Aslında pek de seçenekleri yoktur. Lakin takvimler 1990’ı göstermektedir ve İrlanda o yaz İtalya’da, Dünya Kupası’nda boy gösterecektir. Akıllarına bir fikir gelir: ‘Fish and cips’ işine girmek... İkili, ‘Ekmek tekneleri’ olan bir karavanda sınıf atlamanın yollarını ararlar. İrlanda bir mucizeyi gerçekleştirir ve Hollanda’nın önünde gruptan çıkar... Sonraki turda da durmaz, Romanya’yı penaltılarla geçer... Lakin çeyrek finalde rakip İtalya’dır. Ev sahibi, Schilacci’nin golüyle ‘İrlandalılar’ı üzer ve evine yollar. Bu onlar için bu sonun başlangıcıdır... Satışlar düşer, iki arkadaş arasında sorunlar başlar ve nihayetinde başladıkları yere geri dönerler...
‘KUPA FİNALİ’
Ünlü İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın Roddy Doyle’un romanından gerçekleştirdiği ve Colm Meany-Donl O’Kelly ikilisinin başrollerini paylaştığı ‘The Van’ (Karavan), sinema tarihindeki en hoş ‘Dünya Kupası’ filmlerden biridir...
İsrail 1982 Haziranı’nda Lübnan’ı işgal eder. Çavuş Cohen’ın o yazki planı İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nı yerinde izlemektir. Hatta uçak ve maç biletleri cebindedir. Görev görevdir ve Lübnan’a giderek işgalin bir parçası olur. Lakin üstlerinden subay Gallili’yle birlikte savaşa katılmadan önce İtalya’da yaşamış olan Filistinli Ziad’ın komutasındaki küçük birliğin esiri olur. Zamanla iki tarafın da en önemli ortak noktasının futbol olduğu anlaşılır. Filistinliler de, İsrailli esirler de Almanya’yla oynanacak finalde İtalya’yı tutuyorlardır. Hatta en önemli meseleleri Rossi’li ‘Azzuriler’in hangi taktikle oynayacağıdır... İsrailli yönetmen Eran Riklis imzalı ‘Gmar Gavi’a’ (Kupa Finali) de ‘Dünya Kupası’ filmleri kategorisinin nadide bir parçasıdır.
Brezilya, 1970... Futbolu babası sayesinde çok seven 12 yaşındaki Mauro’yu, ailesi Sao Paolo’daki dedesinin yanına götürmeye karar verir. Kendisine tatile çıkacaklarını söylerler, aslında komünist olan baba Daniel, cunta rejiminden kaçacaktır. Küçük oğullarına ‘tatil’ yalanını uyduran Daniel ve eşi Bia, Mauro’yu dedesinin yaşadığı apartmanın önüne bırakırken dönüş tarihini de söyler: Brezilya’nın, Meksika’da düzenlenen 70 Dünya Kupası’ndaki ilk maçının günü olan 3 Haziran... Lakin dede bir gün önce vefat etmiştir. Bu bilgiden habersiz kapıya bırakılan Mauro için hayat artık çok zordur. Küçük çocuğa dedesinin kapı komşusu olan Shlomo bakmak zorunda kalır. Cao Hamburger’in imzasını taşıyan ve bizde ‘Annemler Tatilde’ ismiyle gösterime giren ‘O Ano em Que Meus Pais Sairam de Ferias’, bana kalırsa çok özel bir filmdi. Bunun nedeni de hem belli bir kuşağın hislerine tercüman olması hem de futbol aşkını derinden ve doğru bir şekilde seyircisiyle paylaşması.
Çocuk aklımla 1974’ün yazında nedenini bilmediğim bir şekilde Cruyff ve arkadaşlarının serüvenlerini nasıl sonlandıracağı, meselenin benim kanadımdaki ilk büyük heyecanıydı. Bütün Türkiye’nin yeni yeni sevdiği TV denen o alet sayesinde aslında futbol da bu coğrafyadaki tutku ağını alabildiğine genişletiyordu. Ekran siyah-beyazdı ama sevdamız renkliydi. ‘Sarı fare’ yönetimindeki ‘Portakallar’, Rinus Michels’in ‘Total futbol’unu oyunun tarihsel akışına yeni bir ruh olarak eklerlerken onları o ünlü final maçında ‘Beleşçi’ namlı Gerd Müller’in golü durduracak ve Hollanda, Batı Almanya topraklarını ‘Gönüllerin şampiyonu’ olarak terk edecekti.
Sevda bu, hemen bitmiyor ki... Aradan 4 yıl geçti, ‘Portakallar’ bu kez Rensenbrink yönetiminde yine sahnedeydi. ‘Arjantin 78’, artık onlar için ‘ezeli’ rakip görüntüsü kazanan B. Almanya’dan 2-1’lik maçın rövanşını alma fırsatı bile sundu ama mücadele 2-2 bitti. Neyse, Rensenbrik’in yanı sıra Kerkhof kardeşler, Naninga, Rep ve Arie Haan derken bu kez Happel’in teknik adamlığını üstlendiği takım yine finaldeydi. Ama yine olmadı, faşist Videla’nın ülkesinde, ‘solcu’ Menotti’nin çalıştırdığı Arjantin, halkının acılı günlerini futbolla bir nebze dindirirken aslında bu sonuç ‘Diktatör’ün de istediği ‘Sahte’ ve ‘geçici’ mutluluğu ülke sathına yayıyordu. Lakin beni ilgilendiren Hollanda’nın yine meydanı boynu bükük terk etmesiydi. Çocukluk sevdam, bir türlü ‘Şampiyon’ unvanıyla taçlanamıyor ama ben de bu oyunda tek denklemin sadece kazanmanın olmadığını öğreniyordum. Bir anlamda yenilgiler adeta olgunlaştırıyordu beni ve kuşağımın tüm Hollanda sempatizanlarını...
Sonrasında araya Zico ve arkadaşlarının 82’deki ‘Şiir gibi futbol’u, 86’da görüp göreceğimiz tüm zamanların en muhteşem ‘One Man Show’uyla Maradona hafızalarımıza kazındı. Hollanda ise özellikle Almanya’yla olan tarihsel hesabını Euro 88’de kapattı. Yarı finalde Germenler’i 2-1’le geçip finalde de Sovyetler’i 2-0 mağlup ederken hem ilk kez büyük bir turnuvada ‘Şampiyon’ oldular hem de Van Basten’in golünü ‘Tüm zamanların en iyisi’ unvanıyla tarihe armağan ettiler. Takımın hocası Michels de oyuna dair o güne kadar yaptığı katkıların bir anlamda karşılığını alıyordu.
SNEIJDER VE ARKADAŞLARI
Hollanda yeni yüzyılda da oyundaki geleneğine sahip çıkıyor ve 2010’da, tarihindeki üçüncü finali oynuyordu. Lakin benim için Bert van Marwijk’in takımının, eskilerine benzer bir kıymeti-i harbiyesi yoktu. Sonuç odaklı gereksiz bir sertlikte (hatta ‘vahşilik’ düzeyinde) futbol oynuyorlar ama hedefe de emin adımlarla yürüyorlardı. Van Marwijk bu durumun farkındaydı ve geçmişin sevilen Hollanda’sının izlerini sürmediklerini belirtmek için, “Gönüllerde taht kurdular da ne oldu, kazanamadılar, biz ise kazanmak için oynuyoruz” diyordu. Neyse, Del Bosque’nin İspanya’sı onlara bu fırsatı vermedi, hoş kupayı alsalardı ‘Kazanan haklıdır’la tarih onları da önemseyecekti...
Şimdiki zamanın Hollanda’sı ise önceki gece 2010’un rövanşını İspanya’dan 5-1’le alırken turnuvaya büyük bir moralle başladı ve kendilerine favori olarak göstermeyenlerin planlarına adeta bozdu! Yine de her şey için çok erken tabii ki. Van Gaal’in takımı ne yapar, bekleyip göreceğiz.
Ama öte yandan İspanya maçındaki korkutucu Hollanda’nın iki cepheye mesajı vardı; biri Van Gaal’i bu sezon başında takımlarında görecek M.United taraftarlarının yüreğine serpilen suydu. Diğeri ise Euro 2016 için ‘Portakallar’la aynı grupta yer alan Türkiye’nin artık ‘İkincilik’ için Çek Cumhuriyeti’ni daha ciddiye alması gerektiği yönündeydi... Ama bu iki mesaja ilişkin gelişmelere daha çok zaman var, şimdilik turnuvanın tadını çıkarmaya bakalım. Cruyff’un, Rensenbrink’in, Gullit’in tadamadığı mutluluğu Sneijder ve arkadaşları tadacak mı, bu da peşine düşeceğimiz yeni bir merak olsun...
“Birçoğumuz hayatını dünya kupalarına bakarak ölçer. 1978’deki Hollanda’yı sekiz yaşındaki bir çocuk, 1994’tekini de 24 yaşında bir televizyon araştırmacısı olarak seyrettiğimi gayet net hatırlıyorum. Şimdi Johannesburg’da altıncı dünya kupasına katılan orta yaşlı bir babayım. Yaşlanıyoruz, çevremizdeki insanlar ölüyor, evlilikler sona eriyor ama bu turnuva sonsuz bir çember içinde, aynı formalar ve Maradona’nın yepyeni bir versiyonuyla geri dönüyor. Biz de yetişkinliğimizi bırakıp, tekrar o sekiz yaşındaki çocuk oluyoruz...”
Yazı çizi işindeki insanlar bazen aynı sularda gezen başka kalemleri ve metinleri kıskanır. 2010’de Radikal’de de yazmıştım, Kuper’in bu yazısı, uzun süredir en çok kıskandığım metindi. Çünkü enikonu aynı sularda ben de dolaşıyor, aynı ruh durumunu ben de yaşıyordum. Ama Kuper meseleye benden önce el atmış ve muhteşem tasvirlere soyunmuştu. Evet, naçizane ‘Hep o anlara, ilk dünya kupasına dönmek’ başlıklı o yazımda da belirttiğim gibi ben de her yeni organizasyonda meseleyle haşir neşir olduğum ilk kupaya, ‘Almanya 74’de dönüyorum. Bu yaşımda bile o turnuvanın neredeyse izlediğim bütün maçlarını, kimin kimi nasıl yendiğini, -hatta o dönemde televizyonumuz yoktu- hangi karşılaşmayı hangi komşumuzun evinde ya da kahvede izlediğimi bile hatırlıyorum... Çünkü o kupa benim ilk göz ağrımdı...
AH O PAOLO ROSSI...
BU fikriyattan yola çıkarak bu perşembe Brezilya-Hırvatistan maçıyla start alacak 2014 macerası öncesi anılar galerisine uzanalım ve unutulmaz maçlarımızla şöyle bir hasret giderelim derim... Sözün özü ben kendi unutulmaz üç maçını paylaşıyorum, sizlere de böyle bir listeyi naçizane tavsiye ederim...
1982 İtalya-Brezilya: 3-2. Bence bu maç Dünya Kupaları tarihinin en unutulmazıdır. Bizim kuşak için Brezilya’nın şiirselliği hep kulaktan kulağa bir söylentiden öteye gitmezdi. İlk izlediğimiz kupa olan 74’de ortada yoktular, 78’de Arjantin’in ayak oyunlarına yenik düşmüşler, Dirceu ve Nelinho’yla da ağızlarımıza bir parmak bal çalmışlardı. İlk kez ne kadar muhteşem olduklarına tanık oluyorduk. Zico, Socrates, Eder, Falcao; bütün bu olağanüstü isimlerle dolu kadronun ‘Yüreğinin götürdüğü yere git’ dediğimiz yolculuğuna Paolo Rossi son vermişti. O gün Brezilya çok çabaladı ama Rossi’nin üç golüne engel olamadı. Zico ve arkadaşları ayağa kalktığı her anda İtalyan golcünün darbeleriyle kendilerini tekrar yerde buldu. Mudanya’da bir kahvede izlediğim o maç sonrası ne kadar üzüldüğünü ve uzun süre suskun kaldığı hâlâ hatırlarım.
ZICO VE SAZ ARKADAŞLARI
1982 Almanya-Fransa: 3-3. Zico ve saz arkadaşları kadar Platini’nin Fransa’sı da bir o kadar muhteşemdi benim için o turnuvada. Onlar da ‘Şiir gibi futbol’un Avrupa’daki dizelerine imza atıyordu. Almanlar karşısında yarı finalde özellikle ikinci 45 dakikada çok iyi oynamışlardı. Normal süre 1-1 bitmiş, uzatma bölümünde 92’de Tresor, 96’da Giresse ‘Horozlar’ı 3-1 öne geçirmişti. Lakin Derwall sahaya Rummenigge’yi sürmüş, efsanevi golcü 102’de skoru 3-2’ye getirmiş, bir başka efsane Fischer de 108’de final rüyası gören Fransızlar’ı tatlı uykularından uyandırmıştı. Penaltı atışlarına gidildi ve Six’le Bossis’in yararlanamadığı atışların ardından Germenler 74’den sekiz yıl sonra yeniden final biletini kapmayı bildi (ki 86 ve 90’da da aynı heyecanı tadacaklardı). Bu maçın geride kalan en önemli tortularından biri kaleci Schumacher’in Battison’u acımasızca sakatlaması, diğeri de maç sonu Tigana’nın hüngür hüngür ağlamasıydı...
‘Family Guy’ın yaratıcısı olarak ünlenen Seth MacFarlen, yönetmenlik uğraşında ilk adımı ‘Ted’le atmıştı. Kendisini başrolüne yerleştirdiği ikinci filmi ‘Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı’ (‘A Million Ways to Die in the West’), bir western komedisi. Film, aynı yoldan 1974’de geçmiş ‘Blazing Saddles’ı akla getiriyor. Mel Brooks’un yapıtına ‘siyah bir şerif’in yarattığı tuhaflıklar üzerinden gelişen bir durum komedisi hâkimdi, MacFarlen’in filmi ise daha çok bugünün değerleri üzerinden bir okumayla westerne bakıyor ve güldürmeye çalışıyor. Ama asıl ana eksen, yönetmenin kendine özgü ‘vulgar’ tarzı.
Filmin kahramanı korkak koyun çobanı Albert Stark… Korkaklığı yüzünden sınıf atlama çabasındaki kız arkadaşı Louise tarafından terk edilen Albert, karşısına çıkan gizemli ve eli silah tutan Anna sayesinde hayata bağlanır. Lakin Anna da azılı katil Clinch Leathedwood’un karısıdır…
MacFarlene, bir dizi absürd olay örgüsünü ve karakteri (Albert’ın en yakın arkadaşı bakir Edward’dır ve o da kasabanın genelevinde günde 15 erkekle yatan fahişe kız arkadaşı Ruth’la beraber olamamaktadır; çünkü onlar ‘Hristiyan’dır ve evlenmeden yatamazlar gibi) sahaya sürmüş ama istediği sonucu pek alamamış. ‘Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı’ bir ‘Ted’ değil ama ortalamayı da zor tutturuyor.
Bu hafta itibariyle sinemalarımıza uğrayan yapım için, genç bir tutuklunun öyküsü etrafında demir parmaklıklar ardındaki hayatlara derin, etkileyici ve gerçekçi bir bakış atıyor… Aslına bakılırsa sinema ne zaman odağına mapushaneyi yerleştirse çok etkileyici kadrajlar ve hikâyeler perdeye yansır. ‘Alcatraz Kuşçusu’, ‘Kelebek’, ‘Yeşil Yol’, ‘The Shawshank Redemption’, ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’, ‘Brubaker’, ‘Hunger’, ‘The Great Escape’, ‘Un prophète’, ‘Das Experiment’; işte saymakla bitmeyecek bir listenin öne çıkanları… Ara not: ‘Geceyarısı Ekspresi’ sinemasal değeri tartışmalı bir yapımdır ama bu tür bir listenin de ayrılmaz parçasıdır…
Haftanın en iyisi…
‘Yüksek Risk’ ise şiddete eğilimli genç Eric Love’ın, henüz yaşını doldurmadan ıslahevinden alınıp yetişkinlerin hapishanesine getirilmesiyle başlayan bir süreci anlatıyor. Mackenzie, ön plana Eric’i yerleştirirken arka planda da hapishanedeki kast sistemini, ilişkiler ağını, devletin bu müsameredeki yerini, sistemin genel çatısını, yeniden topluma kazandırılma çabalarını vs. son derece başarılı bir şekilde yansıtıyor. Ama film asıl gücünü hapishane ortamında rutine indirgenmiş ve hayatın bir parçasına dönüşmüş şiddeti araya adeta filtre koymadan bize neredeyse bire bir aktarmasından alıyor. Sadece şiddeti değil, yaşanan psikolojiyi de elbette… Öykünün bir başka uzantısında ise Eric’in öz babası Neville’la karşılaşmasını ve bu ‘Aile bağı’ meselesinin gündelik hayattaki yansımalarını buluyoruz…
Başta Eric’i canlandıran Jack O’Donnell olmak üzere Oliver’da Rupert Friend, Spencer’da Peter Ferdinando, Müdür Gentry’de Frederick Schmidt, Tyrone’da David Ayala, Des’te Gershwyn Eustache Jnr, hepsi ama hepsi çok çok iyiler. Ama sanki filmin asıl yıldızı baba Neville’de Ben Mendelsohn gibi geldi. Avustralyalı aktör mükemmel oynamış…
Sonuç? Dar alanda psikolojik yükleri ağır bir öyküyü son derece başarıyla anlatan ‘Yüksek Risk’, benim seyrettiklerim içinde haftanın en iyisi… Kesinlikle kaçırmayın derim…
‘Ne içimdeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında’ derken şair, sinemanın ara ara uğradığı bir temaya da sanki ‘Geniş zamanlı bir geçmiş’ten (!) selam sarkıtmış… Bu hafta gösterime giren bilimkurgu yapımı ‘Yarının Sınırında’ (‘Edge of Tomorrow’), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da en azından kâğıt üzerinde seveceği filmlerden olmuş. Lakin çok iyi biliyoruz ki, bu cephede asıl mesele fikriyatın peliküle aktarılması… Bu bakımdan ‘Swingers’, ‘Go’ ve ‘Bourne Identity’ gibi filmleriyle tanıdığımız Doug Liman imzalı yapım, öykü ve inşası bakımından paralel bir heyecan sunmaktan uzak…
Önce anlatılan hikâyeye göz atalım: Gelecek zamanlardan birinde dünya birtakım yaratıkların (ki onlara (Mimic’ deniyor) istilası altındadır. Özellikle Avrupa’da büyük yıkımlara yol açan bu istilacıları karşı insanlık son bir darbeyle karşılık vermek amacındadır. Askeriyenin pazarlama bölümünde çalışan ve savaşa dair hiçbir deneyimi olmayan Binbaşı William Cage, zoraki bir biçimde cepheye sürülür. Ve ilk taarruzda da hayatını kaybeder. Lakin çok geçmeden gözlerini açar ve kendisini, Normandiya’daki o ilk günde bulur. Açıklanması zor biçimde her ölümde, tekrar başa dönmektedir. Dolayısıyla giderek deneyim kazanır ve benzer bir olayı daha önceden yaşamış olan Özel Kuvvetler savaşçısı Rita Vrataski’yle birlikte düşmanın merkezine doğru ilerleme konusunda bir hayli yol alır…
Japon yazar Hiroshi Sakurazaka’nın ‘All You Need Is Kill’ adlı romanından uyarlanan ‘Yarının Sınırında’, elbetteki ilk elde akla yakınlarda kaybettiğimiz Harold Ramis klasiği ‘Bugün Aslında Dündü’yü (‘Groundhog Day’) getiriyor… ‘Aksiyonel yakınlık’ bakımından da 2011 yapımı ‘Yaşam Şifresi’ni (‘Source Code’)… Fakat bu iki filmdeki özel pırıltıları Liman’ın çalışmasında bulmak zor… Ortada görsel açıdan cilalı bir yapım var, ana karaktere Tom Cruise da konulunca mesele halledilmiş gibi gelmiş galiba yapım ve yayında emeği emeği geçen arkadaşlara!
Eğer oyunu milli takımlar düzeyinde yalnızca Türkiye gözünden görüyorsanız, birkaç kuşak için söylüyorum, başka şansınız yok... Amma velâkin futbol denen bu tutku o denli geniş ve çoktan seçmeli bir yapı ki, tek bir sevgiliye bağlı kalmanıza, koca bir ömrü böyle geçirmenize asla ve asla izin vermiyor (en azından bana vermedi). Zaten kuşağımın şöyle bir avantajı (!) vardı, gözümüzü açtığımızda kırmızı beyazlılar hiçbir uluslararası arenada yoktu. Mesela ben 1973-73 sezonunda sevdalandım bu oyuna, Dünya Kupası 74, 78, 82, 86, 90, 94, 98; hiçbirinde Türkiye yoktu. Gelelim işin Avrupa Şampiyonası boyutuna, 76, 80, 84, 88, 92, yine pistler pas geçildi (Euro 96’yı ise yerinde izlemiştim, üç maçta karşı ağları havalandıramayan ve kalesinde beş gol görüp evine sıfır çekerek dönen bir Türkiye vardı ama turnuva çok güzeldi, İngiltere ve özellikle de Londra)...
İLK KUPA, İLK AYLAR
Yani şunu söylemek istiyorum, biz bu sevdaya Türkiye’siz tutulmuştuk ve gönül bahçemizden başta Hollanda olmak üzere sayısız takım ve oyuncu geçti. İlk kez 2002’de bu sahnenin parçasıydık ve benim basın serüvenimde, bir spor servisindeki ilk aylarımdı. Futbol evreninin kalbi Japonya-Güney Kore hattında atarken biz de Radikal Spor Servisi olarak sabahın köründe gazeteye gelir, gün boyu üç ayrı saatte oynanan maçlarla kupayı sayfalarımıza yansıtırdık. Türkiye’nin gruptaki ilk maçı olan Brezilya randevusu öncesi ‘Yazla kış, dünle bugün buluşuyor’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Derdim şuydu; yerel futbol kahramanlarımız yaz aylarında düzenlenen bu büyük turnuvalarda boy gösteremediği için onlar benim kuşağım için ‘Kışlık kahramanlar’dı. ‘Dünya Kupası’ demek de bir anlamda çocukluğumun futbol tutkusunun en temel ifadesiydi. Bu durumda Türkiye-Brezilya maçı geçmiş ve şimdiki zamanın buluşmasıydı adeta. Naçizane bu yazıyı şu cümlelerle sonlandırmıştım: “3 Haziran’daki bu randevunun asıl anlamı burada zaten. Sadece Brezilya’yla Türkiye karşı karşıya gelmeyecek, yıllar öncesinde kalan küçük bedenimiz ve ruhumuz, büyüklüğümüzle buluşacak o gün... Ve seremoninin asıl konukları geçmişimiz ile bugünümüz olacak... Klişe bir çağrıyla bitirelim: Bu mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten kıvanç duyacağız...”
GÖNÜL KAPIMIZ AÇIK
12 Haziran’da Brezilya’da start alacak 2014 Dünya Kupası’nda, geleneksel olduğu üzere yine Türkiye yok (Hoş olsaydı da benim için fark etmezdi, başka sevdalara uzanırdım). Dolayısıyla gönül kapılarımız sonuna kadar açık. Kimimiz Brezilya’ya, kimimiz Hollanda’ya, kimimiz Arjantin’e, kimimiz İspanya’ya, kimimiz Almanya’ya, kimimiz Fransa’ya, kimimiz İtalya’ya yakın duracağız. Bosna Hersek’e, Fildişi Sahili’ne, Belçika’ya, İran’a, Cezayir’e, Gana’ya, Nijerya’ya, Gana’ya, Japonya’ya gönlümüzün mütemadiyen ya da ara ara kaydığı dönemler olacak. Belki de Avustralya’ya, Kosta Rika’ya, Ekvator’a sempati besleyecek, futbolda her daim ‘mazlum’ gözüken ABD’yi bile destekler duruma gelecek anlar yaşayacağız... Sözün özü güzel bir festivalin bizi beklediğini umuyorum. Ama öte yandan düzenlendiği ülkede azımsanmayacak bir çoğunluğun da organizasyonuna sıcak bakmadığını biliyorum. Ve haklı olduklarını da düşünüyorum. Neyse bu başka bir yazı konusu...
Bir de hatırlatmada bulunayım, bence bu ülke tarihinde kupa hakkındaki en iyi kitap 2002’de İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. İsmi ‘Dünya Kupası’ olan bu çalışmada tam 46 kişinin geride kalan organizasyonlara ilişkin yazıları vardı. İşin teorik ve hatıra kısmına vâkıf olmak isteyenler için hâlâ çok şey vaat eden bu çalışmaya, okumayı da seven futbolseverlerin göz atmasını öneririm.
Masalların, Hollywood eliyle restorasyonu sürüyor… ‘Kırmızı Başlıklı Kız’, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’, ‘Hansel ve Gretel’ derken (Araya Fransız usulü ‘Güzel ve Çirkin’ de girdi) mönüde ‘Uyuyan Güzel’in “Meseleye bir de böyle bakmak lazım” versiyonu var…
Yönetmenliğini, daha çok Hollywood’un maharetli özel efektçisi ve yapım tasarımcısı (‘Avatar’ ve ‘Alice Harikalar Ülkesinde’yle Oscar almışlığı var) olarak bilinen Robert Stromberg’in yaptığı ‘Malefiz’ (‘Maleficent’), Grimm Kardeşler’in ünlü masalındaki bir yan karakteri, ‘Malefiz’i ön plana çıkarıyor ve “Tamam, kötü de sorun bir bakalım, nasıl kötü oldu”nun peşine düşüyor. Önce kısaca hikâye diyelim: Görkemli kanatlarıyla ait olduğu barış ülkesinde bin bir çeşit yaratıkla mutlu-mesut yaşayan Malefiz adlı peri, günün birinde insanoğlunun genç bir temsilcisiyle tanışır. Malum, her temas iz bırakır; Malefiz de Stefan adlı bu delikanlıyla tutulur. Ve fakat yıllar içinde ilişki yürümez, üstüne üstlük perinin ülkesinin hemen yanı başındaki ‘Şato hanedanlığı’, işgalci bir zihniyetle saldırıya geçer. Malefiz ve emrindeki yaratıklar saldırıyı püskürtür, yaşlı kralı da yaralar. Kral, ölüm döşeğinde “O periyi öldürene kızımı ve hanedanımı vereceğim” der. Bu işin üstesinden gelmeyi kafasına koyan Stefan emeline ulaşır, aralarındaki samimiyetle Malefiz’le tekrar yakınlaşır ve öldürmez ama kanatlarını keserek, periyi etkisiz hale getirir. Krallığı da kapar. Lakin kızları doğduğunda Malefiz öyle bir lanet savurur ki, küçük Aurora 16 yaşına geldiğinde bir çıkrık iğnesi onu sonsuza kadar uyutacaktır. Hikâye de ana rotasını bu lanetin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği üzerine inşa eder...
‘Malefiz’, yönetmenin en iyi bildiği şey itibariyle bütün gücünü masalların bize vaat ettiği o hayal dünyalarını görsel açıdan inşa etmek üzerine kurmuş. Perinin yaşadığı evren, bin bir çeşit mahlûkat, ağacımsı yaratıklar (ki ‘Yüzüklerin Efendisi’ndeki ‘Orman devi’ Ent’leri ve ‘Nuh’taki ‘Gözcüler’i andırıyorlar), Aurora’nın büyüdüğü şirin ev vs. her biri birer tasarım harikası illüzyonlar… Stromberg’in bu, seyirciyi içine alıp bambaşka âlemlere götürdüğü alımlı ve cazip tablosunun içini dolduracak öyküsünü ise Linda Woolverton kaleme almış. Grimm Kardeşler’in masalıyla Charles Perrault’nun hikâyesini modernize etmenin yanı sıra ‘humor’ yüklü dokunuşlarla süsleyen Woolverton, temel eksenini de insanoğlunun doymak bilmez hırsına, küçük zaaflarına oturtmuş. Bir de ‘Uyuyan Güzel’in uyandırılma bağlamında hem Malefiz’in hem de Stefan’ın varlığına bir türlü inanmadığı ‘Gerçek aşk öpücüğü’ne… Lakin bütün bu çabalara karşın öykünün, filmin teknik ve estetik olarak kurduğu dünyayı taşıyabilecek bir yapısı olduğunu iddia etmek zor; bunun eninde sonunda anlatılanın bir masal olması ve nihayetinde ‘Mutlu son’a bağlanmasıyla da ilgisi yok, metin görsellik kadar oyalayıcı ve sürükleyici değil…