Uğur Vardan

Mühim olan iç güzelliği zaten

30 Mart 2014
Bir Fransız masal klasiği ‘Güzel ve Çirkin’, başarılı özel efektleriyle huzurlarımızda. Filmin başrollerinde Vincent Cassel ve Lea Seydoux var



Hollywood’un gelişen teknolojinin sağladığı nimetlerden faydalanarak yeniden ‘Masallar dünyası’na göz atıp ‘Kırmızı Başlıklı Kız’, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ gibi klasiklere uğradığı bir dönemde, Fransız sineması da meseleye kendi klasiğiyle cevap vermeye çalışıyor. Bu haftadan itibaren gösterime giren ‘Güzel ve Çirkin’ (La Belle et La Bête), malum 1756’da Jeanne-Marie Leprince de Beamount’un kaleme aldığı bir klasik. Sinemadaki en unutulmaz uyarlaması da yine bir Fransız yaratıcıya, Jean Cocteau’ya ait. 1946 yapımı bu siyah-beyaz çalışmanın ardından De Beamout’un masalı defalarca sinema, televizyon ve tiyatroda izleyici huzuruna çıktı. Son olarak da 1991 yapımı Disney yapımı bir animasyonda minik seyircilerin gönlünü çalmıştı (Bu noktada küçük bir bilgiyi araya sıkıştıralım: Orijinal masalın tam Fransızca karşılığı ‘Güzel ve Hayvan’ olmasına karşın İngilizce çevirilerde ‘Güzel ve Çirkin’ yeğlendiği için bir- çok kültürde İngilizce ifade zihinlere yerleşti).

Christophe Gans, karanlık ve ürkütücü öykülere yakınlığıyla bilinen bir yönetmen. Ama üslubunun asıl ifadesi ağır çekimler ve koreografisi yüksek dövüş sahneleri. ‘Crying Freeman’ ve de özellikle ‘Kurtların Kardeşliği’ (‘Le pacte des loups’), Fransız yönetmenin uluslararası sinema piyasasında da tanınmasını sağlayan yapımlardı. Daha sonra içerik olarak değil belki ama görsel açıdan ve yarattığı atmosferin etkileyiciliği bakımından belli oranda çekiciliğe sahip ‘Sessiz Tepe’yle Amerika’da da şansını denedi. 2006 tarihli bu çalışmanın ardından tam sekiz yıl sonra bu kez ‘Güzel ve Çirkin’le karşımızda.
Film, öykü anlamında masalın genel çizgilerini koruyan ve asıl maharetini görsellik yoluyla ifade eden bir çaba olmuş. Önce kısaca öykü diyelim. Üç kız ve üç erkek olmak üzere altı çocuk babası zengin bir tüccar, filosundaki gemilerin bir fırtınada gördüğü hasar sonucu iflasın eşiğine gelir. Yaşadıkları sınıfsal değişimin ailede yaratacağı trajediyi daha hafif anlatabilmek adına taşrada bir yere taşınırlar. Soğuk bir kış günü yolunu kaybedip donmak üzereyken esrarengiz bir yaratık tarafından kurtarılıp yine tuhaf bir şatoya götürülen tüccar, ancak geri gelmek kaydıyla serbest bırakılır. Eve dönüşte ailenin iki şımarık kızana karşın ‘Güzel ve vefalı’ olan küçük kız, babasının yerine şatoya gider ve bu noktadan sonra ‘Esrarengiz ve korkutucu’ şato sahibiyle ‘Güzel’ tutsağı arasındaki ilişkinin peşine düşeriz...
Gans, Sandra Vo-Anh’ın kaleme aldığı ve çocuklara anlatılan bir masal mantığıyla başlattığı filminde, elbette Cocteau’nun klasiğiyle aşık atmak gibi bir derdin peşine düşmemiş. Film adeta Fransızların da görselliği yüksek, özel efektleri inandırıcı ve öyküye katkıları etkileyici, Hollywood usulü bir masal çekebileceğini göstermiş. Mesela ‘Kurtların Kardeşliği’ni özellikle yarattığı atmosfer bazında çok beğenmiştim ama filmin ‘Yaratık’ tasarımları’ fazla sırıtıyor, adeta filmin kendine özgü büyüsünü bozuyordu. ‘Güzel ve Çirkin’de işte bu türden sorunlar yok; özel efektler ve ‘Yaratık’ tasarımı gayet iyi, öykü de sürükleyici; dolayısıyla Gans bence sınıfı geçer bir filme imza atmış.

Mavi en güzel renk!

Oyunculuklara gelince özellikle

Yazının Devamını Oku

Bayern ve düşündürdükleri

29 Mart 2014
BAYERN Münih, çocukluğumun takımlarındandı.

Futbola ilk sevdalandığım sezon olan 1973-74’ün ardından o yaz düzenlenen Dünya Kupası’nda gönül verdiğim Hollanda’yı finalde mağlup eden ekibin de temel taşlarını Kırmızı-Beyazlılar oluştururdu. Onları gönülden sevdiğimi hatırlamam ama içten içe saygı duyduğumu bilirim.
Bu ekibin günümüzdeki uzantısında ise ortada sevgiyi tartışacak bir durum yok çünkü Bayvera ekibi artık sevginin ve tutkunun da ötesinde, içinden geçtiğimiz dönemin yadsınamaz bir futbol gerçeği olarak huzurlarımızda. Geçen sezon Jupp Heynckes’le tadılmadık başarı bırakmayıp, Alman teknik adamın yerine gelen Pep Guardiola’nın bu takıma en fazla eski yuvası Barcelona’nın oynadığı çok paslı futbolu oynatmanın dışında neler katabileceği sorgulanırken bu sezonun Bayern’i de kendi tarihini çoktan yazdı bile. Ama bu tarihi sadece takım değil, Guardiola da kendi hanesine düşecek notlarla inşa etti, ediyor...

İlk sezonda 5 kupa kazanabilir‘Heynckes’in Bayern’i sezonun bitmesine 6 hafta şampiyonluğunu ilan etmiş ve Bundesliga, Almanya Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde, yani üç cephede ‘mutlu son’a ulaşmıştı. ‘Guardiola’nın Bayern’i ise bitime 7 hafta kala kartvizitine ‘Şampiyon’ sözcüğünü yazdırdı ve İspanyol teknik adam Kırmızı-Beyazlı camiadaki daha ilk sezonunda üç kupanın (‘Avrupa Süper Kupası’, ‘Kıtalararası Şampiyonluk’ ve ‘Bundesliga Şampiyonluğu’) sahibi oldu. Final oynayıp da kaybettiği tek bir cephe var; Dortmund’a karşı mağlup oldukları ‘Almanya Süper Kupası’. Guardiola’nın ve Bayern’in bu sezon için iki hedefleri daha kaldı: Geçen sezon kazanılan ‘Almanya Kupası Şampiyonluğu’ ve ‘Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’ ibarelerini bir kez daha kartvizitlerine eklemek... İkinci hedefe ulaşma yolunda eski bir hesabı da kapatmaları gerekiyor; 1998-99 sezonunda Şampiyonlar Ligi Finali’nde o unutulmaz maç sonunda son üç dakikada kupayı kaptırdıkları Manchester United’dan rövanşı almak... İspanyol teknik adamın payına düşen ilginç bir notsa şu: Guardiola, Barcelona kariyeri boyunca 14 kupa kazandırmıştı Katalan ekibine. Bayvera cephesinde ise şimdilik üç kupanın sahibi ve sayı beşe çıkabilir. Sanırım bu rakamlara başka bir teknik adamın ulaşması zor görünüyor. Özetle futbolda ‘sayılarda boğulmayı’, bir başka deyişle istatistikleri sevenleri de heyecanlandıracak bir kariyer Guardiola’nınki.

Her iktidar yıkılmak içindirPeki yerel ve uluslararası renklerle bezenen Bayern’in taçlandırdığı Bundesliga’da başka renklere yer var mı? Geçenlerde Nuri Şahin, durumu net bir ifadeyle aktarmıştı: “Almanya’da siz ancak Bayern’in zayıf olduğu sezonlarda şampiyon olabilirsiniz...” Guardiola’yı seviyoruz, Bayern’i sevmesek her daim saygı duyuyoruz (zaten kendileri duymak zorunda bırakıyorlar) ama her yerde olduğu gibi ‘Düzen’i zaman zaman bozmak, anarşist filizlenmelere de göz kırpmak gerekiyor. En azından bence... Dolayısıyla ‘Her iktidar yıkılmak içindir’ ön kabulünden yola çıkarak ve ‘Bu sezon geçti’ artık diyerek önümüzdeki sezonlara bakalım ve ‘Bayern saltanatı’nın tekrar sallanacağı günleri de görelim derim. Zaten futbolun doğası da bu; hep kazan hep kazan, nereye kadar? Biz bu oyunu en çok hayata benzediği için sevmiyor muyduk; o halde sevinçler kadar üzüntüler de olmalı ki Bayern’liler de insan olduklarını hatırlasın!.. Zaten bu oyuna bir ‘uzaylı’ (‘Messi’ tabii ki) yeter de artar bile....

Yazının Devamını Oku

Nazi günlerinde sanat…

23 Mart 2014
II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin eline geçen sanat yapıtlarının peşine düşen bir grup müze yöneticisi, mimar ve sanat tarihçisinin mücadelesini anlatan George Clooney imzalı ‘Hazine Avcıları’, ilginç bir konuyu perdeye aksettirmiş ama vasatı aşamayan bir çalışma olmuş.

Elin diktatörü de bir başka oluyor canım; onca insanın kanına girerken bir yandan da içindeki sanat tutkusunu tatmin etmek için uğraşıyor. Malum Adolf Hitler aslında ressam olmak istemişti. Lakin Viyana Sanat Okulu’na iki kez başvurup reddedilmişti; hatta bazı tarihçiler ve de psikiyatristler arasında, ‘Führer’in kişiliğindeki sonsuz öfkenin kaynağını bu reddedilişlere bağlayanlar bile vardır. Tarihin bize bıraktığı gerçek mirasta ise bu sevdanın tezahürü olarak Hitler’in, Avusturya-Linz’de çok değerli halı, heykel ve resimlerle donatılmış bir ‘Führer Müzesi’ projesinin hayata geçirilme çabasını görürüz. Hatta bu iş için sağ kolu Göring’in görevlendirildiğini de biliriz. Ve fakat müze kurulamadan savaş sona erdi, toplanan onca sanat eseri de gerçek yerlerine ve sahiplerine teslim edildi (arada zorunlu olarak tayini çıkanlar da oldu).

Bu hafta gösterime giren ‘Hazine Avcıları’ (The Monuments Men), bu konudaki bir kitabın sinema uyarlaması. Robert M. Edsel’in, Bret Witter’le birlikte kaleme aldığı çalışma, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin kendi bünyesinde topladığı eserlerin peşine düşen bir grup müze yöneticisi, mimar ve sanat tarihçisinin çabalarını anlatıyor. ABD’li sanat tarihçisi Frank Stokes, konularında uzman altı kişiyle birlikte Avrupa’ya gidiyor ve üzerlerine geçirdikleri üniformalarla kayıp ‘sanatsal’ hazinelerin peşine düşüyor. Amerika’nın da meseleye dahil olması ve ünlü Normandiya çıkarmasının ardından savaşın seyri değişirken Hitler’in, geri çekilme sırasında her şeyi yakıp yıkın emri onca yapıtı yok edilme tehlikesiyle baş başa bırakıyor. Stokes da ekibiyle birlikte geniş bir alana yayılmış eserlerin kurtarılması için bilfiil uğraşıyor. Sanat, insan hayatından daha mı önemlidir? Acımasız bir savaş ortamında bir resmin ya da heykelin ne önemi olabilir? Bunlar zor sorular elbette. Lakin ortada bir insanlık mirası, kuşaklar arası bağlantılar, kültürel kodlar ve değerler var ve en önemlisi Picasso’lar, Joan Miro’lar, Paul Klee’ler, Rodin’ler, Michelangelo’lar bir daha dünyaya gelmeyecek ve başyapıtlar vermeyecek. ‘Hazine Avcıları’ bu tuhaf denklem üzerinde mücadelesini sürdüren ve o güne kadar ellerine hiç silah almamış bir grup entelektüelin ilerlemiş yaşlarına rağmen savaş ortamının içine ister istemez çekilmelerini de anlatıyor. Frank Stokes rolünde izlediğimiz George Clooney, aynı zamanda filmin yönetmeni. Senaryoyu yapımcı ortağı Grant Heslov’la kaleme alan Clooney, temel olarak çok karakterli savaş filmleri ‘The Dirty Dozen’, ‘The Guns of Navarone’, ‘The Great Escape’, hatta Soderbergh’in ‘Ocean’s’ serisine de göndermelerde bulunan bir yapıma imza atmış. Malum bu tür yapımlarda öykü çok koldan ve birden çok tiplemeyle ilerler. Lakin ‘Hazine Avcıları’, birinci sınıf kadrosuna rağmen gevşek anlatımı ve çok da heyecan vermeyen, zorlama dönemeçlere sahip senaryosuyla sıradan olmaktan kurtulamıyor. Şöyle bir tarif de yapılabilir: ‘Hollywood solcusu’ Clooney’in yönetmenlik serüvenindeki en vasat filmi.

Kadroya ilişkin görüşlerimize gelince; en iyi eşleşmeler Bill Murray, Bob Balaban (bazı sahnelerde tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu) ve John Goodman’lı sahnelerde kıyıya vuruyor. Clooney, Clark Gable havası yaymaya çalışmış, Matt Damon zaten uzun süre takımdan ayrı mücadelesini sürdürüyor. Cate Blanchett soğuk ama çekici müze görevlisinde Fransız bir karaktere hayat veriyor. Öykünün diğer Fransız’ı Jean Dujardin ise artık klasikleşen gülümseme stiliyle arz-ı endam ediyor. Ekibin İngiliz sanat uzmanını ise Donald Jeffries canlandırıyor.

Sonuç? ‘Naziler ve sanat’ denince benim aklıma Losey’in başyapıtı ‘Monseiur Klein’ (Başrolünde Alain Delon’un oynadığı film bizde ‘Kaderi Arayan Adam’ adıyla gösterilmişti) gelir. Bence sinema tarihinde bu kategoride o eşsiz eserin üzerine başka film yoktur. Öte yandan bir de meselenin günümüz uzantısı var. ‘World Socialist Web Site’ eleştirmeni Joanne Laurier hatırlatmış: “Stokes karakterinin tarihsel karşılığı olan George L. Stout (1897-1975) ve arkadaşları kuşkusuz büyük bir kahramanlık örneği göstermişlerdi. Lakin şimdinin Amerikası, mesela 2003’teki ‘Körfez harekâtı’ sırasında işgal ettiği ülkelerin müze ve kütüphanelerinin yağmalanması konusunda kılını kıpırdatmadı, hatta teşvikçisi oldu. Bağdat’taki ‘Ulusal Müze’den 5 bin yıllık medeniyetlerin tarihi birikimi, asla yerine konmayacak 50 binden fazla eser ve obje çalındı.”

Naçizane ben de buradan

Clooney kardeşimize sesleniyorum, geçmişin tozlu sayfalarında dolaşmak güzel de bugüne bir el atsan. Pardon ona da ‘Syriana’da el atmış (kadroda yer almanın yanı sıra yapımcısıydı da) ama Beyaz Saray politikalarının pek de dışına taşamamıştın...

Yazının Devamını Oku

Denedik yine deneriz

22 Mart 2014
TÜRKİYE’de 4 Nisan’da gösterime girecek olan ‘Mandela: Özgürlüğü Giden Uzun Yol’, bir anlamda Güney Afrika’da genç bir siyah avukatın koşullar sonucu barışçıl bir çizgiden eylemci bir çizgiye taşınmasını ve adeta bütün bir kıtanın umut ve başkaldırı simgesine dönüşmesini anlatıyor.

Sistem onu yakalayıp 1964’te ‘müebbet hapis cezası’nı çekmek üzere ünlü Robben Adası’na yolluyor. Tam 27 yıl sürecek tutukluluk döneminin bu ilk adımında ‘Madiba’, adaya ayak bastığında hapishane müdürü kendi varlığını ona hatırlatıyor ve “Artık ölene kadar buradasın” diyor. Peşi sıra Madiba ve arkadaşlarına insan haysiyetini ayaklar altına alan onca hakaretler ediliyor, fiziksel ve psikolojik işkence uygulanıyor. Günün birinde hapishane müdürü, Mandela’ya şunları söylüyor: “Bu işi para için yapmıyorum, zaten beş çiftliğim var. Yakında da emekli olup gideceğim ama senin için buradaki cehennem hayatı sürecek...” Bugünden bakıldığında o hapishane müdürünü kim hatırlıyor? O, tarih sahnesinde Mandela üzerine çekilen bir filmde sadece üç-beş sahnede karşımıza çıkan bir tiplemeden başka bir şey değil...

‘METE DÜREN İKNA EDER BELKİ’ DEDİK

Geçen hafta birkaç spor yazarı, bazı taraftar oluşumları ve vicdan taşıyan herkes Twitter üzerinden Futbol Federasyonu’na çağrıda bulunduk: Terörün aramızdan aldığı gencecik bir kardeşimiz olan Berkin Elvan için ligdeki maçlar öncesi ‘Saygı duruşu’nda bulunulsun diye. Birçok kişi “Biz bu talebinizin karşılık bulacağına inanıyor musunuz, bu kadar saf mısınız?” şeklinde bir soru yöneltti, çağrı sahiplerine. Haklıydılar. Ama biz de haklıydık, evet biliyorduk federasyondan bu konuda olumlu bir cevap almayacağımızı fakat yine de “Biz kendi üzerimize düşeni yapalım” dedik. “Denemeden olmaz” dedik. Belki federasyon cephesinde kendilerine yönelik tüm önyargıların kırılmasını sağlayacak bu türden hamlelere sahip çıkacak ‘Akil insanlar’ vardır diye aklımızdan geçirdik. Mesela Mete Düren’in bir tıp insanı olduğunu, vicdanının sesini dinleyeceğini, Berkin kardeşimizle birlikte o acılı günlerde hayatını yitiren bir başka kardeşimiz, Burak’ın da kaybını da katarak başkan Yıldırım Demirören’i ikna edileceğini düşündük. Futbolumuzun resmi kuruluşu, ülke sathında yaratılmaya çalışılan kaosa kendince dikkat çeker diye umduk. Özetle denedik olmadı, yarın aynı meseleler önümüze gelse yine deneriz.
Lakin ne oldu, futbolumuzu yönetenler mesela kulüplerimiz kadar cesaretli, merhametli, vicdanlı olmadıklarını, olamadıklarını, medeni cesaretten yoksun olduklarını gösterdiler. Tarihe de böyle geçtiler. Yıllar sonra bütün bu acılar bitecek...
Bugünün zalimlerini, tarihi fırsatları kaçıranlarını, insanlığın evrensel durumlarına ilişkin refleks göstermeyenlerini geleceğin ‘Herodot’ları yazacak. Ve onlar, tıpkı ‘Mandela’ filmindeki müdür gibi sadece ve sadece üç-beş sahnede görünecek ara tiplemelerin ötesine geçemeyecekler.
Bu arada dünkü Trabzonspor-Kasımpaşa maçıyla başlayan süreçte bu hafta tam dört karşılaşma ‘seyircisiz’ (yani dünyanın en cinsiyetçi cezası olan ‘Çocuklar ve kadınlar’ eşliğinde) oynandı, oynanacak. Bir yandan da malum ‘Twitter’a girme cezası’ var. Sürekli yasaklarla, cezalarla örülü bir iklimde yaşıyoruz ve bazılarımız, bu saçma hayat denklemlerini unutmak için kendisini futbola veriyor.
Ama kaçış yok, futbol da bu genel manzaranın parçası. Şükür ki çoğu kez vicdanın gerçek tezahürü tribünlerde kendisini gösteriyor. ‘Bu da böyle biline’ diyorum...

Yazının Devamını Oku

‘Euro 2016’ya dair…

8 Mart 2014
Aslına bakarsanız benim hiç öyle derdim yok, yazlar Milli Takım için boş geçse de olur.

Çünkü ait olduğum kuşak futbolu televizyonun hayatımıza girdiği dönem, özellikle ilk göz ağrımız Dünya Kupası 74’ten itibaren severken ortada Ay-Yıldızlılar yoktu. Çok çok uzun bir süre de olmadı. Düşünsenize bendeniz futbolla 1973’ten itibaren ilgilenmeye başladım, Milli Takım ilk turnuva deneyimi 1996’da, Avrupa Şampiyonası dolayısıyla tattı.
42 yıllık ‘aralık’Yani arada 23 yıllık bir boşluk var. Benimkisi neyse 40’larda doğmuş birini alın, bir tek 1954 Dünya Kupası’na katılmış takımı biliyor, dolayısıyla onun zaman aralığı tam 42 yıl. Peki biz buna rağmen oyuna küstük mü, sevdamızda bir eksiklik oldu mu? Yoo... Boş durmadık, başka takımlara sevdalandık, o büyük turnuvalarda Hollanda’yı, Brezilya’yı, Arjantin’i, Fransa’yı, hatta Cezayir’i tuttuk... Futbolsever dediğin her daim kendine akacak bir nehir, uzanacak bir dal bulur.
Bu yaz da böyle olacak, Türkiye Brezilya 2014 sahnesinde yok, başka sevdalarla haşır neşir olacağız. Hoş benim zaten milliyetçilik damarında bir problem var, şu ana kadar bu soruna modern tıp dahil hiçbir kurum ve kuruluş çare bulamadı. Böylesi bir refleksi ‘post-modern’ dünya ahval ve şeraiti içinde demode buluyorum.

En önemli vitrinZaten bir göz atın yaşanan gelişmelere; zamanında sömürdüğü ülkelerin çocukları artık büyüyüp yaşadığı toprakların takımlarında forma giyince ortada ‘Milliyetçilik’ ekseninde bir olgunun, mevhumun da kalmadığını göreceksiniz.
Bakın Almanya’ya, Mesut’undan Khedira’sına, Podolski’sinden Boateng’ine damarlarında ‘Germen kanı’ dolaşmayan onca yetenek ‘Panzerler’ diye adlandırılan takımın en önemli parçaları. Keza Dünya Kupası 98’de, evinin de şampiyonu olan Fransa, Cezayirli Zidane, Kaledonyalı Karembeu, Ermeni Bogosian, Arjantin kökenli Trezeguet, Guadalup kökenli Thuram gibi isimlerden oluşuyordu.
Irkçı siyasetçi Le Pen’in, “Milli marşı bile söyleyemiyorlar” demesine kimse aldırmadı, bütün bir Fransa bu takımı bağrına bastı, birçok futbolsever de... Lakin yine de futbolun kendine özgü döngüsü içinde ‘Milli Takım’ kavramı, yeni rotüşları ve refleksleriyle önemini belli ölçülerde koruyor, çünkü Dünya Kupası hâlâ oyunun en önemli vitrinlerinden ve keyif alanlarından biri.

Yazının Devamını Oku

Fikir değil moral verdi

6 Mart 2014
Bu yaz ‘Dünya Kupası 2014’ü evinden izleyecek en iyi 11’in kuşkusuz en parlak yıldızı Zlatan Ibrahimovic olacak.

Kendi çapındaki bu ‘Dream Team’in kayda değer bir başka oyuncusu da Arda Turan olsa gerek.
Ankara’da dün oynanan Türkiye-İsveç maçı öncelikle bu iki ismi seyretme fırsatı yarattığı için önemliydi. Hoş Arda bizim çocuğumuz, milli maçlar dolayısıyla da olsa gözümüzün önünde ama ‘IBRA’ kim bilir kendine özgü jeneriklik gollerinden birini atar da geceye bambaşka bir mana katar diye de içimizden geçirmedik değil!

AMAN YANILTMASIN

Lakin dünkü randevunun asıl anlamı başkaydı elbet: Bir büyük turnuvayı daha kaçıran ve hiç değilse iki yıl sonraki yazı boş geçirmemek için hazırlıklarına bir an önce başlamak durumunda olan Türkiye’nin, Terim’le birlikte çıktığı yeni bir seferin de ilk adımıydı izlediğimiz 90 dakika. Evet, Terim’in son macerası 2014 Dünya Kupası grup elemelerinin son dört maçıyla başlamıştı ancak futbol kamuoyu olarak adeta sözbirliği etmişcesine o turnuvanın faturasını Abdullah Avcı’ya kestik ve ‘asıl’ yeni sayfayı adeta dün açtık.
Hazırlık maçları, takip ettiğimiz takımlar hazır mı değil mi diye fikir verir gibi görünürler ama bir yandan da yanıltırlar. Örneğin Euro 2012’ye katılma hakkını kaybeden Türkiye, turnuva öncesi hazırlık maçında Portekiz’i deplasmanda 3-1’le geçince hep birlikte Hiddink’e yüklenerek “Gül gibi takımı turnuvaya götüremedi” demiştik. Fakat Dünya Kupası 2014 elemeleri boyunca takımın gül gibi olmadığını, Hiddink dönemindeki ‘İkincilik’ unvanını bile mumla aradığımızı anladık. Dolayısıyla dünkü maç da bize gerçek bir fikir değil ama alınan galibiyetle moral verdi (bir de yeni formanın vücutta nasıl durduğunu gördük!..)

HOCA TECRÜBESİ

İsveç’in ikinci yarıya Zlatan’sız başlaması da heyecan katsayısını düşürdü (İlk 45 dakika biterken Arda’yla forma değiştirmesinden meseleye anlamalıydık). Genel notlar açısından Arda her zamanki kalitesinde, Caner her zamanki form ve asabiyetindeydi. Semih de Macaristan karşısında pahalıya patlayan hatasını hatırlattı. Görünen o ki Avcı’yla Terim’in takımı arasında kadro açısından fark yok. Farkı artık teknik direktör tecrübesinden bekleyeceğiz.

Yazının Devamını Oku

Onlar değişmez!

1 Mart 2014
G.SARAY-Chelsea Şampiyonlar Ligi 2. tur ilk maçının önemi, lig kalitemizin uluslararası arenadaki karşılığını somut bir şekilde görme şansını sağlamasıydı.

Statlarımız, transfer politikalarımız, basınımız, kulüp yöneticiliğimiz, futbolla hastalıklı ilişkimiz derken tüm bunların doğruluğunu ya da yanlışlığını tek bir maç ya da (rövanşı da katarsak) iki maç test edemez elbette ama yine de oyunumuzun kalitesine dair kimi fikirler sunabilir. Lakin maç ertesi çıkan yazılara, yapılan yorumlara bakıldığında yine kendi durduğumuz yerin tanımını doğru dürüst yapmadan, Chelsea’yi elimizden kaçırmaktan bahsedildiğini görüyor ve ister istemez yine komik ötesi noktalara sürüklendiğimizi fark ediyoruz. En azından ben durumun böyle olduğuna inanıyorum.

YILDIZ ESKİLERİ

CHELSEA, her şeye rağmen bugün Avrupa’nın mali anlamda en kalburüstü takımlarından biri. Üstelik çarşamba günkü randevuya Premier Lig’in lideri olarak çıktı. Takımı, yine dünyanın en önemli teknik adamlarından biri olan Mourinho çalıştırıyor. Galatasaray ise, evet ait olduğu ligin en üst düzey takımlarından biri ama dünya standartları açısından kadrosundaki yıldızlar, bir üst basamakta şanslarını deneyip o noktayla veda etmek durumunda kalan isimlerden oluşuyor.
Drogba, Melo, Sneijder ve Eboue en verimli dönemlerini Chelsea, Juventus, R.Madrid, Inter, Arsenal gibi ‘1. sınıf’ ekiplerde geçirdikten sonra yolu bu coğrafyaya düşmüş ve bir tür ‘ikinci bahar’larını yaşamak durumunda olan yıldız eskileri. Dolayısıyla zaten terazide bir eşitlik söz konusu değil ama yine de futbolun kendine ait dinamikleri, G.Saray yapısındaki takımları da şanslı ve iddialı kılıyor. Fakat mesele oyuna ait özellikler değil, bizim oyuna bakışımızdaki çarpıklıklar...
Maç başladığında diri, etkili, dinamik ve hâkim görünen Chelsea’ydi. Konuk golü attıktan sonra farka gidecek gibiydi. Lakin 2. yarı ev sahibi hem oyunda, hem de skorda dengeyi kurdu. Mourinho’nun takımlarına karşı geriden gelip beraberliği sağlamak, hele hele öne geçmek çok zordur. G.Saray bunu başarabilirdi, olmadı ama maçı izledikten sonra sonucu hem normal karşılamak gerekiyor hem de Aslan’ı takdir etmek. Lakin futbolu skordan ibaret gören zihniyet, Mancini’nin başlangıçtaki tercihleri üzerinden maçı okumaya ve “O olmasaydı da bu olsaydı kesin yenmiştik” türünden akıldışı yorumları marifet sayıyor. Aslında bu türden yaklaşımlara şaşırmak da anlamsız, çünkü bu topraklarda oyundaki değişime karşın kendisini yenilemeyen, aynı argümanlarla meseleyi çözebileceğini sananlar genel olarak bu işin yazı-çizi, yorum kısmıyla iştigal edenler. Taraftar, kulüp yapıları, oyuncu kaliteleri gibi diğer unsurlar değişse de onlar değişmiyor; çünkü ait oldukları ligden başka yerde top oynayamıyorlar, oynayamazlar da...

Yazının Devamını Oku

Mağduriyet karakterimdir...

22 Şubat 2014
BİR hafta önce bas bas bağıran bir Fenerbahçe...

“Hakkımızı yiyorlar, bütün bunlar puan farkını kapatmak için. Çünkü çekişmeli bir lig isteniyor vs...” Derken bir sonraki maçta hakem yine adaletten yoksun bir yönetim ortaya koyuyor ve bu kez sarı lacivertlilerin rakibi mağdur oluyor. Aynı gece Galatasaray yönetimi araya giriyor ve suyu bulandırıyor. “Hani sistem aleyhinizeydi. Rakibiniz aleyhine büyük haksızlık yapıldı, gösterilmeyen iki kırmızı kart ve bir ofsayt golle galip geldiniz. Yoksa zirvede yalnız mı bırakılmak isteniyorsunuz? Futbolcularınızın tekme atması, küfür etmesi serbest mi?”
Sarı kırmızılı yönetimin bu açıklamalarından 24 saat bile geçmeden oynanan maçta bu kez Galatasaraylı bir oyuncu rakibine dirsek attı, hatta dudak okumayla küfür ettiği kanısı kamuoyunun zihnine çoktan yerleşti.
Aslında çok iyi biliyoruz ki bu manzaralar yeni değil, son gelişmelerdeki fark hayatın söylenenleri neredeyse anında tekzip etmesiydi. Lakin bu oyun çok uzun bir süredir altını çizdiğimiz gibi ‘endüstriyel futbol’un ilgi alanı dahilinde ve meselenin bu hali, hayatın diğer alanlarında adaletle işi olmamakta da ısrar eden bir toplumun sahadaki tezahüründen öteye gidemiyor.
Evet mesela ‘Ali İsmail’e sahip çıkmak ‘İstanbul United’ gibi oluşumlara kapı aralamak, Çarşı’nın ‘Gezi’deki öncülüğü gibi ara renkler ve bir nebze de olsa ‘Umut ışığı’ yayan gelişmeler oluyor ama bu koca sektörde, bunca paranın döndüğü bir alanda haksızlıktan bahsetmek ve sürekli “Bizi yok etmeye çalışıyorlar” fikrini gündemde tutarak, tıpkı siyasette olduğu gibi her daim ‘mağdur’u oynamak inandırıcılığı yitiriyor. İşin kötüsü bunları söylediğimizde
bir grup spor yazarı ‘Futbol dilencisi’, ‘Ah şu romantikler’, ‘Tatlı su yorumcuları’ türü eleştirilere muhatap oluyoruz.
Elbette eleştiriye açığız ama sanki bu sistemi biz yaratmışız gibi saldırılara mutahap olmak hem inandırıcı gelmiyor, hem de meseleye yeni adımlar kazandırmıyor. Ama madem bu topraklarda ‘Mağduriyet karakterimdir’ en can alıcı ifade biçimi, bu konunun mağduru da biz oluruz, ne olacak ki...

‘ÇOCUKLARIMIN DERBİSİ’

HALİL Yazıcıoğlu, Radikal Spor

Yazının Devamını Oku