mısır’da devrilen Mursi’ye ideolojik anlamda yakınlık hissediyor ve eski cumhurbaşkanının tüm haklarını yeniden verilmesi yolunda çaba gösteriyor. Bu konuda hassasiyet taşıyan kimi futbolcularımız da özellikle Süper Lig’in ilk haftasında attıkları gollerden sonra Zaher gibi ‘Rabia’ işareti yaptılar. Rizesporlu Sercan Kaya ve F.Bahçeli Emre Belözoğlu ilk adımı atan isimlerdi. Bu coğrafyanın Mısır’laştığı e benzer refleksleri gösterdiği nokta ise ‘Gezi direnişi’nin artçı sarsıntıları... İktidar, bu sezon lig başlamadan futbola siyasetin karıştırılamayacağı uyarısında bulundu ama bütün uygulamalardan anlaşıldı ki aslında mesele futbola muhalefetin karıştırılmaması. Yoksa uygun görülen siyaset ve yakınlık hissedilen ideolojiler konusunda bırakın tribünleri, sahadaki futbolculara bile hoşgörü gösteriliyor. Benzer uygulama da pazar günü koşulan ‘İstanbul Maratonu’nda da söz konusuydu. ‘Gezi’ye ilişkin hiçbir pankart ortalıkta yoktu (Çünkü insanlar izin verilmeyeceğinin farkındaydılar) ama Rabia bayraklarıyla ya da amblemleriyle yürüyenlere kimse bir şey demedi.
Naçizane yazılarımı takip edenler bu sütunlarda daha önce bu konuyu dile getirirken meselenin ‘çifte standartlık’ olduğunu, her iki cephede de kendini ifade etmek isteyenlere izin verilmesi gerektiğini savunduğumu hatırlayacaklardır. Yasaklamak meselelere asla ve asla çözüm getirmez. “Futbol sahaları siyasetin alanı değildir, ayrışmaya yol açar” diyenler çıkabilir ama hem Mısır’da, hem bu topraklarda yaşanan somut olaylar, bazen hayatın kendi ritminde bu ilişkilerin kendiliğinden kurulduğu gösteriyor.
Doğum günü armağanı
BU konudaki asıl ilginç bir gelişme de Mısır’ın Dünya Kupası 2014’e gitme çabasında yaşandı. Kuzey Afrika temsilcisi, Brezilya biletini almak için Gana engelini aşmak durumundaydı. Lakin rakip sahada oynana ilk maçı ‘Siyah Yıldızlar’ lakaplı ev sahibi takım ezici bir futbolun sonucunda 6-1 kazandı. Bu, birçok kez ‘Afrika Şampiyonu’ olmuş Mısır için tarihinin en büyük yenilgilerinden biriydi ve sonuç, ülkedeki rejim muhaliflerince için büyük bir zafer olarak nitelendirildi. Çünkü Mısır’ın Dünya Kupası’nın yolunu tutması, şu anda iktidarda bulunanların itibarı için de önemliydi. Lakin Gana karşısında bu neredeyse ‘utanç verici’ skor, Sisi’nin futbolun kitleler üzerindeki uyuşturucu etkisinden yararlanma planlarını alt üst etti. Rövanş dün akşamdı, mücadele Mısır’ın 2-1 üstünlüğü ile noktalansa da Milli Takım, doğum günü 19 Kasım’da iktidarın başındaki Sisi’ye futbol üzerinden ‘Çok özel bir armağan sunamadı. İngilizlerin deyimiyle ‘Güzel oyun’, eski genelkurmay başkanını üzdü. Mursi taraftarlarını ise sevince boğdu. Radikal’den çalışma arkadaşım Cüneyt Muharremoğlu’yla bu hikâyeyi konuşurken şöyle bir fikir ortaya attı: “Acaba bu gelişmelerden sonra Sisi, alınan sonuca sevinenler için ‘Kına yakın’ der mi?”
Bunlar sadece son iki maçtaki savunma zaafiyetlerinin skora yansımış halleri.
Bırakın bunları, bu sezonki tüm maçlarda Galatasaray kalesi deplasmandaki Eskişehirspor mücadelesi hariç en az bir kere yoklandı. Süper Lig’de bu durum çoğu kez beraberliklerle haneye yansıdı, Şampiyonlar Ligi’nde ise Real Madrid karşısındaki ‘tarihi’ mağlubiyetle de tavan yaptı. Artık takımın başında Roberto Mancini var ve gidişatın sorumlusu olarak o gösteriliyor, doğal olarak. Lakin bizdeki eski siyasi deyimle İtalyan teknik adam, “Enkaz devraldım” dese yeridir. Bu noktada “İyi de bu takım, bu defansla geçen sezon şampiyon oldu artı Şampiyonlar Ligi’nde de çeyrek final gördü” denilebilir. Lakin meseleye daha yakından bakıldığında özellikle içerideki Braga ve Cluj maçlarındaki defansif hataları ve dahi rövanştaki Schalke mücaledesindeki manzarayı hatırlatmak isterim. Veltins Arena’da 3-2 kazanılan maçta ev sahibi takım özellikle ikinci yarıda çok sayıda pozisyon buldu, bırakın galip gelmeyi farka bile gidecek fırsatları tepti. Ama futbol böyle bir şey, meseleyi güzelleştiren ve sevdiren yanı da bu...
‘Atamayana atarlar’ girer çoğu kez devreye ve yediği anda turu kaybedecek olan Galatasaray, son saniye kontrasında Umut’la 3-2 öne geçti. Fakat aynı defansif düzen Bernabeu’daki maçta işlemedi; Real elek gibi savunmayı elindeki olağanüstü yetenekli isimlerle kolayca geçti ve 3-0’lık galibiyeti ‘skorboard’a yansıttı. Burak’a yapılan penaltıydı, Eboue müthiş bir fırsatı harcadı vs. Bunlar olsaydı bile Real’in gerekirse skoru daha büyük rakamlara taşıyacağını hepimiz o gece gördük.
Hücumcu olmak zorunda!
Peki bütün bu manzaradan nasıl bir sonuç çıkaracağız. Bu maçlarda takımın başında bulunan Fatih Terim, oyunculuk geçmişi itibariyle bir ‘savunmacı’. Lakin teknik direktör olarak oynattığı futbol hem Galatasaray’ı, hem de Milli Takım’ı (hatta Fiorentina’yı) çalıştırdığı dönemlerden biliyoruz ki ‘hücumcu bir anlayış’ın ifadesi. Özellikle Galatasaray örneğinde bu durumu normal karşılamak gerekiyor; çünkü Sarı-Kırmızılılar bu kurak futbol ikliminde ‘Büyükler’ dediğimiz grubun bir üyesi ve bu unvanla siz zaten her daim hücumcu olmak ve yarışmacı bir kimlikle yolunuza devam etmek zorundasınız. Zaten futbol tarihimizde belki İtalyan mantığıyla uzak akraba olabilecek tek bir ‘Büyük’ var; Ahmet Suat Özyazıcı döneminin ‘İçeride galibiyet, dışarıda da beraberlik’ formülüne sırtına dayayan ve bu yolla şampiyonluğa uzanan Trabzonspor’u…
Toparlarsak Terim, kendisi oyunculuk kariyerinde bir savunmacı olmasına karşın çalıştırdığı takımlarda bir türlü defansif meseleleri çözemedi. Ayrıca ilginç veri sunayım: Galatasaray tarihinin en farklı yenilgileri istatistiğinde dört adet altı gol yenmiş maç var. Biri 1972-73 sezonunda Birch’ün çalıştırdığı takımın Bayern Münih eşleşmesinin deplasman randevusundaki 6-0’lık maç (İstanbul’daki mücadele 1-1’di), ki Terim o zamanlar Galatasaray’da değildi. Ama 1976’da oynanan ‘Deprem Kupası’nda Fenerbahçe, ezeli rakibini 6-1 mağlup ederken takımın oyuncularındandı. Ötekiler de malum 6-0’lık Fenerbahçe ve 6-1’lik Real Madrid mücadeleleri.
Yani bu dört maçın üçünde ya sahada ya da kulübedeydi Terim. Bu elbette sorun edilecek bir durum değil. Bir takımın başında ya da içinde bu kadar uzun zaman, kaptan ve teknik adam olarak bulunursanız, unutulmaz zaferler ve sevinçler kadar yenilgilere ve dramatik sonuçlara da şahit olursunuz. Bu zaten oyunun doğası... Ama şurası kesin ki, bugün Galatasaray’da bir defans problemi varsa sorumlusu bu oyuncularla yola çıkan Terim’dir. Artı Amrabat gibi bir ‘Halı saha’ topçusuna hem bu kadar para vermek, hem de Kayserispor’la sırf bu yüzden problem yaşamak, yetmedi Bruma gibi sonu nereye varacağı belli olmayan bir maceraya (inşallah iyi olur) 10 milyon euroya yakın bir bedel ödemek de, doğrusu onaylanacak hamleler değildir. Evet, Bruma belli ki bir önemli bir yetenek ama işlenmesi lazım ve önünde uzun bir yol var. İşte bu nedenlerden dolayı o para çok çok yüksek bir meblağ.
Evrensellik meselesi!
Kaos ve çelişkilerden beslenir, çelişkilerimizle ayakta dururuz. Evet, son kongrede yaşananlardan yola çıkarak daha önce bildiklerimizin bir kez daha tezahürüne ilişkin bir mantıkla hatırladım, girizgâhtaki bu toprakların seslerine ait halet-i ruhiyeyi. Önce Aziz Yıldırım’ın vaat ettiği ‘projelendirme’de kısa bir tur atalım derim. Başkan bu meseleyi genel hatlarıyla ifade ederken Kenan Evren Lisesi'nin yerine AVM ve otel yapma, Fenerbahçe Üniversitesi'nin kurulması, deniz kıyısında otel, restaurant, yaşam merkezleri ve sosyal aktivite alanlarını içeren ‘Fenerland Projesi’nden bahsetti ve Fenerbahçe Bankası ile ilgili çalışmaların da sürdüğünü aktardı.
Bir çocukluk hastalığı: Taraftarlık
Ben zaten doğru örnek değilim, çünkü mazlum, ezilen ve altta kalanların yanında durma refleksimi, hayattaki öncelikli sevdam futbola da taşıdım ve ‘Bir çocukluk hastalığı’ olarak gördüğüm taraftarlık melekelerimi olabildiğimce törpülediğim için takımdan çok adam tutma peşindeyim; uzun süredir. Dolayısıyla zaten bütün bir hayatı tek (ya da iki; ‘Sarı-Lacivert, Sarı-Kırmızı ya da Siyah-Beyaz, fark etmez) renkli görmek problemin en üst basamağı bana kalırsa. Yıldırım’ın vaat ettiği hayat modelinde öyle bir zincir var ki okuduğun üniversiten, yatırımlarını yaptığın bankan, gittiğin restoran, takıldığın mekânlar; hepsi ama hepsi Sarı-Lacivertli renklerle donanmış olacak. Zihniyetin başka ana ya da ara renklere geçit tanımayacak. (“Abartıyorsun, bahsedilen şey bu değil” diyebilirsiniz ama genel konturlar, böylesi bir hayatın tasviri anlamına geliyor, en azından benim için)
Yine karşımıza AVM çıktı!
Tamam, bütün bunlar ‘İdeal ve kulübü ekonomik açıdan ayakta tutacak taraftar’ tipolojisine yönelik hamleler de, İstanbul direnişle dolu koca bir yaz geçirdi ve bu direnişin önemli güçlerinden biri de Fenerbahçeli taraftarlardı. ‘Gezi’ sonrası kazanımlardan ve yaşanılan deneyimlerden biri de ‘AVM’ sözcüğüne olan mesafeli duruş ve tepkiydi. Kadıköy ise var olan güzellikleriyle İstanbul’un (Türkiye’nin ve elbette dünyanın) geneline hâkim olan ‘Vahşi kapitalizm’e belli oranlarda direnmeye çalışan nadide bir soluklanma alanı. Evet, burası da kötü mimarlık örnekleriyle dolu, evet burası da yerleşme açısından problemler taşıyor, evet burası da yer yer genelin zihniyet ifadesini bulduğu yapılara sahip ama yine de ‘Kurtarılma’ ve yarına yönelik mutlu bir gelecekte dönüştürülme ihtimali, İstanbul’un birçok yöresine göre daha bir mümkün. Aziz Yıldırım ise aslında bir politikacı mantığıyla vaatlerde bulundu ve önerileri arasında Kadıköy’de yaşayan bir Fenerbahçeli için aslında pek de hoş olmayacak türden bir 'AVM' artı otel yapma sözünü verdi. Yapılır, yapılmaz bilemem ama bütün bu tablo, bize çelişkilerle ayakta duran yapımızı bir kez daha hatırlatıyor. Çünkü AVM’ye, var olan iktidarın neredeyse bütün icraatlarına, dünyanın ve ülkenin gidişatına ilişkin muhalif noktada bulunan birçok Fenerli, bu seçimde Aziz Yıldırım’ı destekledi. Çünkü kulübünün ‘bağzı’ güçler tarafından ele geçirilmeye çalışıldığını ve bu, ‘kökü dışarıda’ hamlelere karşı koyan tek ismin Yıldırım olduğu kanaatindeydi.
Peki ya seçim sonrası manzaralar? Başkan Yıldırım, bütün bir camiayı kucaklayıcı bir ‘Balkon konuşması’ yapmadı. Aksine sinirli, kızgın ve zaman zaman kendisini o çok belli eden olgunluktan uzak ruh durumunu kürsüye çıkar çıkmaz yansıttı. 11. kez başkan seçilmişsin, bu camia seni sevdiğini ve hâlâ değer verdiğini göstermiş, üstelik bu denli büyük kazanma psikolojisi bilgelik ve özel bir erdem gerektirir ama Yıldırım, hemen birtakım düşmanlardan bahsetti ve Hamdi Akın’ı hedef göstererek öfkesini kustu. Kim ne düşünür bilemem, “İçeride o kadar yattı, bu kadar öfkeyi de mazur görün” diyenler de çıkabilir, bu da kabulüm ama bence doğru olanı yapmadı.
Projeler gerçekçi değilmiş!
Takvime göz atıldığında önce ‘Yerel seçimler’ var önümüzde, sonra ‘Yeni Cumhurbaşkanımız’ı seçeceğiz, peşi sıra da ‘Genel seçimler’ için sandığın yolunu tutacağız. Lakin futbol kamuoyu, bu atmosferi daha önceden tadacak. Hoş, belki bu seçim kâğıt üzerinde Fenerbahçe camiasını ilgilendiriyor gibi görünse de artçı sarsıntıları itibariyle tüm bir futbol ailesinin de gündemine oturacak. Evet, bu ülkede ‘Güzel oyun’un en eski adreslerinden biri olan sarı lacivertli camia yakın geleceğini teslim edeceği kişiyi bu hafta sonu belirleyecek. Gerçi seçilecek kişi elbette sadece futbolun patronu olmayacak, Fenerbahçe birçok dalda uğraş veren ve sporcu yetiştiren bir kurum ama bilindiği gibi bizde kulüplerin birinci önceliği futbol ve bu kategorideki başarılı veya başarısızlık, her şeyin de kaderi oluyor ne yazık ki...
iKi ESKi ÇALIŞMA ARKADAŞI
SEÇİM öncesi manzaraya bakıldığında şu ana kadar ‘resmi’leşmiş dört aday var; Aziz Yıldırım, Mehmet Ali Aydınlar, Hulusi Belgü ve Yamen Uzun... Her ne kadar koltuğa aday kişi sayısı dört olsa da, asıl çekişme herkesin de kolayca tahmin ettiği üzere Yıldırım ve Aydınlar arasında yaşanacak. Bir başka kesin olan şey de, ‘Yeni başkan’ı seçmenin belki tali bir mesele olacağı ve kamuoyunun, ‘3 Temmuz süreci’nin bir kez daha camiaca tartışılmasına tanıklık edeceği... Yine hatırlanacağı üzere ‘3 Temmuz süreci’nin özellikle en yakıcı bölümünde, terazinin bir ucunda Yıldırım, diğer ucunda Aydınlar vardı ve iki eski çalışma arkadaşı, kaderin bir cilvesi olarak karşı karşıya gelmişlerdi. Hatta öyle bir karşı karşıya gelmeydi ki bu; biri diğerinin infazcısı konumundaydı adeta... Yıldırım, operasyonun başından beri Fenerbahçe’yi ele geçirme çabasının bir ürünü olduğunu iddia etti, bu tezini inşa ettikten sonra da hedefe Aydınlar’ı koydu. Yani bu hafta sonu yapılacak seçim, bir anlamda operasyona muhatap olanla ‘Operasyonun elebaşısı’ olarak gösterilen kişi arasındaki mücadelenin de ifadesi olacak.
HÜKÜMET KiMi iSTiYOR?
PEKİ ‘Spora siyaseti hiç mi hiç karıştırmayan’ iktidarın bu seçimdeki tavrı ne olacak? Bu aşamada şu verilere bir göz atmak gerekiyor: Fenerbahçe taraftarının genel olarak iktidara olan tepkisi malum. Taze örnek: Bu sezon Saracoğlu’nda oynanan maçlarda meşhur ‘34. dakika’ tezahüratlarında ‘Gezi direnişi’ne yapılan destek de biliniyor. Yıldırım ise birçok konuşmasında operasyonun faturasını ‘örtülü’ de olsa hükümetten çok ‘Cemaat’e çıkardı, zaman zaman da iktidara göndermelerde bulundu. Peki hükümetin gönlü başkanlık koltuğunda kimin oturmasından yanadır? Yıldırım’a çok da sıcak bakmayacakları kesin. Peki ya Aydınlar? Son milli takımlar teknik direktörlüğü seçiminde Başbakan’ın topa girmesi ve Terim’i işaret etmesi malum. Dolayısıyla ‘eski bir libero’ olan Erdoğan’ın, en hakim olduğu alanlardan birinde tarafsız kalması mümkün mü?
RIDVAN DİLMEN’LE YAŞANAN PROBLEM!
LAFI şuraya getirmek istiyorum, Özgener’in ardından federasyon el değiştirirken Aydınlar’ın o koltuğa oturmasında mutlaka Başbakan’ın onayı alınmıştır. Peki ya sonrası? Kuşkusuz köprünün altından akan suların, baştaki gibi olmadığı bir gerçek... ‘3 Temmuz süreci’ sırasındaki ‘bayrak değişimi’nde iktidarın ‘Daha sadık bir seçenek’ olarak Yıldırım Demirören’e sarılması, mantık olarak Aydınlar’a olan güvenin bir şekilde azaldığının da göstergesi. Bir başka ‘Off the record’ bilgi de, süreçte Aydınlar’ın Erdoğan’a ‘Yanlış bilgi’ aktardığı (gerçi burada Aydınlar’ın ne suçu olabilir ki o da kendisine mahkemece aktarılanları aktarmıştı) ve bu yüzden de giderek aralarındaki mesafenin uzadığı yönünde. Hükümet kanadında büyük kredisi olan Rıdvan Dilmen’le Aydınlar’ın problem yaşaması da, ‘limoni’liği artıran başka etken.