Serilerin uzamasında sorun yok, ‘Yapımcı memnun, seyirci memnun’ deyip geçmek mümkün. Lakin ‘Sinema yazarı’ kimliğine sahipsen özellikle metninin girişlerinde bir problem yaşıyorsun. O da şu: Seri bilmem kaç kez sinemaya aktarılmış, sen de aynı sulara her seferinde farklı kıyılardan girmenin yollarını arıyorsun… ‘İşin bu, o kadarı da olsun’ diyebilirsiniz, haklısınız da.
Neyse ki ‘X-Men’, geride kalanlara bakılınca bence sinemadaki en çizgi roman uyarlaması ve dolayısıyla yazı-çizi işi için de yeterince ilham verici bir yanı var. Lakin eski defterleri karıştırırken gördüm, serinin beşinci filmi olan ‘X-Men: First Class’a ilişkin eleştirime, “Öteki’ler ve ‘Öteki’lerin arasındaki ‘Öteki’… Bu espri etrafında dönüp duran ‘X-Men” diye girmişim. Elbette bu tespit benim için mevcudiyetini koruyor.
Bu haftadan itibaren zincirdeki ‘Yedinci’ film olan ‘X-Men: Geçmiş Günler Gelecek’ (‘X-Men: Days of Future Past’) salonlarımıza uğrarken, serinin temel olarak ‘Ötekiler’in hakkı meselesini ‘farklı’ özellik ve yeteneklere sahip ‘mutant’lar üzerinden verdiğini ve kimi sosyo-politik okumalara göz kırptığını bir kez daha belirtmek isterim. Küçük bir ara not: Mesela ben ikinci filmdeki ‘Mutant hakları, şimdi’ esprisini çok zekice, ince ve hınzırca bir gönderme olarak bulmuştum.
Futbolla haşır neşir olmaya henüz başlamıştım ve Balıkesir de 1. Lig yolundaydı. O sezon olmadı, biz de bir yıllık ikâmetten sonra Bursa’ya taşındık. Nam-ı diğer ‘Yeşil Bursa’, bambaşka bir futbol ikliminin şehriydi ama benim gözüm aynı zamanda memleketimin takımındaydı, çünkü o sezon (1973-74) Zonguldakspor da önce ‘Beyaz Grup lideri’, sonra da ‘2. Lig şampiyonu’ olarak (Trabzonspor’la birlikte) 1. Lig’in yolunu tutuyordu. İlginçtir, bir sezon sonra da ‘Balkes’ aynı ligin takımı oluyor ama macerası ne yazık ki 30 maçtan öteye gidemiyordu.
‘Rahmetli’ eniştem Faruk Güntan Zonguldak Stadı’nda müdürdü, lakin sezon içleri öğrenci olduğumdan evinde hiçbir ‘resmi’ maçını seyredemedim ‘Kara Elmas’ın. Sadece bir sezon başı hazırlık maçında o dönemin 2. Lig takımlarından Sarıyer’le oynanan mücadeleyi izlemiştim. ‘Bizimkiler’, Eskişehirspor ve Fenerbahçe maceralarından sonra Lacivert-Kırmızı formayı giyen Ömer Kaner’in tek golüyle galip gelirken ‘Martılar’ın efsanevi futbolcusu Garo’yu (Hamamcıyan) da izleme fırsatı bulmuştum o maçta.
‘İşçinin milli takımı’
‘Kara Elmas’la tek ‘resmi’ randevum ise Bursa Atatürk Stadı’nda oldu. Hangi takım cezalıydı tam hatırlamıyorum ama bir Altay-Zonguldakspor lig maçı Bursa’da oynandı. Futbol sevdamın ateşleyicilerinden teyze oğulları Erhan ve Ergün ağabeylerim, Ereğli’den kalkıp maça gelmişler, beni de götürmüşlerdi. Lakin o gün Lacivert-Kırmızılılar yerine bir futbol efsanemizi çıplak gözle izleme fırsatı buldum. Zonguldakspor maça gayet iyi başladı, oyun kontrolü, top hâkimiyeti, sağlı sollu ataklar hep Karadeniz ekibinin lehineydi. Ancak Siyah-Beyazlıların bir kontrasında kazanılan köşe atışında topun başına ‘Büyük Mustafa’ (Denizli) geçti. Sonrasında öyle bir falso verdi ki meşin yuvarlağa, Altay daha çok defansta takıldığı maçta golü buldu. Sonra aynı tablo tekrarlandı, Zonguldakspor tekrar oyuna hâkim oldu ve kaptan Muammer’le beraberliği sağladı. Ama sahneye yine ‘Büyük Mustafa’ çıktı ve yine bir köşe atışıyla Siyah-Beyazlı takımı 2-1 öne geçirdi ve mücadele bu sonuçla bitti.
‘Karadeniz ekibi’, Türkiye’de sevgili Tanıl’ın (Bora) hatırlattığı üzere, emekli sendikacı Namık Aşçı’nın deyimiyle ‘İşçinin milli takımı’ misyonu taşımış bir simgeydi. Kökleri 1945’te kurulan Kömürspor’a dayanıyordu. Bu takım 1966’da Zonguldakspor’a dönüştürüldü. Lacivert-Kırmızılılar, 1974’te başladıkları 1. Lig macerasını 1987-88 sezonunda sona erdirmek zorunda kaldılar. Sonrası çöküştü. Tribünlerinde ‘Vardır senin renginde şehit madenci kanı / Başarılı ol ki sürsün yıllarca madencinin şerefi şânı’ pankartı açılan takım, ancak bu sezon mücadele ettiği Bölgesel Amatör Lig 10. Grup’ta sezonu şampiyon alarak tamamladı ve terfi maçında Zara Belediyespor’u 2-0 mağlup ederek 3. Lig’e yükseldi.
Bir turnuva teklifi
İKİ çocukluk yoldaşım Zonguldak ve Balıkesir’in şampiyonluk başarıları yaşadığı bir dönemde bu yazıyı geçen hafta kaleme alacaktım, ama araya ‘Madenciler’in bu ülkede ‘kaçınılmaz’ olarak dayatılan yazgısı girdi ve ne yazık ki ‘Soma katliamı’nda, ‘resmi’ rakamlara göre 301 kardeşimizi kaybettik. Soma’da açılan yaraları bir nebze kapatmak üzere F.Bahçe-Beşiktaş ve G.Saray-A.Madrid maçları oynanacak. Ben aslında Zonguldak, bir başka işçi takımı olan Adana Demirspor ve Soma Linyitspor’un katılacağı bir turnuvayı da naçizane öneririm. Gerçi asıl önerim belki mesela İstanbul’da dünyadaki madenci takımlarının buluştuğu bir yaz turnuvası olacak ama bu hayalimin çok zor gerçekleşeceğinin de farkındayım. Mesela Liverpool, Shakhtar, ‘Ruhr havzası’nın takımları Dortmund ve Schalke’nin katılacağı bir turnuva ne büyük yankı yapardı...
Öncelikle ‘fişleme’ iddialarının gerçeği yansıtmadığını söyleyen Kılıç, ardından asıl hedefin ne olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Sonuç olarak tüm spor müsabakalarında, sadece futbol sahalarında olmadığını vurgulamak isterim, ‘e-bilet’ uygulaması şiddetin önüne geçilmesi noktasında önemli bir proje olarak hayata geçecek.”
PEKİ YERKEL?
Bakanın şiddeti önleme yolunda idealize ettiği ‘e-bilet’ uygulamasının yarattığı tartışmaları biliyoruz ama ben konuyu şuraya getirmek istiyorum: Velev ki bu uygulama doğru ve Kılıç’ın önerisine uyduk. Amma velakin bir de işin, daha doğrusu idealizmin hayattaki pratikleri var. Örneğin çarşamba günü Başbakan Erdoğan ve heyeti, Soma’daki elim felakete (ki ben ‘Katliam’ demeyi daha uygun buluyorum) ilişkin ilçeye yaptığı ziyaret sırasında hayatlarını kaybeden madenci kardeşlerimizin yakınları tarafından protesto edildi. Malum, uzun AKP iktidarı boyunca ‘Yeni Türkiye’nin en önemli göstergelerinden birinin vatandaşların ‘protesto gösterileri ve yürüyüşleri’nin ‘darbe’ olarak nitelendirildiğine ve her surette polis kuvvetleri tarafından güç kullanılarak engellendiğine şahit olduk. Bu aslında bizi yöneten iktidara ve onun temsilcisi konumundaki Başbakan’a adeta nankörlük gibi sunuldu uzun süre, sunuluyor da... Fakat Soma’da acı büyük, onca cana kıyıldı ve uzun süre hafızalardan çıkmayacak görüntülere, travmalara, hayatlara tanık olduk, ki olayın artçı sarsıntıları uzun süre dinmeyecek gibi.. İşte bu ortamda çarşamba günü yükselen protesto seslerine devlet eliyle şiddet mantığında karşılık verildi ve mesela Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel, göstericilerden birine iki Özel Tim görevlisi eşliğinde saldırdı. Ertesi gün “Kendimi kaybetmişim” dedi ama sonuçta biliyoruz ki normal demokrasilerde bu hareketin bedeli, nedeni ne olursa olsun bizatihi bağlı bulunduğu kurum tarafından görevinden alınma ve akabinde hakkında soruşturma açılmadır. Ve fakat aynı zaman dilimlerinde asıl şiddet gösterisine Başbakan Erdoğan ve korumaların katıldığını ve yaşanılan hengâmede Taner Kuruca adlı bir gencin bir hayli darp edildiğini daha sonra öğrendik. Olayın muhatabı Kuruca, yaşananları televizyon ekranından bütün Türkiye’ye aktarırken nazik cümleler eşliğinde Başbakan’dan sadece bir özür beklediğini duyurdu.
HADİ İKNA EDİN
Şiddet bu toplumda bir ifade biçimi.. Dolayısıyla hayatın en önemli yansımalarından biri olan futbola yansımaması da beklenemez elbette. Ki çoğu kez birbirimizi yiyor ve “Kol kırılır yen içinde kalır” diyoruz. Lakin Kasım 2005 Saracoğlu’nda oynanan 2006 Dünya Kupası play-off serisi ikinci maçında konuk İsviçreli oyunculara da “Evet, biz bu oyunda kazanmaya odaklıyız, yenilmeyi pek sevmeyiz. Şiddet de bir ifade biçimimiz, bu kez bu durumu size de ifade edelim” dedik ve uluslararası bir rezalete imza attık. Neyse, bunlar eski defterler, arada koca koca futbolcuların, yöneticilerin “Seni evinden aldırırım” sataşmaları, hayatlarını kaybeden gencecik taraftarları hatırlatmama gerek var mı?
Fakat galiba bu aralar asıl hatırlatmayı Gençlik ve Spor Bakanı Kılıç’a yapmak gerekiyor: Sayın Bakan, bağlı bulunduğunuz hükümetin en üst temsilcisinin bile ifade biçimlerinden biri şiddetken siz bu topluma ‘e-bilet’ uygulamasının inandırıcı yönlerini nasıl aktaracaksınız? Naçizane siz önce kendi hükümetinizin şiddetle hesaplaşmasını yapın, sonra toplumdan bu konuda adım atmasını bekleyin derim...
G.Saray için bu arayışın öncelikli adresi kuşkusuz ‘2000 ruhu’ denen dönemdir. Bu dönemi ararken tahtaya önce Hagi’yi, sonra da diğer oyuncuları yazar sarı kırmızılı takıma gönül verenler...
Lakin hayat, evet tekrarlar bütünüdür genel itibariyle ama herkesin, her dönemin hikâyesi farklıdır ve zamanın kendi salınımı içinde, kimse kimsenin yerini tutamaz, tutması da gerekmez.. Ve fakat yine de bu arayış sürer gider; F.Bahçelilerin 103 gollü sezonu, Beşiktaşlıların ‘Metin-Ali-Feyyaz’ı, Trabzonsporluların Şenol’lu, Ali Kemal’li takımı özledikleri ve her daim andıkları gibi...
ODAK BiR ANDA DEĞiŞTi
GEÇEN sezon ortası G.Saray’a dahil olan Sneijder, yine ‘Yeni Hagi olabilir mi?’ efekti eşliğinde futbol dünyamıza katıldı. Hollandalı yıldız, tıpkı ‘Rumen efsane’ gibi Batı semalarında sönmeye yüz tutmuştu. Eski ihtişamını kaybeden ve kendine bu topraklarda yeni bir gelecek aramaya soyunan öncüllerine benzer bir haletiruhiyeyle mesaisine başladı.
Portföyünde Ajax, R. Madrid ve Inter vardı ve ‘Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’ gibi bir muhteşem hatırayı yanında taşıyordu. O dönemki hocası Terim tarafından istenmediğine dair yazılıp çizilenler, peşi sıra benzer bir kariyerle takıma dahil olan ‘Drogba heyecanı’, tribünlerin ve kamuoyunun odağını çarçabuk Fildişili yıldıza kaydırdı. Üstelik Drogba yeni takımındaki ‘Açılış’ ve ‘Gelişme’ bölümlerinde, şanına yakışır bir performansla bu ilgiye karşılığı çok çabuk verdi.
KALiTESiNi HATIRLATTI
SNEIJDER’in kendini hatırlatma ve takımı sırtlama işlevi bu sezon gerçekleşti. G.Saray’a transfer olma döneminde Manchester United’ın ilgi gösterdiği ama fiyatını Ferguson’ın kendi ölçülerine göre pahalı bulduğu, Queens Park Rangers ve Tottenham’ın kısa süreli flörtlerden sonra vazgeçtiği, Anzhi Mohaçkale’nin de ilgilendiği ama ‘Rusya Ligi’ gerçeği dolayısıyla ana seçenek olmaktan uzak kaldığı bu serüvende son gülen sarı kırmızılılar oldu... Hollandalı’nın G.Saray kariyerindeki (şimdilik; çünkü gerisi gelir mi, takımda kalır mı, bilmiyoruz elbet) en ışıltılı sezonun kısa özetine soyunursak, Drogba’nın özellikle sakatlıklardan dolayı süreklilik arz etmediği, Burak’ın onca tecrübesine rağmen acemilik günlerine geri döndüğü, sürekli bir deplasman korkusunun yaşandığı ve şampiyonluk gelmese de ‘İkincilik’ unvanının bile Devler Ligi’nde direkt olarak gruplara kalma şansı tanıdığı, dolayısıyla gereksiz rehavet sağladığı bir evrede Sneijder elini taşın altına koymayı ve ‘Final maçları’nın futbolcusu olduğunu hatırlatmayı bildi.
‘EN YARATICI OYUNCU’
Çünkü tesadüfen kanallar arasında dolaşırken NTV Spor’da naklen yayınlanan ‘Junior Lig Basketbol’ finaline rastladım. G.Saray ve F.Bbahçe minikleri finali olunca ilgi gösterilmesi bir anlamda uygun görülmüş ve böylece 2002 ve 2003’lü sporcuların mücadelesine ekranda genişçe yer ayrılmıştı.
Doğrusu maçı, şöyle böyle değil çok çok beğendim. İki tarafın da azimleri bir tarafa, fundemantelleri, oyunu okuyuşları, top sürüşleri, pota altı hakimiyetleri, atış anındaki cesaretleri vs., her bir şeyiyle mükemmele yakındı.
Sonuçta Aslanın minikleri, maçı 49-34 alıp kupaya uzandı ama önemli olan skor değil, izlenen oyun üzerinden basketbolun bu topraklardaki geleceğine ait umut ışığıydı bence. Bu minikler serpilip büyüyecek ve kendilerince ‘Salonun Efendisi’ olma yolunda emin adımlar atacaklardır diye umuyorum. Aslında bizim uzun zamandır alt kategoriler üzerinden geleceğe dair umutlarımız her dem taze. Daha önce ‘Yıldızlar’da yaşanan sevinci son olarak ‘Gençler’ de tattı ve Avrupa şampiyonu oldu. Zaten meselenin alt yaş gruplarındaki başarı ve eğitim olmadığı açık.
Sonrası gelmiyor
Biz miniklerimizi, gençlerimizi iyi eğitip ‘resmi’ açıdan tescillenmiş başarılarla donatmayı uzun süredir beceriyoruz. Lakin bir özel eşik var, çocuklarımız oraya geliyor ve tam bu noktada adeta kayboluyor. Bir sonraki aşamada ya yok oluyorlar ya da yok ediliyorlar. Bunun nedeni sistem demek, kulüplerin oyuna bakışı, genç yeteneklerin profesyonellik aşamasında yaptıkları yanlış tercihler mümkün. Yani tek bilinmeyenli denklem değil karşımızdaki ama eşitliğin karşısındaki sonucu hep aynı kapıya çıkıyor: Hüsran...
Sistem ve onun uygulamadaki en önemli bileşenlerinden kulüpler, gençleri yaşatmayı ve adım adım oyunun bütününe katmayı doğrusu bir türlü başaramıyor. Çünkü onlar için tek hedef var; başarı… Her daim sabırsız, büyük yatırımların karşılığını alma ve günü kurtarma peşindeler. Oyuncuların problemi ise sanırım gelecek tercihinde beliriyor. Cazip kontratlarla ‘konfor zonu’na girdikten sonra ‘Avrupa’nın sayılı yeteneklerinden biri’ ya da ‘NBA yolcusu’ olma fikrini geliştirmek, zenginleştirmek zor geliyor. Bunun yerine bu diyarda dişlinin parçasına dönüşmek ve kâğıt üzerinde herkese çekici gelebilecek ‘iyi bir ev, lüks bir araba, ışıltılı bir hayat’ türünden bir kurguya boyun eğmek, daha kolay bir tercih gibi görünüyor. Sonuçta da geçmişin yetenekleri şimdinin sıradanları oluyor.
Kazanma histerisi
Üç gün önce Darüşşafaka Doğuş Basketbol’un eski milli oyuncularımızdan (bugünün yorumcusu) İbrahim Kutluay önderliğindeki ‘Oyunda Kal’ platformunun tanıtımına katıldık. Organizyonun hedeflerini konuşurken özellikle ‘Junior Lig’ finali üzerinde bu yazıda değindiğim duraklara da ara ara uğradık. Kutluay, Türkiye genelinde birçok merkezde gençlere basketbolun incelikleri kadar, sporcu kişiliğinin nemenem bir şey olduğunu aktarmayı hedeflediklerini anlattı. Amaç yeni yetenekleri keşfetmekten ziyade, daha fazla sayıda genci basketbol ve spor kültürüyle buluşturmak. Ne diyeyim, ‘kazanma’ olgusunun (daha doğrusu histerisinin) neredeyse tek amaç olduğu bu topraklarda bu türden her hamle önemli. Umarım kitlelerin spora olan hastalıklı bakışını olabildiğince aklın, mantığın ve vicdanın yanına çekerler..
Malum, ‘Güneşten bir kütle koptu ve soğumaya başladı...’ kadar eski bir klişedir bu.. Hoş, klişeler belli deneyim ve yaşanmışlıkların da eseridir ama yüzmede başarıyı denizle bağlı tarif etmeye çalışmak beyhudeliğin ta kendisidir. Nitekim dört tarafı denizlerle çevrili birçok ‘Ada’ devletinin de iyi yüzücüleri yoktur. Oysa dört kenarı itibariyle dikdörtgen formdaki olimpik havuzlara, dört başı mamur yüzme tesislerine sahip olan ülkeler, gençlerini bir de iyi antrenörlerin ellerine teslim ederlerse başarı gelir, geliyor da... Bir de o gençlerde bulunması gereken azim, disiplin ve çok çalışmayla elbette.
Aktif sporculuk dönemini yaklaşık 100’e yakın rekorla kapatan Yüzme Federasyonu Başkanı Ahmet Bozdoğan, ekibiyle akılcı bir yol izleyerek ve ‘Eğitim şart’ diyerek yaklaşık bir yıl önce Michael Phelps’in antrenörü olarak ün yapan Bob Bowman’la anlaşmıştı. Bu birlikteliğin ilk adımı olarak da ümit vaat eden beş genç sporcu; Ediz Yıldırımer, Nida Elif Üstündağ, Doruk Tekin, Kemal Arda Gürdal ve Yalım Acımış Bowman’ın rehberliğinde Baltimore’a götürülerek eğitime başladılar. Bu, hamlenin nokta atışı olan kısmıydı. Bir de kitleleri yüzmeyle buluşturma ve bu yolla geniş toplulukları ‘suya çekme’ düşüncesi vardı ki 2013’te 18 bin olan aktif lisanslı sporcu sayısına bir yılda 32 bine ulaşıldı...
iDDiADAN ÖNCE ŞENLiK DUYGUSU
BÖYLESİ geniş bir yelpazede seyreden bir organizasyonun elbetteki iyi bir sponsora ihtiyacı olur, ‘endüstriyel futbol’la ilişkisini sonlandıran Turkcell, bütün bu yüzme faaliyetinin destekçisi olarak oyuna dahil oldu. Yaşanılan süreç, bir sunumla basına tanıtıldı. Nitekim geçen yıl ilk adımlar atılırken de neredeyse aynı gazeteci topluluğuyla buluşularak, bir anlamda aradan geçen süreçte nelerin yapıldığı herkese aktarıldı.
Bozdoğan, iddialı, “2015’te durum daha bir netleşecek, o zaman madalyadan bile söz edebilirim” diyor. Doğrusu evet, sporun içinde kazanmak, başarmak her daim var, lakin bizim gibi özellikle spor kültürü futbol üzerinden yüklenen ve başarıya endeksli bir haletiruhiyeyle hayatın diğer alanlarında da benzer refleksli göstermeye meyilli toplumlar için bence bu tür iddialarda bulunmak ters tepebiliyor. 2012 Londra Olimpiyat Oyunları öncesi özellikle dönemin Spor Bakanı Suat Kılıç, sürekli “Çok iddialıyız” demiş, organizasyonun ilk günlerinde gelmeyen madalyalar sonrasında sahne alanları da baskı altına alarak en iyi bildiklerini bile yapamaz hale getirmişti. Zaten zannımca, -yine ‘gereksiz’ bir romantik hamle olarak addedilebilir ama- olimpiyatların temel felsefesi o şenlikte yer almak, yani katılmaktır.
Sunumda dikkat çeken en önemli şeyse bir üniversitenin matematik ya da fizik bölümünde derse giren sempatik profesörleri andıran Bob Bowman’ın, bu işe gerçekten sımsıkı sarıldığına dair samimiyetini ve inancını hissettirmesiydi. Sorulara esprili cevaplar veren Bowman, bilgi ve birikimini yansıtan konuşmalarıyla etkiliydi. Bizim Bağış’ın (Erten), “Hazır yakalamışken dünya basınının cevabını aradığı ‘Phelps’in durumu nedir?’i size sorsak” hamlesine, “Havuza indi ama ne olacağını bilmiyoruz. Yani henüz suyun başında” şeklinde cevap verdi.
Başarı hemen (yani Bozdoğan’ın altını çizdiği gibi mesela 2016’da) gelir mi gelmez mi bilemem ama geleceğe yönelik sağlam kulaçlar atıldığı kesin. Üstelik bu hamleler içinde iyi antrenörler yetiştirilmesi yolunda çabalar da var. Naçizane şu istekte bulunabilirim ancak, spor basınını “Havuzda –yine- boğulduk” başlıklarından kurtarın lütfen...
Niye baba Fenerbahçeliyken çocuklardan büyük olanı Beşiktaşlı, küçüğü Galatasaraylı oluyor? Niye günün birinde dayı, yeğenini Galatasaray maçına götürdü diye orada burada “Ben Fenerbahçeliyilim” diyen ufaklık o günden itibaren sarı-kırmızılılara gönül veriyor? Niye, niye? Sorular çok ama cevaplar net değil. Bir karar anı var ve o anki yargınız, hayatınızın sonraki bölümüne yön veriyor. Değiştirme hakkınız var tabii ama hem kendinize yediremiyorsunuz hem de çoğu kez ‘bir çocukluk anısı’ diyerek sineye çekmek ve sonsuza değin o yolda yürümek daha doğru geliyor...
İşte bu türden yapılmış seçimlerin ardından benzer reflekslerle karşı tarafa düşmüş birine ‘Öteki’ muamelesi yapmak, nefret kusmak, işi şiddet boyutuna vardırmak; galiba asıl tuhaf olanı bu. Yine bildik hatırlatmaları sahaya süreceğim: Barça’lıyla Real’li, Everton’la Liverpool’lu, Boca’lıyla River’lı, Celtic’liyle Rangers’lı arasındaki rekabetin tarihsel, sınıfsal, dinsel kökenleri var ve oradaki nefreti belli ölçülerde anlamak mümkün ancak ya buradakileri? Neyse bunlar çok tali konular ve zaten hatırlattıkça suçlu siz oluyorsunuz?
GEZİ’DEN ÇIKAN BİR TAKIM!
Bu gereksizce birbirine nefret duyan ‘Düşman kardeşler’i bir noktada, belli bir hedefte, sevinçte ve tasada birleştiren toplumsal hareketi Türkiye geçen yaz yaşadı. ‘Gezi Direnişi’, farklı reflekslere sahip ama tememl derdi demokrasi olan vatandaşları belli noktalarda buluşturduğu gibi birbirlerine karşı duruşları belli olan taraftar gruplarını da bir anlamda birleştirdi. O güne kadar birlikte görülme, yan yana durma eylemini ancak yazılardaki idealize ifadelerde bulan formalar, renkler artık birlikte direnişin en önemli yapı taşlarında biri olmuştu. Her ne kadar eylemlere Trabzonsporlusu, Göztepelisi, A.Demirsporlusu, Karşıyakalısı, Dersimsporlusu, Akhisarsporlusu, Zonguldakporlusu, Bursasporlusu ve adını sayamadığım onca takım taraftarı bizatihi formalarıyla katılsa da ortaya çıkan görüntüler ‘İstanbul United’ kimliğinde sembolize edildi. Bu bir umut ışığıydı ve geleceğe dair atılacak dostlukların başlangıcıydı. Lakin ligde oynanan son derbi bu tür dostlukların için henüz ortada gerekli umut ışığının yeşermediğini, herkesin yine bildik ezberlerini sürdürdüğünü gösteriyor. Olsun, umut umuttur. Nitekim bu umut ışığı sinemada yansımasını buldu. Ferit Eslam ve Olli Waldhauer adlı iki genç yönetmenin imzasını taşıyan yapımda, yaşananlar adeta belgeleniyor. ‘İstanbul United’ adını taşıyan bu 88 dakikalık çalışma önceki gün İstanbul Film Festivali’nde gösterildi, umarım yolculuğu devam eden ve çok sayıda limana uğrar.
Naçizane benim de görüşlerimle katkıda bulunduğum ‘İstanbul United’, üç takımdan taraftarın hayata, futbola ve takım kimliğine bakışlarıyla yola çıkıyor ve bir noktadan sonra da Gezi dolayısıyla gerçekleştirilen oluşuma dikkat çekiyor. Kuşkusuz daha iyi bir çalışma olabilirmiş ‘İstanbul United’. Farkındayım, birçok izleyici tarafından da film yetersiz görüldü. Ama yine de özelliklere görüntüler açısından geleceğe bırakılacak önemli bir miras ve bu konudaki ilk adım olma özelliği taşıyor. Umarım sonraki adımlarla eksik parçalar tamamlanır...
Malum, TT Arena’ya konuk olarak gelen lider Fenerbahçe’nin 10+3 puanlık bir avantajı var, buna mukabil ev sahibi Galatasaray’ın derdi de ligi en azından ikinci bitirerek önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi serüvenine ‘grup aşaması’nda başlamak ve en az altı maçlık bir seriyi garantilemek.
İşin ‘derbi’ boyutunda ise her iki takımın hanelerine yazdıracakları yeni bir galibiyetin arayışı var elbet...
Ben ise derbiden çok meselenin Roberto Mancini kısmındayım. Malum, İtalyan teknik adam için başta ‘Galatasaray basını’ olmak üzere, çoktan kalemler kırıldı, iş uygulamaya kaldı.
Arena’da alınacak bir mağlubiyet bu süreci hızlandırabilir, galibiyet ise 49 yaşındaki çalıştırıcıya bakışı değiştirmez; sadece ayrılık fikrini ve eylemini ‘şimdilik’ olması kaydıyla erteler...
Del Bosque, Gerets ve Mancini
Futbol, üst düzeyde oynandığında dünyanın her yerinde sorunlar kuşkusuz aynı kapılara çıkıyor. Büyük takımın derdi de büyük oluyor. Barcelona, Real, Milan, Bayern, Manchester United fark etmiyor.
Bu tür takımların başındaysanız her daim ‘başarı’ sözcüğü size eşlik etmeli. Takım hedeflerden uzaklaştığında teknik direktör koltuğunda oturan kim olursa olsun ‘üç vakte kadar yol görünüyor’dan başka seçenek kalmıyor elde.