Tapelerden yola çıkıldı, Yıldırım’ın süreç boyunca dillendirdiği kimi tezlere uğranıldı ve güncel meselelerle program sona erdi. Futbolseveler arasında bu meseleyi klasik şike vakası olarak görenler de var, siyasetin AKP ve cemaatle işbirliğiyle F.Bahçe’yi ele geçirmek için bir hamleye soyunduğuna ve bu yüzden de şikeyi bahane ettiğine inananlar da... Kimileri Türkiye’deki hukukun işleyişindeki sorunlar ve Özel Yetkili Mahkemeler’in ele aldığı Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davalardaki problemlerden dolayı, ‘Şike meselesi’nde de benzer haksızlıkların yaşandığı izlenimine sahip. Kimileri de futbolun uzun bir süredir ‘kirli sular’da yüzdüğüne ve cemaatli ya da cemaatsiz bu topraklarda oyunun temiz yanını çoktan kaybettiğine dair bir fikriyatın yanında...
Neyse, bu cepheleri ortak bir noktada buluşturmak zor görünüyor lakin futbol üzerinden taraftarın siyasallaşması ve kendince hakkını araması, bütün bu sürecin bence görünürdeki en büyük kazanımı. Başkan Yıldırım’ın da ‘Tarafsız Bölge’de hem ‘Gezi protestoları’na verdiği destek hem de Eskişehir’de devlet terörüyle 19 yaşında aramızdan çekilip alınan gencecik bir fidana, Ali İsmail Korkmaz’a ilişkin yaptığı açıklamalar yeni bir adım olarak ele alınabilir. Ali İsmail kardeşimizin daha seyredeceği nice maçlar, yaşayacağı sevinçler, üzüntüler olacaktı.
Metrelerce ‘Açık ofsayt’
BU kardeşimize yönelik vahşette gördük ki pozisyon metrelerce ‘açık ofsayt.’ Fakat bu denli net bir vakada bile bayrak kaldırmakta zorlanan sistem, tabii ki bize futbolda da adaletten, hukuktan, insanlıktan bahsedemeyecek.
Beni asıl yaralayan ‘Ali İsmail’in davasının görüldüğü günlerde köşelerine, yazılarına, ‘tweet’lerine bu olayı taşımayan spor medyası sakinleri. Ben ve benim gibiler belki meseleyi çoğu kez oyunun çizgileri dışına taşıyoruz. Lakin bu kez Ali İsmail kardeşimizin futbol tutkusu üzerinden yorum yapma imkânımız vardı. Bu olayı sadece siyasi boyutuyla ele almak mümkün mü? Ortada bir insanlık suçu var. Lakin spor basını sakinleri açısından baktığımızda bazılarımız formasını giydiğimiz yayın gruplarının duruşundan, bazılarımız da kendi ‘apolitik’ yaklaşımından dolayı Ali İsmail adını bir kere bile anmadılar. Neyse, ‘Aziz Başkan’ meseleyi sporun içine de dahil etti, bir anlamda yol gösterdi! Yarınki F.Bahçe-Kasımpaşa maçına Ali İsmail’in ailesi de davetli. Umarım maça ilişkin gözlemlerini dile getirecekler, bu genç kardeşimizin katline dair de 1-2 cümleyi metinlerine katar. Çünkü her şeyden önce vicdanlar bunu gerektiriyor. Bu cinayet daha fazla yazılıp çizilsin ve tarihte yerini alsın ki, gelecek kuşaklar böylesi ağır bir lekenin üstünün örtüldüğü hissine kapılmasın. Bu vicdani görev çocuklarımız ve de torunlarımız için ama aslen Ali İsmail’e olan insanlık borcumuz için önemli.
Kuşkusuz bu keyif daha çok ev sahibi takım taraftarları için geçerliydi fakat başka renklere gönül verenler bile mücadeleden keyif aldı. Lakin ben futbolda ‘Şeytanın avukatlığı’ gibi bir görevin birilerince üstlenilmesi gerektiği kanısındayım. Sayıları ne olur bilemem ama bazılarımız bu alanda at koşturmalı. Ben en azından kendi adıma bu göreve talibim.
Karşılaşma sırasında ambians olarak dünyanın en güzel statlarından birinde oynanan bir maçın parçası olduğum hissiyatına kapıldım. Benzer bir ruh durumunu Bundesliga ya da Premier Lig maçlarını izlerken de yaşıyorum. La Liga’ya gelince birkaç statta bazı eksiklikler hissediyorsunuz ama genel olarak belli bir standart sunuyor size İspanyol futbol ortamı da.
Burada Standart yok
Lakin iş bu topraklara gelince Arena, Saracoğlu, eski İnönü ve Kadir Has’ın dışında ortak bir standart yok. Avni Aker, Bursa ve Eskişehir Atatürk, Ankara 19 Mayıs, Antalya, Antep ya da ne bileyim Rize’de oyunun eşit bir dağılıma sahip olmadığını özellikle görsel açıdan hissedebiliyorsunuz. Amacım yüzeysel bir okumayla “Bakın işte, dengesizlik burada başlıyor” demek değil. Meselenin arka planında elbette İstanbul’un ‘Üç Ahbap Çavuş’una olan bütün ülke boyutunda ilginin ekonomik anlamda kıyıya vurması var. Bu sistem onlara çalışıyor. Hep onlar güzel statlara, tesislere, yıldızlara, teknik adamlara, oyunculara sahipler. Çünkü ekonomi onlardan yana. Çünkü basın onların oyunlarını yazıp çizenlerle, onları ekranlarda yorumlayanlarla dolu. Maçların oynandığı ilk geceden fikstürün sonraki ayağındaki mücadeleye kadar onlar konuşuluyor. Somut örnek, yayıncı kuruluş başındaki tecrübeli spor yazarı (ki kendisine ‘Duayen’ diyorlar), gazetede uzunca bir süredir ‘Dobra dobra’ yorumlar yapıyor. Açın bakın yazılarına, bir Anadolu takımını özel olarak irdelemiş mi? ‘Üç Büyükler’, az biraz Trabzon ve Terim üzerinden Milli Takım... Oysa başında bulunduğu kurum 18 takımlı bir ligin ifadesi. Ama o da haklı, kimse diğerleriyyle ilgilenmek istemiyor, sadece ‘Ara nağme’ kabilinden şöyle bir kulak misafiri olunuyor.
‘MERKEZ’E OLAN SEVGİ!
EVET, ‘Endüstriyel futbol’un diğer coğrafyalarında da benzer manzaralar var. İngiltere’de dört ya da beş, İspanya’da bu sezon üç, İtalya ve Almanya’da da yine bu sezon tek takım etrafında dönüyor lig yarışı. Ama Nürnberg’e gittiğinde Bayern’i, Newcastle’a gittiğinde M.United’ı, Sevilla’ya gittiğinde Barça’yı kimse havaalanında karşılayıp, o kentteki taraftarları meşaleler eşliğinde şovlara soyunmuyor. Bizde ise ‘Merkez’e olan her alandaki bağlılık, hâlâ 70’ler dünyasından öteye taşıyamıyor futbol iklimimizi. Bu aslında güce ve iktidara olan ilginin, bir anlamda biatın futbol cephesindeki tezahürü. Çok partili hayata geçtiğimizden beri en uzun iktidarda kalan üç partiden ikisinin (‘AP’ ve ‘AKP’) isminde ‘Adalet’ kelimesi var ama hiçbirinin, hayatın en gerçek yansımalarından biri olan futbolda bahsettiğim anlamda adaleti sağlayabildikleri iddia edilemez (Siyasal yansıma açısından Anadolu’nun şampiyonluklarına dair şu da söylenebilir Trabzon’un 1975-76’daki ilk şampiyonluğunda 1. Milliyetçi Cehpe olarak anılan AP-MSP-MHP koalisyon hükümeti, Bursa’nın şampiyonluğunda ise AKP iktidarı vardı).
Uzun ömründe ‘ikbali de idrabı da görenler’ var. Kimi eski günlerine ağıt yakarken kimileri manşetlerden düşmeyen... Kimi endüstriyel futbolun zenginliğinde giderek büyürken, kimi zor zahmet ayakta kalmaya çalışan... Kimi pek meşhur, kimi uzaktan aşina, kimi gözden ırak, adı bile bilinmez... Niceleri var.”
Bu güzel oyunu İngilizler icat etti, sevdirdi, bazı yerlerde ‘sömürgeci efendiler’in ifadesi oldu, bazı yerlerde başkaldırının simgesi... Bazen ona çok anlamlar yükledik, bazen hak ettiği değeri veremedik. Ama küçük bir 19. yüzyıl eğlenceliği, 20. yüzyılda kitlelerin en büyük histerisine dönüştü ve hükümranlığını 21. yüzyıla taşımayı da başardı. Herkesin oyunla olan ilişkisi türlü türlü, mesafelisinden hastalıklısına her dem taze, her dem ilgi çekici... Ama Britanya’da doğup çoğu kez Brezilyalıların estetik, Almanların fiziki güç, İtalyanların taktik, Hollandalılar akıl, bu coğrafyanın ise kaos kattığı oyun, artık ‘endüstriyel futbol’ adı verilen bir çarkın içinde salınıp duruyor. Bu çark, her yerde asıl olarak kasaları doldurulmasına, her daim kazanılmaya yönelik bir kültürün yeşermesine, ilgili ilgisiz birçok kişinin kâr hırsıyla meseleye dahil olmasına ortam sağlıyor. Ama yine de herkesi bir noktada birleştiren, belki de toplayan başka bir şey var; oyunun kendine özgü çekiciliği...
‘Söz uçar, yazı kalır...’
Eskiden sadece hafta sonu oynanan lig maçları, hafta ortası ifa edilen kupa serüvenleri ilişkiyi belli bir seviyede tutardı, şimdiyse her geceye yayılan ve gereksizce uzatılan bir yarış var ve asıl hedef, oyunun cazibesinden yararlanarak her daim kâr, kâr, kâr... Hal böyle olunca da etikten çok ‘Durmak yok, yola devam’ öne çıkıyor.
Asıl kötü olan da şu: Bu topraklarda ‘endüstriyel futbol’un oyunun kuralına göre inşa edilmemesi... Ürünler problemli. Müşterinin eli açık, son derece cömert ama piyasaya sürülen ‘mal’ tatmin edici değil. Verdiğin paranın karşılığını alamıyorsun. Lakin taraftarsın ve doğan gereği, bir zamanlar yaptığın o sadakat sözleşmesini kafana göre yırtıp atamıyorsun. Elin oğlu kuralına göre oynuyor oysa. Sevdasının karşılığını alıyor ve tutkusunu sadece maça giderek değil, meseleye ilişkin dergisiydi, kitabıydı, almanağıydı diyerek, ‘yazılı alan’da da gösteriyor. Sadece seyretmiyor, okuyor da... Bizde ise tutku, sadece oyunun görselliğine ve nerdeyse o anına dair... Geride kalan tortuda ise yalnızca komplo teorileri ve kaotik yansımalar var. Her konuda olduğu gibi okumak bu alanda da bizim için meşakkatli bir uğraş. Bir maçı izliyoruz ve hemen tarihin çöplüğüne yolluyoruz. Her zaman önümüzdeki maçlara bakıyoruz. Önümüzdeki maçlara, önümüzdeki yeni transferlere, önümüzdeki yeni hamlelere... Oysa futbolda da ‘Söz uçar, yazı kalır’ şiarı geçerli.
Oyunun her limanına uğruyor!
Farkındayım, geniş aldım ve asıl olarak varmak istediğim limana yaklaşmak için fazladan turlar attım. Özetle mesele şu: Girişte, çok yakın bir zaman önce çıkmış bir kitabın sunuş yazısından alıntı yaptım. Tanıl Bora-Ziya Adnan ikilisinin (ya da ‘Tandem’inin) ortak yazılarıyla çıkan ‘Kimi Başrol, Kimi Karakter’ adlı çalışma, ‘futbol kitapları’ başlıklı toplama yeni dahil olmuş taze bir soluk. Bora-Adnan ikilisi, koca bir okyanusun farklı sularına girip çıktıkları kitapta 70 yazıyla o çok sevdiğimiz oyunun her bir limanına uğramışlar neredeyse. Belki şöyle özetlersem meseleyi daha kolay anlatırım derdimi: Eğer Simon Kuper’in üslubundan, futbola bakış açısından ve yaklaşımlarından hoşlanıyorsanız bu kitapta benzer bir mantığın izlerini bulacaksınız. Bu âlemde futbolun yazısı çizisi çok az ve her yeni hamle, yeni bir çentik oluyor. ‘Kimi Başrol, Kimi Karakter’ ise ait olduğu topluluk adına derin bir bırakacak çalışma olmuş. Nasıl derler, belki her eve değil ama her aklı başında futbolsevere lazım...
"Ailem Galatasaraylıydı ve ben de kendimi öyle sanıyordum. İlçemin bağlı olduğu şehrin takımı Bursaspor da kaptanları Sedat III’le (Özden) en iyi kadrolarından birine sahipti. Derken 12 Eylül Cuma günü bütün bir ülkenin üzerini bir örtü kapladı: Darbe... Sokaklar artık bir bir boşalıyordu. Çocuk değildim, olan bitene aklım eriyordu. Gözlemlediğim de şuydu; adeta bir nesil etraftan çekilmişti. Sanki İnegöl’ü terk edip gitmişlerdi. İlçe çocuklara ve yaşlılara kalmıştı. Bu kez merak ettiğimse bizi terk eden abilerimizin nereye gittikleriydi.Bir dönem sonra yolum İstanbul’a düştü. Hayatımda ilk defa bir futbol maçını İnönü Stadı’nda izleme şansına sahip oldum. Lakin anlamadığım bir şekilde tribündeki herkes sırtını sahaya dönmüştü. Benim bir şeyden haberim yoktu elbet ama sonradan anladım: Kupada Lüleburgazspor’a elenmişti takım, taraftarlar da bu durumu protesto ediyordu. Ancak ben ilk kez bir maçı statta seyrediyordum ve böylesi bir lükse sahip olmadığımı düşündüm. Sırtımı sahaya dönmek istemiyordum. Bilakis sahada neler olup bittiğini bilmek, görmek derdindeydim. Bu isteğim işe de yaradı; sahada olup biteni etrafımdakilere aktarmaya başladım. Fakat sahadakilerden kim kimdir, tanımıyordum. Hazırlıksız bir spiker edasıyla futbolcuların sırtlarına bakıp işi çözdüm: ‘5 numara 7 numaraya pas verdi, 9 numara topu ıskaladı vs.’İkinci yarıda da sürdü protesto. Ama bu kez işin içine tezahürat girmişti. Birden bu tezahüratlardan bazılarının bildik şeyler olduğunu fark ettim. ‘12 Eylül öncesi’ İnegöl’de duyduğum ve sonradan ortadan kaybolan abilerimizin sloganlarıydı bunlar. Birden zihnimde bir ışık parladı, anlamıştım durumu: İnegöl’de gündelik hayatı çocuklara ve ihtiyarlara bırakıp giden abilerimiz o gün o maçta o tribünlerdeydiler!. Hepsi Beşiktaş maçına gelmişlerdi. Bu duygular beni Beşiktaşlı olmaya itti, o gün bu gün de Siyah-Beyazlı renklerin sevdalısıyım..."
Bir çocukluk hastalığı
BU topraklarda bir takımı tutma nedeni genellikle ailevi bağlardır. Babanıza, abinize, etrafınızdaki rol modellerinden birine sorar, yanıta göre takımınızı belirlersiniz. Bazen evdeki baskın figüre itiraz da takım tutma nedeniniz olabilir; babanıza, abinize, dayınıza, amcanıza kızar, karşı takımdaki yerinizi alırsınız. Bir çocukluk hastalığıdır belli renklere bağlanmak. Tedavisi genellikle yoktur. Üstelik belli bir yaştan sonra farklı bir takıma gönül vermek kendi çocukluğuna ihanet etmek gibi gelir insana...
Yukarıdaki taraftarlık öyküsü ise bence her türlü detayıyla çok güzel, çok özel. Bu anının sahibi eski Beşiktaş yöneticisi Mesut Urgancılar. Geçen hafta Kenan Başaran-Burak Kuru ikilisinin Lig Radyo’da sundukları ‘Paslaşmalar’ programına konuk oldu Urgancılar ve taraftarlık macerasını nakletti. ‘Söz uçar, yazı kalır’ diyerek ben de bu anıları köşeme taşıdım. Futbolu özel ve güzel kılan bu yan öyküleri değil midir?
Zamanlama ‘usta’sı...
YARGITAY’ın ‘Şike soruşturması’na ilişkin nihai kararını açıklamasına ilişkin Başbakan Erdoğan, son günlerin o ünlü tanımlaması ‘Zamanlama manidar’a vurgu yaparak “Niye bugüne kadar böyle bir karar açıklanmadı? Seçim arifesinde niçin böyle bir karar açıklanır? Bunu 30 Mart sonrasında da yapabilirdin. Bütün bunlar zihin bulandırmaktan başka bir şey değil. Şu ana kadar yargıdaki o paralel yapının ince hesaplar suretiyle böyle bir adım attığına inanıyorum” yorumunda bulundu. Bu ifadelerden çok net anlaşılıyor ki AKP iktidarı ‘Şike soruşturması’nı cemaatin üstüne yıkacak ve “Bakın bizim bu işlerde dahlimiz yok” diyecek.
Öte yandan aynı ifadeleri şöyle okumak da mümkün: “Bakın biz şike soruşturması için startı 3 Temmuz’da verdik. Oysa lig bittikten hemen sonra, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden önce verebilirdik. Ama ‘Zamanlama’ konusu önemli ve biz buna dikkat ediyoruz...”
Bırakın temel hukuk bilgilerini, sadece sıradan bir insan olarak yüreğinizin bir yerinde duran ve gerektiğinde kullanacağınıza inanılan o en temel adalet mekanizması, yani ‘Vicdan’ aslında her şeyi çözmeye yetiyor. Eğer siz içinizdeki ‘Atıl ama her an sahaya sürülmeye hazır’ bu sistemi bir an bile devreye soksanız, çoğunluk için de ‘Öteki’ için de doğru kararları alabilirsiniz. Yüzyıllar boyu insanlık tarihinin geçirdiği evrelerin kısa bir özeti olarak artık günümüzde modern hayatın da bir vazgeçilmesi konumumdaki hukuk ise, bir anlamda vicdanlarımızın bizleri yanıltabileceği noktalarda, ‘Toplumsal vicdan’ın ifadesi olarak devreye girmek için vardır.
‘Günümüz futbolu’ ise malum yaşadığımız hayatın da türevidir ve toplumsal zeminde tartıştığımız her bir kavram, bir şekilde adeta oyunun kendi doğası içinde karşılığını bulur. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, dün ilk maçları oynanan ve bugün de devam edilecek ‘Ziraat Türkiye Kupası grup aşaması’, bize futbol dünyamızdaki adaletsizliğin en temel verilerinden birini sunmakta. Bu konuyu daha önce de defalarca yazdım ama tarihe tekrar tekrar kayıt düşmek ve sistemin kendi içindeki iflasını hatırlatmak bakımından bir kez daha suyu bulandırmak (!) gerekiyor sanırım.
Grup aşaması öncesi oynanan tek maç usulü elemeli turlar, bizi kupanın her ruhunu hatırlamıştı. Malum sistem bu topraklarda hep ‘Büyükler’in kazanması üzerine kuruludur ve adalet mekanizması da bu yönde işler. Kuşkusuz tüm dünyada da enikonu benzer bir sistem vardır ve liglerin her daim ‘Büyükler’i sahnedeki yerlerini alırlar ve kendi hükümranlıklarını zayıflara dayatırlar. Kupa ise küçüklerin nefes alanıdır. Tek maç oynanır, o gün diri olan, ayakta kalan, inancını daha fazla sahaya yansıtan, bazen de oyunun doğasındaki sürprizlere sırtını dayayan turu geçer. İki tur önce Fethiyespor, Bucaspor ve Balıkesirspor böyle 90 dakikalar ortaya koydu ve ligimizin ‘Üç büyüğü’nü saf dışı bıraktı. Keza Gaziantep BB de Galatasaray karşısında benzer bir başarıya imza atacaktı, yapamadı.
NAFiLE BiR UYGULAMA
GRUP aşaması ise sistemi bir sakız gibi gereksizce uzatmak ama oynanan altı maç üzerinde sözde hem yayıncı kuruluşa, hem de takımlara yeni gelir kapıları açmak üzere tasarlanmış, kupa ruhuna son derece ters, manasız bir uygulama. Nitekim sahne alacak sekiz takım içinde sadece bir büyüğün bulunması, özellikle yayıncı kuruluş açısından çok da tercih edilen bir gelişme olmadı. Neyse, bundan sonrası tekrar olacak. Nasıl bir çözüm olur? Statü önümüzdeki sezon acilen değiştirilir, finale kadar tek maçlık heyecanlarla devam edilir. Altı maçlık grup aşamasında dağıtılan paralar ve bölüşülen yayın gelirleri, mesela çeyrek final aşamasından itibaren arttırılan meblağlarla yine takımlara fazladan bir gelir olarak kasalara yansır. Örneğin yakın geçmişte İnegölspor Beşiktaş’ı yenmiş ama grup mantığı içinde bu galibiyetin pek bir önemi olmamıştı. Dolayısıyla her maçın anlamı ‘tarihsel’ ifadelere bile dönüşebilir, futbolun adaleti de hukuka ihtiyaç duymadan sahadaki oyunun karşılığı olarak vicdanlardaki yerini de sağlamlaştırır.
Eğer böyle bir sistem yürürlükte olsaydı mesela bugünkü Galatasaray-Tokatspor maçı da bambaşka anlamlar ifade edecekti. Lakin şimdiki düzende konuk ekibin TT Arena’da alacağı beraberlik ya da galibiyetin altı maçlık periyot sonunda pek kıymet-i harbiyesi olmayabilir. Hayatta sağlayamadığımız adaleti futbol alanında beklemek elbette naiflik ya da gereksiz romantiklik olarak kabul edilebilir ama ben yine de basit bir statü değişikliğiyle en azından uygulamada sistemin hiç olmazsa bu cephede kendini huzurlu hissedeceğini düşünüyorum.
ALMEIDA’NIN KISMETSİZLİĞİ
3-0 tescil edilen Galatasaray maçı ve yeniden oynanmasına karar verilen Kasımpaşa mücadelesi (
GEÇEN sezon ligde şampiyonluğu kucaklayamasa da Fenerbahçe’yi özellikle Avrupa Ligi maratonunda en uç noktalara taşıyabilme başarısını gösteren ve finalin kapısından dönen Aykut Kocaman, geride farklı bir takım kimliği bırakmanın yanı sıra bağlı bulunduğu camianın futbol gelenekleri (ya da daha ‘şimdiki zamansal’ bir söylemle ‘DNA’sı) üzerinde küçük oynamalarda bulunmuştu.
Geçmişte yine bu sütunlarda ‘Taraftarın ‘Kocaman’ seçimi’ başlıklı yazımda altını çizmiştim. Sarı lacivertliler bu topraklarda, 70 sonrası iklimde teknik direktörleri Didi’nin de katkılarıyla Brezilya ekolünün temsilcisi olmuş ve biraz da bu yüzden kitlelerin sevip bağrına bastığı bir takıma dönüşmüştü. Bugün artık her türden taraftar profilinde ön plana çıkan ‘Her daim kazanma kültürü’, orijin olarak Fenerbahçelilere ait olsa da sarı lacivertlileri asıl olarak tanımlayan şey biraz da bu türden ‘Göze hoş gelen futbol’ mirasıdır. Lakin artık bambaşka bir dünyanın parçasıyız. Meselenin kaynağı Brezilya bile, ‘Brezilya gibi oynamaktan uzak’. Çünkü estetik, yetenek, gözü okşama bir yere kadar, çünkü bütün bu toplam sonuca aksetmiyorsa ortada bir problem var demek oluyor.
Aykut Kocaman da geçen sezon, (bir spor yazarı klişesiyle söylersek) ‘Günümüz futbolu’na uygun bir takım kimyası yakalamış, mücadeleci ve agresif karakterli oyuncularıyla sonuca yönelik bir mantalite yaratmış ve yarıştığı üç kulvarda gidebileceği yere kadar uzanmıştı. Kocaman’ın oynattığı futbol geçmişin ‘İtalyan takımları’ tadındaydı. Sunulan futbol belki klasik anlamda ‘güzel’ değildi, hoş değildi ama çoğu kez (Özellikle ‘Avrupa Ligi’nde) tek golle alınan galibiyetlerle yola devam ediliyor ve takım bir istikrar abidesi olarak önemli bir kimlik ortaya koyuyordu.
‘YENİ DÜNYA DÜZENİ’ VE ALEX
SEZON başından itibaren sarı lacivertlilerin teknik patronluğunu üstlenen Ersun Yanal’ın ortaya koyduğu futbol karakteri ise bir anlamda Kocaman’ın mirasını reddetmeden onun üzerine yeni bir yol haritası eklemek oldu. Bugünün Fenerbahçe’sini de asıl olarak tanımlayan şey mücadeleci, agresif, oyunun son anına kadar ayakta kalma becerisi ve yenilgiyi (ya da beraberliği) kabul etmeme psikolojisi ve akabinde galip gelmeye yönelik iştah... Yanal, Kocaman’dan farklı olarak belki biraz daha hızlı, biraz daha dinamik, biraz daha agresif bir takım kimliği geliştirdi ama genel çizgilerle bir mirasın doğru kullanıldığını görmek mümkün. Üstelik Kocaman’ın son dönemiyle Yanal’ın serüveni benzer bir şemaya uygun ilerliyor.
Takımdaki ‘Son gerçek Brezilyalı’ Alex’le yollar ayrıldı. De Souza, Fenerbahçe geleneğindeki o eski DNA’nın belki de son temsilcisiydi. ‘Yeni dünya düzeni’nde Alex’i taşımak (hele hele yaşı da ilerleyince) zordu kuşkusuz, zaten ‘Post-modernist futbol’ stillerin karakteriyle de oynuyordu (Belki de bu yüzden Alex’i en iyi Zico anladı ve özellikle Avrupa sahnesinde son derece verimli kullandı). Nitekim Alex sonrası roller ve yükler tek tek kişilerin üzerine binmektense dağıldı, belki de daha demokratik bir tablo ortaya çıktı!
BÜYÜK DENİZLERDE NE YAPAR?
PEKİ
Lakin bugün yeni bir yılın ilk günü ve kim ne derse desin, erken kalkmanız biraz zor... Dolayısıyla 1 Ocak 2014 itibariyle gazeteler, haberler, köşe yazıları, söyleşiler vs. geceden kalan mahmurlukla biraz kayıtsız, biraz üzerinden hızlı geçilerek, yer yer önemsenmeyecek bir haletiruhiyeyle okunacak… Bunun elbette farkındayım… Ama ne olursa olsun, farkında olduğum, olduğumuz bir şey daha var: 2013’ün bambaşka kimliği… Evet acı bir yıldı, evet aramızdan birçok değeri alıp gitti, evet çoğumuza hiç de iyi gelmedi, evet, evet, evet... Ama bunca ‘Evet’ içinde bize ‘Hayır’ demenin yolunu da hatırlattı. Genel çizgileriyle bakıldığında gelecek kuşaklara anlatacağımız, dayatılanlara karşı “Yeter” diye nihayetinde sokağa çıkıp haykırdığımız, ‘İnsanlık tarihi’ne kendi çapımızda önemli bir notu düştüğümüz isyanın, direnişin de yılıydı 2013…
Futbol bu ülkede her türlü toplumsal olayın da ifadesi… Zaman zaman sahadakiler ama daha çok tribündekiler ülkenin gidişatına ilişkin bazen kaygı ve düşüncelerini, bazen onaylarını, bazen tepkilerini, bazen alkışlarını tezahüratlarla, pankartlarla ya da spontane eylemleriyle hep gösterdiler. Yaptıkları doğruydu yanlıştı ama içlerindeki bir şekilde dökmeyi bildiler. Öte yandan bu oyun siyasi erkin de hep kullanım alanı içindeydi. Dışarıda özellikle Franco ya da Salazar gibi diktatörler toplumlarını, kendilerince dizayn ederken oyunun büyüsünden, cazibesinden, kitleler nezdindeki öneminden hep yararlandı. Bizde ise özellikle ‘Rahmetli’ Özal, topun peşinde koymayı seven siyasetçilerdendi (önemli bir notu düşmem lazım, diktatör değildi elbet). Almanya’da oynanan 1-1’lik Galatasaray-Monaco maçıyla başlayan süreçte Özal, mücadeleyi dönemin Alman Başbakanı Kohl’le birlikte izlerken, peşi sıra ilk kez futbolun siyaset tarafından fazlaca kullanıldığına dair saptamalar ve yer yer itirazlar yükselmeye başladı yazı-çizi erbabı kanatta. Sonraki aşamada eski bir amatör futbolcu olan Recep Tayyip Erdoğan, sahaya ayağını uzattı ve neredeyse hiç çekmedi. Heykelden mimariye, içkimizden çocuk sayımıza kadar her bir şeyimize müdahale etmeye niyetli bir zihniyet, bir zamanlar oynadığı dünyanın en basit sporu hakkında elbette görüş sahibi olacaktı (somut bir örnek; son Milli Takım Teknik Direktörlüğü değişikliğinde biliyoruz ki kendisinin hamleleri etkili oldu).
Ve fakat bizim siyasetimizin futbolla kesiştiği en önemli noktayı ‘Taraftar refleksleri’ üzerinden tanımlamak mümkün. Taraftarlığımız, siyasete bakışımızla paralellikler içeriyor; önemli olan tuttuğumuz takıma halel gelmemesi, ola ki bize karşı bir haksızlık yapılıyor, hemen tepki gösteriyoruz, başkasına yapıldığında ise susuyor ya da görmezden gelip yolumuza devam ediyoruz. Bu refleks, siyasetçinin oyuna bakışında da geçerli... Eğer ki tribünler Başbakan’ı seviyor, ait olduğu partiyi alkışlıyor, pankartlarını tezahüratlarını bu yönde şekillendiriyorsa sorun yok ama aynı kitleler muhalif takılınca ‘Tribünlerde siyaset yapılıyor, buna izin vermeyiz’ görüşü devreye giriyor. Lakin adın bir stada verilmiş, her gittiğin şehirde miting yaparken boynunda yörenin futbol takımının atkısını takıyorsun, sonra ‘Futbolu siyaset karışmasın…’ İnandırıcı değil elbet…
‘Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz…’
Bu mesele aslında 2013-2014 sezonunun ilk yarısında fazlaca işlendi. İstanbul’da ‘Üç büyükler’e ait taraftarlar ‘Gezi ruhu’nu tribünlerde yaşattı. Her ne kadar Beşiktaş’ın Çarşı’dan kaynaklanan bir avantajı olsa ve bu konuda bir tür öncülüğe soyunsa da Fenerbahçe ‘Sol Açık’ın, ‘Vamos Bien’in, Galatasaray da ‘Tekyumruk’un önderliğinde toplumsal duyarlılığı statlarda yansıtmayı bildiler. Yeni olansa şu artık: ‘Gezi ruhu’, hükümet kanadında yaşanan ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ iddialarına ilişkin tepkilerle yoluna devam ediyor. Fenerbahçe tribünleri ise farklı olarak 5-1’lik son Kayserispor maçında özellikle, ‘Gezi olayları’ sırasında Eskişehir’de, polis ve esnafın birlikte katlettiği gencecik fidan, Ali İsmail Korkmaz’a ilişkin (ki kendisi iyi bir Fenerbahçe taraftarıydı) uzun süredir söylenen ‘Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe Yıkılmaz’ tezahüratını bu kez en üst perdeden dillendirildi.
Toparlarsak tribünler siyasi ve toplumsal hayatın dinamiklerini seslendirmeyi sanırım sezonun ikinci yarısında da sürdürecek. Bazen yasalar ya da yönetmelikler, hayatın gerçekleri ya da iç dinamikleri karşısında eskir ya da yetersiz kalır. Dolayısıyla iktidarın sürekli bir ‘tehdit’ kabilinden sahaya sürdüğü ‘Yasak kardeşim’ tavrı, tribünlerin haykırışına engel çıkaramaz. Yayıncı kuruluşun tezahüratlar karşısında sesi kısması bile artık sıradan bir ‘prosedür’ refleksine dönüştü.
Herkese mutlu bir yeni yıl dilerken futbolun hayatın en önemli ifade alanlarından biri olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatırım…
Oyuna özgü bu türden ‘kenar süsleri’nden biri de eski takımına gol attığın zaman sevinç gösterisine soyunmamaktır. Ki bu, kendi geçmişine gösterdiğin saygı ve sevgi kadar, bu geçmişin uzantısı olan bir zamanlar seni sevip bağrına basan tribünlere karşı bir tür mahcubiyetinin ifadesidir.
Hoş ben konuya 23 Ekim tarihli yazımda ‘Vakurluk gösterileri’ başlığı altında da değinmiştim. Sneijder, Kadıköy’deki maçta Hollanda formasıyla Türkiye ağlarını havalandırmış ama hem ‘Ekmeğini yediği ülke’ye, hem de eski hocası Fatih Terim’e istinaden sevinç gösterisine girmemişti. Söz konusu yazıda İlhan Mansız’ın Ankaragücü formasıyla Beşiktaş’a, Mesut Özil’in Almanya formasıyla Türkiye’ye, Gabriel Batistuta’nın da Roma formasıyla Fiorentina’ya attığı golleri ve yüreklerinin bir yerinde duydukları ‘hüznü’ hatırlatmıştım.
EMENIKE VE BURAK
BU hafta da Emenike, benzer bir ruh durumunu Kardemir Karabükspor ağlarını havalandırdığında yansıttı. Öte yandan ‘Paralel evren’de ilginç bir olay daha yaşandı. Yine ‘Vakurluk gösterileri’ hatırlatmamda ismini andığım Burak Yılmaz, G.Saray formasıyla geçen sezon eski takımı Trabzon’a gol attığında sevinmemişti, lakin aynı oyuncu bu hafta yine eski göz ağrısının ağlarını, hem de iki kez havalandırdı. İlk golde bir hayli sevindi, ikincisinde ise takla bile attı.
Demek ki Burak Yılmaz’ın bu konuda başka standartları varmış, “İlk attığımda sevinmem ama sonrasında beni tutmayın” şeklinde... Latife yapıyorum elbet, sanırım bu sezon birçok maçta taraftarının yanı sıra her iki hocası Terim (G.Saray’da ve Milli Takım’da) ve Mancini’ye zaman zaman saç baş yolduran Burak Yılmaz, üzerindeki psikolojik yükün etkisiyle böyle davranmış olabilir (Ki yakın zamanda kendisiyle yapılacak bir söyleşide bu konuda bir açıklamada bulunacaktır diye bekliyorum).
AVRUPA, GÖR ONUR’U
ZAMAN zaman yazılarımda sıkça hatırlattığım bir espridir; yıllar önce (artık yayınına devam etmeyen ve ‘Four Four Two’yla aynı güzergâhta ilerleyen) ‘Totall Football’ adlı dergide bir dosya konusunun başlığı klasik İngiliz humoruyla yüklüydü: ‘Evet, pis bir iş ama biri yapmalı...’ Kaleciliği inceliyordu bu dosya... Oyunun en yalnız adamını yani... Bu haftanın kayda değer yan hikâyelerinden biri de ‘bağzı’ file bekçileriydi. Genel bir kanı vardır; ‘İyi kaleci maç kazandırır’ şeklinde. Bu haftanın ‘iyi kalecileri’ Trabzon-sporlu Onur Kıvrak ve F.Bahçeli Volkan Demirel’di.