‘Yetenek Avcısı’ (‘Million Dollar Arm’) da Amerikan Beyzbol Ligi’nde forma giyen ilk Hintli gençlerin ‘gerçek’ hikâyelerini perdeye taşıyor. Filmin konusu kısaca şöyle: Zamanında çok işler başarmış bir menajer olan JB Bernstein, iş ortağı Aash’ye birlikte yeni projeler peşinde koşmasına rağmen pek de başarılı olamıyor. Şirket iflas noktasındayken aradığı ilham perisini TV’de buluyor. Gezindiği kanallardan birinde Hindistan’dan kriket maçı, diğerinde Susan Boyle’un ‘I Dreamed a Dream’i seslendirdiği Britanya’daki ‘Yetenek Sizsiniz’ yarışması yayınlanmaktadır. Bernstein karma bir işe soyunuyor ve Hindistan’da düzenlenecek büyük bir organizasyonla iki yetenekli genci Major Lig’e transfer etmenin hayalini kuruyor. Finansörü Bay Chang’den de istediği desteği alınca Hindistan’ın yolunu tutuyor. Nihayetinde uzun bir sürecin ardından atış konusunda üst düzey iki genç olan Dinesh ve Rinku’yu, çevirmenlik görevini üstlenen Amit’le birlikte Los Angeles’a getiriyor. Bundan sonrası uzman ellerdedir; onlar da bu iki yeteneğin beyzbolcu olması için çabalıyorlar. Lakin bu iş o kadar da kolay değildir.
Yönetmenliğini Craig Gillespie’nin üstlendiği, senaryosunu da Thomas McCarthy’nin kaleme aldığı ‘Yetenek Avcısı’, bu ‘gerçek’ öyküyü aktarırken sırtını daha çok duygusal anlara yaslamış görünüyor. İlk kez aile ortamının dışına çıkan -ki bu ortam alabildiğine gelenekseldir- iki genci ‘Gurbet elde’ hem de ultra-modern Amerikan toplumunda yaşadığı çelişkiler üzerinden duygu tonajını sürekli yükselten film Bernstein’ın sistem içinde ayakta kalmak için zaman zaman insanlığını kaybettiği noktalara da vurgu yapıyor. Menajerin elindeki değerlerin ve kendi insanlığının farkına varmasına da, kiracısı olan kadın doktor Brenda vesile oluyor. Uzaktan uzağa Tom Cruise’lu ‘Jerry Maguire’ı da hatırlatan ‘Yetenek Avcısı’, derdini gayet iyi anlatmış ama bu sulara bir kazanan hikâyesi olduğu için dalmış olma hissiyatından kendisini alıkoyamıyor. Şöyle özetlemek lazım belki; Bersntein’ın Hintli gençleri ve çevirmenlerini taşıdığı Porsche’sini satıp Minivan alması onu ve bu filmi ‘Bilge’ yapmıyor!
Sonuç? ‘Mad Men’in Don Draper’ı olarak tanınan Jon Hamm’in Bernstein rolünde sürüklediği yapımda ‘Pi’nin Yaşamı’ndaki Pi Patel’le hatırladığımız Suraj Sharma Rinku ve ‘Slumdog Millionare’de ara bir karakterde izlediğimiz Madhur Mittal de Dinesh rollerinde gayet başarılılar. Keza çevirmen Amit’te de Pitopash benzer şekilde kayda değer bir performans ortaya koyuyor. Yaşlı yetenek avcısı Ray’de Alan Arkin, eğitmen Tom House’da da Bill Paxton kısa ama öz ve de etkileyici rolleriyle boy gösteriyor. Doktor Brenda’da da Lake Bell öykünün ‘İyilik meleği’ olarak hoş bir sada estiriyor...
Bugünden bakıldığında Darwin’in ‘evrim teorisi’ üzerine serbest bir uyarlama olarak da tanımlanabilecek olan ‘La planete des singes’yi 1963’te kaleme almıştı Pierre Boulle. Fransız edebiyatçının 1952’de yazdığı ‘Kwai Köprüsü’ gibi bu yapıtı da çok geçmeden sinema perdesine gölgesini düşürecekti. Farklı konusu ve zihinlerde yer eden onca karesiyle Franklin J. Schaffner’ın yönettiği 1968 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi’, bir klasik olarak tarihteki yerini aldı. Sonrasında devam filmleri geldi... Hollywood aynı suda 2001’de yeniden yıkanmak istedi ama kamera arkasında Tim Burton olduğu halde istenilen sonuç alınamadı.
2011’de bu kez mesele en başından tanımlandı: İlk adım niteliğindeki ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’ (‘Rise of the Planet of the Apes’) bir bilim insanının babasının Alzheimer hastalığına çare ararken kendine bambaşka bir koridor bulmasını ve maymunların zekâsını geliştiren bir virüsü keşfetmesini anlatıyordu. Lakin bu hamlenin bir bedeli olacaktı, insanlık için ‘yıkıcı’ özellikleri de olan bu virüs zekâ ve genetik açıdan evrimleşmiş maymunlar yaratacaktı. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ (‘Dawn of the Planet of the Apes’) ise dünyanın yeni dengeler içinde olduğu 10 yıllık bir aranın ardından öyküsüne başlıyor. Virüs insanlığın büyük bir kısmını yok etmiş durumda. Önceki filmin ana maymun karakteri Caesar ise San Francisco yakınlarındaki Muir ormanlarında hüküm süren yeni bir medeniyetin lideri olmuştur. Bir tür ‘Kıyamet sonrası’ ikliminde topluluğun tartıştığı ana konu yakın çevrelerinde artık insan kalıp kalmadığıdır. Nitekim iki aydır kimseyi görmediklerini belirliyorlar birbirlerine. Lakin ormanda yolunu şaşırmış gibi görünen bir grup insan, henüz tükenilmediğini hatırlatır onlara. Grubun lideri konumundaki Malcolm, konuşma yetisine sahip olduğunu fark ettiği karşılarındaki toplulukla iletişime geçmek ister. Daha sonra San Francisco’daki bir tür koloni hayatına geri döndüklerinde de gördüklerini ayakta (ve hayatta) kalanlara aktarır. Caesar, insanlığa dair güvensizliği olsa da karşıdan uzatılan eli geri çevirmek istemez, lakin yardımcısı Koba ısrarla barışa karşı çıkar. Bu yolda Caesar’ın oğlu ‘Mavi Göz’ü de yanına alır. İnsanlık cephesinde ise koloninin yöneticisi Dreyfus aynı şekilde barışın mümkün olmadığına inanır. Derken iki taraf da geri dönülmez yola doğru ilerler...
İngiliz yönetmen Rupert Wyatt’ın imzasını taşıyan ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’, entelektüel derinliği, duygusu, psikolojik yanları ve senaryo bakımından kurduğu kayda değer çatıyla 2011’in en iyi filmlerinden biriydi. ‘Maymunlar Cehennemi’ mitosunu restore edip öyküyü kendince çok iyi toparlıyordu. ‘Cloverfield’le tanınan Matt Reeves’ın çektiği ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ ise hem bir üçlemenin ikinci filmi görünümünde hem de başka sulara açılan bir öykünün ilk halkası tadında. Belki somut bir isim üzerinden gitmek lazım, bu tür adımlarda hep örnek verildiği üzere ‘Star Wars’ serisindeki ‘The Empires Strikes Back’i andırıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kez ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç’taki tadı pek bulamadım. Senaristler (Rick Jaffa ve Amanda Silver) aynı olmasına rağmen önümüze atılan hikâye politik duruş ya da mantık açısından doğru bakışlar içerse de temel olarak ‘İki tarafta da iyiler ve kötüler vardır’ gibi bildik bir kabulde ilerliyor. Bu da öncelikle bana tipik bir western şeması gibi geldi... Bu şemayı her türlü mücadeleye taşıyabilirsiniz; kızılderililer olur, uzaylılar olur, komünistler olur, olur da olur. Hakkını yememek lazım, aslında filmde çok iyi çekilmiş, özellikle başlarda çok çok etkileyici sahneler var... Ama hikâyenin ana hatları daha bir belirginleşmeye başlayınca film görsel ve efekt zenginliği açısından standartlarını korusa da cazibesini belli ölçülerde kaybediyor... Öte yandan iki taraf arasın daki ateşkes meselesi bu coğrafyadan bakıldığında bizdeki hassas dengeler üzerinde yükselen ‘Barış süreci’ çağrışımları da yapıyor...
Caeser nerde Brutus orda!
Herkes ‘hava’dan oynayamıyor... Kaza riski yerde çok daha fazla olmasına karşın ‘Uçuş korkusu’ modern dünyadaki malum psikolojik dertlerden biri. Konuya hâkimim, çünkü bende de var. Dolayısıyla 2001’den beri bir uçağın penceresinden yeryüzüne göz atmayı terk etmiş biri olarak benzer dertlerle örülü filmlere kuşkusuz özel bir ilgi gösteriyorum; çünkü bir tür nostaljik etki yaratıyorlar! Son dönemde salonlarımıza uğrayan Denzel Washington’lı ‘Flight’ ve Liam Neeson’lı ‘Non-Stop’, benzer korkuları yaşayan izleyiciler için sanırım sinemasal yanlarından çok yaşattığı duygular açısından özel yapımlardı.
Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Uçuş 7500’ de aynı güzergâhın yolcusu bir çalışma. Japon yönetmen Takashi Shimizu imzalı yapım, zorlu bir uçak yolculuğunda yaşananları anlatıyor. Önce ‘kısaca öykü’ diyelim: Vista Pacific Havayolları’na ait bir Boeing, Tokyo seferini yapmak üzere Los Angeles’tan havalanır. Uçakta beklenildiği üzere her biri farklı dertlere sahip yolcular vardır. Keza uçuş ekibinde de hosteslerden biri uçağın pilotuyla yasak bir ilişki yaşamaktadır. Amma velakin yolculuğun esnasında ortaya çıkan güçlü bir türbülans bütün bu gündelik dertlerin unutulmasına neden olur. Artık tek mesele vardır; uçağın mürettebat ve yolcularıyla sağ salim Tokyo’ya varması... Ve fakat türbülans dindikten sonra uçağa tuhaf bir kutuyla binen bir işadamı önce şiddetli göğüs ağrılarından şikâyetçi olur, peşi sıra hayatını kaybeder. Derken asıl sorunlar da bu noktada başlar... Artık uçak, yolculuğuna esrarengiz olayların eşliğinde devam etmektedir...
Takashi Shimizu’yu ‘Garez’ serisinin yaratıcısı olarak hatırlıyoruz. Japon yönetmen, ‘Uçuş 7500’de Pasifik’in ortasında daha kat edeceği altı saatlik bir mesafe bulunan bir uçağın içinde olanları anlatırken gerilime dayalı atmosferini aracın klostrofobik yapısı üzerine inşa etmeyi hedeflemiş: Havada süzülen koca bir kütle ama içindekiler için, olası dertlerden kaçacak, dışarı atıp kendisini kurtaracak bir durum yok. Buraya kadar olanlarda çok da yeni bir şey yok; Shimizu ve senaristi Craig Rosenberg işin içine hafif psikolojik ögeler, halüsinasyonla gerçeklik arasında gidip gelen anlar, vakalar ve de süreçler katarak adrenalini yükseltmeyi ve buralardan seyirciyi germeyi hedeflemiş. Aslına bakılırsa film, ‘Garez’ ya da aynı coğrafyadan gelen ‘Ring’ ve benzeri gerilim yapımlarıyla aynı kulvarda koşmuyor; gerilimini daha minimal ölçeklerde, sömürüye çok da kaçmadan yapıyor. Ki bunun nedenini öykünün finalinde daha iyi anlıyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘Uçuş 7500’ün kategorisi, finalde terse yatıran filmler serisi. Hoş işin nereye seyrettiğini öykünün bir noktasında anlamanız mümkün fakat filmi biraz değerli kılan buna rağmen belli bir tada sahip olması, istediği duyguyu seyircisine geçirmesi...
Zaten dert bu olunca kadro da yıldızlık özelliğinden uzak isimlerle donatılmış -Oysa 70’ler boyunca salonlara uğrayan ‘Uçak’lı felaket filmlerinde manzara böyle miydi? ‘Airport’lar Alain Delon’lar, Sylvia Kristel’ler, George Kennedy’lerden geçilmezdi.- ‘Uçuş 7500’ün kadrosunda benim için tek tanıdık isim vardı, o da ‘Kelebek Etkisi’yle şöhrete kavuşan Amy Smart. Leslie Bibb, Jamie Chung, Jerry Ferrara, Ryan Kwanten, Johnathon Schaech, Scout Taylor Compton ve Alex Frost gibi isimler belki diziseverler için tanıdıktır ama sinema serüvenleri itibariyle bana çok aşina gelmediler.
Peki şu ana kadar yaşadıklarımız, gördüklerimiz nasıl bir tablo sundu bizlere? Her Dünya Kupası’nın ayrı bir ruhu, ayrı bir karakteri olduğuna inanırım. Çünkü olaya vâkıf olduğumdan beri hep böyle gördüm, hep böyle yaşadım... İlk sevdalandığım dönem 1974’tü ve Cruyff’la arkadaşları oyunun zihnine ‘Total Futbol’u armağan ederek ayrılmışlardı sahneden... ‘78’de faşizmin pençesindeki Arjantin halkının acılarını dindiren bir takım vardı ortada; hoş aynı takım diktatör Videla için de bir ‘mutluluk hapı’ydı, Kempes, Ardiles, Bertoni derken Mavi-Beyazlılar, kendi evinde ‘mutlu son’a ulaşıyordu. Hollanda’nın payına ‘finallerin mazlumu’ rolü düşmüştü...
‘82 şizofrenikti. Zico ve arkadaşlarının şiir gibi futbolunu Bearzot’un İtalyası sona erdiriyor, gönüller bu noktadan sonra da ‘Beleşçi’ Rossi önderliğindeki ‘Azzuriler’e kayıyordu. ‘86 bütün zamanların ‘Tek kişilik şovu’na sahne oluyordu. Maradona tarih yazıyor, başta Falkland’ın hesabını ‘Tanrı’nın eli’yle gördüğü İngiltere maçı dahil inanılmaz bir gösteriye soyunuyor ve Arjantin, 8 yıl içinde ikinci kez kupaya uzanıyordu.
‘90’nın yıldızı Schillaci’ydi ama Napolililer için ‘Tanrı’ katında bir kişilik olan Maradona, ev sahibini yarı finalde üzüyor ve Çizme’yi yasa boğuyordu.
2002 DENiNCE ELBETTE TÜRKiYE
Almanya’nın ‘Herkes oynar, onlar kazanır’ dönemlerindendi ve Brehme’nin finaldeki penaltısı Beckenbauer’un takımını bir kez daha ‘Dünyanın Kralı’ yapıyordu. ’94, ev sahibi Amerika’nın havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez ama hatıralara en silik kupa olarak nakşedildi. Öyle ki finali bile golsüz bitti, şampiyonu penaltılar belirledi. Organizasyon, Kolombiyalı Andres Escobar’ın ABD maçında kendi kalesine attığı golün bedelini hayatıyla ödemesiyle de (Escobar’ı bir futbol fanatiği mi öldürdü yoksa bahiste büyük para kaybeden bir mafya üyesi mi, netleşmiş değil) ayrı bir üzüntü kaynağı olarak da kayıtlara geçti. ’98 adeta bir vefa borcuydu. Dünya Kupası düzenleme fikri bir Fransız’ın, Jules Rimet’nindi ama ‘Maviler’in o güne kadar organizasyonda yarı final dışında başarıları yoktu.
Zidane ve arkadaşları, Horoz’u kendi çöplüğünde öttürmeye kararlıydı ve finalde Brezilya’yı 3-0 geçerek mutlu sona ulaştılar...
2002’nin öyküsü sanırım bu topraklarda daha çok yankısını buldu. Türkiye, 1954’ten sonra ilk kez yine kupanın yolunu tutuyordu. Şenol Güneş’in takımı, ilginçtir hiçbir Avrupa takımıyla oynamadan yedi maçlık uzun bir serüvenin ardından ‘Dünya üçüncüsü’ unvanıyla taçlandı. Kupanın sahibi ise Ronaldo, Rivaldo ve Ronaldinho üçlüsünün sürüklediği Brezilya oluyordu.
VUVUZELA iLE OLEY ÇEKiLDi
Bundan sonrası ‘Dönüşü olmayan sular’da tanımlanacak mücadeleler demek. Lakin ilk turun da kendine ait verileri vardı, malum oyunun ekonomik ve sosyolojik anlamda kalbinin asıl attığı yerler olarak tarif edilen Kıta Avrupası’nın temsilcileri üç maçlık serüvenlerin ardından evlerine yollandı. Ki bu toplamın içinde son üç büyük organizasyonun (Bir ‘Dünya Kupası’, iki de ‘Avrupa Şampiyonası’) en heybetli takım İspanya da vardı. Genel bir tanımlamayla ‘İberyalılar’, kuşkusuz 2014’ün en büyük hayal kırıklığını yarattılar.
Hoş, Dünya kupaları biraz da bu yönleriyle sevilip önemsenir; çünkü sürprizler, şaşkınlık yaratan gelişmeler o turnuvaya ruhunu ve özel havasını verir. Kuşkusuz ‘Brezilya 2014’ de İspanya, İngiltere, İtalya, Portekiz, Rusya gibi birinci sınıf ve ‘başaltı’ liglere sahip, oyunun geleneğinde önemli yerleri tanımlayan ekiplerin teslim bayrağını hemencecik çekmeleriyle tarihe notunu çoktan düşürdü bile.
ADA HER DAİM KAYBEDEN
Bu tabloya bulunduğumuz coğrafyadan bakanların bir kısmı ise içerideki ‘Yabancı oyuncu sınırlaması’ uygulamasına destek olması bakımından, “Bakın en çok yabancı futbolcu oynatan memleketlerin futbolları ne durumda” türü bir tezi ‘tez elden’ dillendirmeye başladılar... Şu anki verilerle böyle bir şeyi iddia etmek kolay ama mesela İspanya her daim yabancı futbolcu cennetiydi ve bu durumda, ‘Son üç dönem’ şampiyonluklara ipotek koymasını nasıl açıklayacağız? İngiltere ise oyunun icatçısı ama her daim kaybedeni...
1966’da evlerindeki turnuvadan aldıkları ‘Dünya Şampiyonluğu’ unvanından başka resmi başarıları yok ve ‘Yabancılı’ ya da ‘Yabancısız’ hep aynı kâbusu yaşıyorlar. Zaten yakın döneme kadar asıl meseleleri büyük turnuvalarda oyuncularının uzatma bölümü sonrası gelen penaltı atışlarında sürekli olarak ya kalecileri ya da boşluğu hedef almalarıydı. Onlar için ‘Lânet’in asıl adresi ‘Beyaz nokta’ydı yani... İtalya cephesinde de ‘Yabancı cenneti’ tezi çöküyor, malum onlar da Euro 2012’in finalistiydi. Dünya Kupası 2006’nın da şampiyonu... Hatta tarihsel açıdan organizasyonun beş kupalı Brezilya’sından sonra dört kupalı ikinci büyük takımı... Portekiz üzerinden teoriye soyunmak zaten sağlıklı bir noktaya taşımaz bizi. ‘3F’nin memleketi her daim ikinci sınıf bir takımdı; kendi ülkelerindeki Euro 2004’de final oynadılar ama onda da Otto Rehhagel’in ‘Sparta gelenekleri’ne uygun olarak sahaya yansıttığı ‘Her daim savunma futbolu’ hem turnuva boyunca hem de finalde meyvesini verdi ve Yunanistan, Scolari’nin çalıştırdığı Portekiz’i ‘Bir attı, pir attı’yla üzdü. Bence asıl hüzün Rusya için geçerli. Çünkü Sovyetler Birliği döneminde özellikle Lobanovsky’nin Dinamo Kiev eksenli takımı, katıldığı her turnuvaya özel bir iz bırakırdı.
Yenilgileri bile (82’de Brezilya’ya 2-1, 86’da Belçika’ya 4-3) tat verirdi. Ki asıl mesele Dünya Kupası 2018’de ev sahipliğini üstlenecek olmaları; bu takımı ‘Hakemler bile’ bir üst tura zor çıkarır!.. Galiba ‘Kuzey komşumuz’un temel problemi parayla birlikte gelen görgüsüzlük ve bu tavrın, kendi liglerine ve futbol kültürlerine yansıması...
9’U 2. TURU GÖRDÜ
Sonuç? Demek ki ‘Yabancı sayısının sınırlanması’ üzerinden tez üretmenin çok da ayakları yere basan verileri yok. Aslında bu coğrafyadan bakıldığında Brezilya 2014’e ilişkin altı doldurularak söylenecek şey şu olabilir; Türkiye Süper Lig’i, kupaya katılmayan ülkeler içinde turnuvaya en çok futbolcu gönderen ligdi. Geçen sezon sahalarımızda top koşturan 26 futbolcu Dünya Kupası’nda boy gösterdi. Ve ilginçtir bu toplam içinden sadece dokuzu ikinci turu görebildi. Bu isimler de şunlardı: Sneijder, Kuyt (Hollanda), Muslera (Uruguay), Yobo, Oboabona (ilk maçta sakatlandı) Emenike (Nijerya), Gekas, Tziolis (Yunanistan), Jermaine Jones (ABD). Bu toplam içinde kimlerin yolu daha uzun olur (Örneğin Muslera takımı Uruguay’ya birlikte “Bizden bu kadar” dedi bile), bekleyip göreceğiz ama kâğıt üstünde ‘Sneijder-Kuyt ikilisi’ dışında (ki 2010’da final oynamışlardı) umut veren isimler yok...
Bu topraklar üzerindeki ‘TIR’ların ne taşıdığı tartışıladursun Hollywood, uzun süredir ‘Amerikan coğrafyası’ndakilere yönelik, “Ne taşıdıkları beni ilgilendirmez, ben bizatihi kendileriyle ilgileniyorum” dercesine TIR suretindeki devasa robotlar öykülerini perdeye aksettiriyor!.. ‘Transformers’ serisinden bahsediyorum; hani uzaydan gelip bir kısmı insanların safında yer alırken -ki onlara ‘Autobots’ deniyor-, bir başka kısmı da dünyayı ele geçirmek isteyip ‘Düşman’ etiketiyle -onların genel ismi de ‘Decepticons’- sahaya çıkan robotlardan... Malum, bu ‘devasa metaller’ şekilden şekle giriyorlar (bu durumda argodaki “şekil yapmışsın” ifadesini de karşılıyorlar!); genel olarak TIR, zaman zaman da spor araba kimliğinde...
Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Transformers: Kayıp Çağ’ (‘Transformers: Age of Extinction’), serinin dördüncü adımı; ama filmin asıl belirleyici yanı kamera arkasında her zamanki gibi Michael Bay olmasına karşın yeni karakterlerle yola çıkılması. Ve naçizane benim için zincirdeki en iyi halka olması...
Önce kısaca hikâye: Büyük savaştan sonra taraflar yeniden belirlenmiştir; devlet nedense insanlığın yanında olan ‘Autobots’ kısmına cephe almıştır. Hatta her görüldüğü yerde öldürülme emri verilmiştir. Çünkü sistemin ‘derin’ kanadı kötü uzaylılarla işbirliği içindedir. Tamircilikle hayatını kazanan ve üniversite çağına gelmiş olan kızını iyi bir okulda okutmak için çabalayan kendi çapında dâhi mühendis Cade Yeager, ortağı Lucas’la eski bir sinema salonundan ayakta kalan şeylere göz atarken döküntü bir kamyon bulur. Hoşuna gider ve tutar evine getirir. Tamir ederken de ne kadar değerli bir şeye sahip olduğunu anlar. Kamyon, ‘Autobot’ların lideri ‘Optimus Prime’dır. Çok geçmeden ‘gizli servis’ elemanları uzun süredir aradıkları bu robotu ele geçirmek için Yeager’ın evini basar. Bu durumda yapılacak seçim bellidir: Cade, Optimus Prime’ın yanında kızı Tessa, erkek arkadaşı Shane ve Lucas’la birlikte mücadeleye koyulur...
Bu konuya daha önce de dikkat çektim, dolayısıyla tekrara düşüyor olacağım ama belirtmek durumundayım; son dönem Türkiye sinemasının öne çıkan filmleri arasında dolaştığınızda –ki bunu Freudyen bir refleks olarak da almak mümkün- yönetmenlerimizin taşrada göz atarken resmin iki yanından birine uğradığını ve bir şekilde taraflarını belirlediklerini görüyoruz. ‘Orada bir köy, kasaba, ismi neyse var uzakta, gitmesek de kalmasak da bizim oralar’ diyenlerle ‘Arada bir uğrarım ama asıl adresim şehirdir benim’ciler arasında gidiyor denklemin bileşenleri…
Genel bir bakışta ‘Taşra’nın öncelikli sahibi kimdir?’ sorusunda akla gelen ilk isim Nuri Bilge Ceylan oluyor. Evet, sonradan rotasına ayni güzergâhta kuranlar var ama galiba tapu Ceylan’da. Hatta karakterleri şehre taşınsa ve burada kendilerine yeni yol haritaları çizmeye çabalasalar da üzerlerindeki o ‘Taşralı’ etiketini çıkarmıyorlar, çıkaramıyorlar… Bu açıdan Bilge’nin kahramanlarının kendilerini en rahat hissettikleri yer, mekânsal ve ruhsal açıdan ‘taşra’ (ki bu tespit sinema yolculuğumdaki eski rehberlerimden İbrahim Altınsay’a ait). Böyle bir çerçeve içinde Nuri Bilge’nin son filmi ‘Kış Uykusu’ndaki üç ana karaktere göz attığımızda bu kez karşımızda ‘Taşra’da yollarını şaşırmış üç şehirli görüyoruz.
Senaryosunu Nuri Bilge’nin, eşi Ebru Ceylan’la kaleme aldığı ‘Kış Uykusu’nda konu kısaca şöyle: Kapadokya’da bir otel işleten eski tiyatro oyuncusu Aydın, yerel gazetelerinin birinde de köşe yazarlığı yapmaktadır. Konularını genellikle muhatap olmak zorunda kaldığı (!) yöre insanlarının hayat karşısındaki duruşlarından seçerken etrafındaki ana meseleler genç karısı Nihal’le yaşadığı iletişimsizlik ve İstanbul’daki yaşantısını terk edip yanlarına gelen kız kardeşi Necla’yla yaşadığı didişmelerdir…
John Green’in çok satmış romanından uyarlanan ‘Aynı Yıldızın Altında’ (‘The Fault in Our Stars’), iki ana kahramanını da aynı hastalıktan mustarip gençlerden seçiyor. 16 yaşındaki Hazel Grace Lanchester, annesinin zorlamasıyla gittiği grup terapi seansında arkadaşı için oraya gelen ve aynı dertten dolayı bacağı kesilen 19 yaşındaki Augustus Waters’la tanışıyor. İki genç birbirlerine ilgi duyuyorlar ve hem dert hem de gönül ortağı oluyorlar.
Josh Boone’nin yönettiği ‘Aynı Yıldızın Altında’, klasik bir kanser filmi değil. Metaforlarla, umutlarla dolu iki insanın bu büyük acı altında bile birbirlerine destek oluşlarını, ölüme doğru adım atarken bile geride bir iz bırakmaya çalışmalarını anlatıyor. Öykünün başardığı en önemli yanı güldürmeyi ve ağlatmayı dozunda ve gerçekçi çizgiler eşliğinde sunması olsa gerek. İkili, çok sevdikleri kitap olan ‘Bitmeyen Çile’nin yazarı Peter Van Houten’la internet üzerinden yazışıyor ve kendileri için çok önemli bir figüre dönüşen bu kişilikle tanışmak için yaşadığı Amsterdam’a uzanıyorlar. Lakin burada klasik bir yazar tipolojisinden çok farklı bir tiplemeyle karşılaşıyorlar. Filmin Amsterdam bölümü turistik kadrajlar eşliğinde olsa da gayet nefes açıcı. Özellikle Anne Frank’ın müzesini ziyaret bölümü kayda değer.