Uğur Vardan

'Annemizin Ligi' bizi ayakta tutar

4 Ağustos 2014
“Lige asıl karakterini verecek olan şey yine iç sularda yüzmekten başka bir şey yapamayacağımız. Görünen tablo şu ki; bir sezonda daha ‘Annemizin ligi’ futbol endüstrisini bütün unsurlarıyla ayakta tutacak.”

YENİ bir ligin arefesindeyiz. Meselenin ana aktörlerine dair üç-beş kelam etmek için bile vakit çok erken ama yine bir konuda söz söylenebilir, nasıl bir lig profiliyle karşı karşıyayız? Ana aktörlere gelince şu ana kadar oynadıkları birkaç hazırlık maçı yine de temel meseleler üzerinden fikir söyleme hakkını bize veriyor, bir de Bursaspor, Beşiktaş ve Karabükspor gibi Avrupa kupaları üzerinden ‘Resmi’ sınavlarına çıkanlar ve daha fazla done sunanlar var…
Kuşkusuz hakkında ilk söz söylenecek takım ‘Son şampiyon’ unvanıyla Fenerbahçe... Sarı-Lacivertlilere ilişkin eldeki sağlam veriler Sheffield United ve Sevilla maçlarıydı. İngiltere’deki mücadelede Ersun Yanal’ın ekibi yine hızlı pas trafiğine sahip, basan, rakibe boş alanlar bırakmayan bir görüntü sunarken Sow’un yıpratıcılığı, Webo’nun fırsatçılığı ve Diego’nun inceciliği gibi detaylar üzerinden kanaat oluşturdu.

DAHA ÇOK SHEFFIELD VAR!

SONUÇTA mağlup oldular ama burada asıl notu muhtemelen ‘İlk 11’de görmeyeceğimiz oyuncuların temsil ettiği son bölüme’ değil, ‘Maçın başındaki oyunculara ve görüntüye’ vermek gerekir. Bu görüntü de umut vericiydi. Sevilla maçında ise aynı manzarayı bulamadık. Çünkü son ‘Avrupa Ligi şampiyonu’ unvanına sahip İspanyol rakip, daha güçlü ve oturmuş bir takımdı. Sevilla karşısında Fenerbahçe bir ara Caner’in gayretiyle parladı ama gerisini getiremedi.
Sonuçta tabloyu şöyle okumak gerekiyor galiba: Sarı-Lacivertliler ligde daha çok Sheffield tarzı rakipler bulacak karşısında, Sevilla türü maçlara ise en fazla altı ila sekiz kez çıkacak, ki bunlardan bir kısmı sahasında olacak ve takıma Emenike ve Kuyt takviyesi de yapılacak. Yani sonuçta Fenerbahçe geçen sezondaki hüviyetindeydi (Emre ve Caner’in gereksiz sinirli halleri de bu hüviyete dahildi)...

GALATASARAY’IN VAKTi BOL

LİGİ bu sezon da Sarı-Lacivertlilerle domine etmesi beklenen Galatasaray ise klasik defans problemleriyle dikkat çekti. Eğer teknik direktör koltuğunda bir İtalyan oturuyorsa sizin en azından bu hattınızın ‘genetik’ olarak çözülmesi gerekir. Geçen sezonun İtalyan’ı Mancini’yle bu dert halledilemedi. Çünkü genç teknik adam takıma daha sonradan dahil olduğu gerekçesiyle bu sınavda sürekli ‘Pas’ dedi ve kâğıt üzerinde haklıydı.

Yazının Devamını Oku

Koruyucunun galaksi rehberi

2 Ağustos 2014
‘Galaksinin Koruyucuları’, ‘beş benzemez’den oluşan bir ekibin evreni kötülerden kurtarma serüvenini anlatıyor. James Gunn’ın yönettiği yapım, 80’lere selam sarkıtan son derece keyifli bir bilimkurgu.

‘Captain America’, ‘Iron Man’, ‘Thor’, ‘The Avengers’ gibi süper karakterlerin ‘bonservis’lerini elinde bulunduran (!) ‘Marvel evreni’ bu yazın ‘Gişe filmleri kuşağı’na bu kez de daha az bilinen bir ‘Kahramanlar geçidi’yle dahil oluyor: ‘Galaksinin Koruyucuları’ (‘Guardians of the Galaxy’)... Seri, ilk kez 1969’da varlığını hatırlatmış ve daha sonra 2008’de restorasyondan geçerek bayrağı farklı tiplemelere devretmişti. Bu haftadan itibaren salonlarımıza teşrif eden film ise yeni versiyondan sinemaya uyarlanmış.

Yönetmenliğini James Gunn’ın üstlendiği yapımın önce kısa bir özeti diyelim: Kendi kendine ‘Star-Lord’ adını takan Peter Quill, galaksinin en kötü karakterlerinden Ronan’ın da peşinde olduğu bir küreyi çalar. Peter için basit bir hırsızlık gibi gözüken bu eylem, farkında olmadan birçok karakterin ‘topa girmesi’ne neden olacaktır... Konuşan ve her türlü eylemi gerçekleştiren rakun ‘Rocket’, yol arkadaşı ağacımsı Groot, küreyi bulmak için Ronan’ın gönderdiği ama aslında başka dertlere sahip yeşil renkli gizemli Gamora derken hepsi evrenin en güvenli hapishanesinin yolunu tutacaktır... Heyhat, bu isimlere içeride Ronan’dan, karısının ve çocuğunun intikamını almak için yaşayan ‘Yok Edici Drax’ de eklenecek, farklı hedeflerin birleştirdiği bu tuhaf birleşimden ‘Galaksinin Koruyucuları’ doğacaktır...

Malum bu tür filmlerde her biri farklı meziyetlere sahip bir grup ‘süper kahraman’ın resmi geçidini izleriz. Ki birleştiklerinden de ekip ‘süper kere süper’ olur. Amma velakin ‘Galaksinin Koruyucuları’ galiba güzelliğini bu ‘süper’lik meselesini fazla abartmamasından ve hava olarak, 80’li yılların yer yer ‘kitsch’ bilimkurgularına selam göndermesinden alıyor. Filmdeki şarkılar da (70’ler ve 80’ler), öykünün genel ataleti de bu yönde. Zaten tiplemeler hafiften ‘Star Wars’u -özellikle de Peter Quill, Han Solo esintileri, Ronan da düşük volümlü ‘Darth Vader’ tadında- hatırlatıyor. Öte yandan filmin arka plandaki zengin tuhaf karakter yapısı ve belli yere ait olmayan ‘Gezi’ci tiplemeleri ‘Beşinci Element’ ve ‘Otostopçunun Galaksi Rehberi’ gibi filmleri de akla getiriyor.

‘Walkman’siz çıkmam abi

Yazının Devamını Oku

Kayıp zamanın peşinde...

1 Ağustos 2014
İki yaşındayken anne ve babasının ölümüne tanıklık ettikten sonra konuşmayı kesen ve dış dünyayla bağlantılarını azaltan Paul, artık 33 yaşındadır. İkiz teyzeleri Annie ve Anna’nın aristokrat evrenleri içindeki kalıplara bağlı olarak büyüyen bu genç adam, öte yandan büyük bir piyano virtüözü olma yolunda da emin adımlarla ilerlemektedir. Lakin bir tesadüf sonucu komşuları Madam Proust’la tanışır ve işler değişir. Bu ilginç kadının ona sunduğu bitki çayı Paul’ün geçmişiyle yüzleşmesini sağlarken hayatla, fazlasıyla gevşek olan bağlarını da güçlendirecektir...

Sylvain Chomet’yi ‘Belleville’de Randevu’ ve ‘Sihirbaz’ adlı animasyonlarıyla tanıyorduk. ‘Attila Marcel’, tıpkı ana karakteri Paul gibi yönetmeni Chomet’yi de çizgi dünyasından gerçek dünyaya bağlıyor bir anlamda! Dışarıda, özellikle bu film üzerinden Chomet’nin evrenini tanımlarken ‘Jean-Pierre Jeunet-Jacques Demy arasında gidip geliyor’ türünden yorumlar yapılmış. Katılıyorum, hatta çağrıştırdıkları arasına Wes Anderson ve Michel Gondry’yi de eklemek mümkün. Lakin yine de ‘Attila Marcel’in onca ilginç detayına, onca ilginç hoşluğuna, onca gerçeküstücü yanına rağmen Chomet adına çok önemli bir adım olduğu kanısında değilim. Evet, ‘Belleville’de Randevu’ bir başyapıttı, zaten öyle bir çizgiyi her zaman yakalamak mümkün değil ama yine de ‘Attila Marcel’ sanki daha etkileyici olabilirmiş gibime geldi. Bir de oyuncu kadrosunun isimlerini zikredelim: Paul’de Guillaume Gouix (hafiften Elijah Wood’un orta yaşlı halini andırıyor), Madam Proust’ta Anne Le Ny’yi, Michelle’de Kea Kaing’i, tuhaf doktorda Cyril Couton’u izliyoruz. Sonuç? ‘Attila Marcel’, gerçeküstücü öykülere meraklı seyirci için uygun bir seçim...

5 üzerinden 3 yıldız

Yazının Devamını Oku

Sevdamızın 'çizgisel' ifadesi...

28 Temmuz 2014
HAYATTAKİ her şey gibi futbol da başka güzelliklerle birlikte kendini var eder.

Evet, bu oyun tek başına da güzel, tek başına da yeterince cazibeli, tek başına da büyüleyici ama tıpkı Cesar Luis Menotti’nin dediği gibi, “Sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz…” Dolayısıyla ‘bir kısım’ futbolsever bu oyunu sadece sahadaki görüntüsüyle değil sosyolojik arka planı, insan ilişkileri, sınıfsal yansımaları, prototipleri vs. ile de ilgi duyar, sevdasını daha geniş bir perspektifle yerli yerine oturtmaya çalışır.
Ama yetmez, mesela sinemayla futbolun kesiştiği yerler meselesi de vardır, ki zaman zaman bu sütunlarda bu birliktelik üzerine de kalem oynatmaya çalıştım. Ve çocukluk günlerimin sinema ve futbol kadar en önemli sevdası, yoldaşı çizgi romanlar… Üstelik bu sevda hâlâ bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor. Adım attığım her kitapçıda neredeyse önce onların bulunduğu rafları ararım. Her ne kadar çocukluğumun örneklerinin dışında kolay ulaşılabilir ve elde edilebilir olmaktan (Çünkü geçmiştekinin aksine ‘İyi kâğıda ve renkli basıyoruz’ mantığıyla her biri aşırı fiyatlarla piyasaya sürülüyor artık) uzak olsalar da elimden geldiğince kütüphanemi bu sadık dostlarımın eski ve yeni akrabalarıyla doldurmaya çabalarım.

HiKAYEYi ÖĞRENEMEDiK

TABİİ ki insan bu topluluk içinde ‘Futbol’ eksenli çizgi romanlar arıyor. Türkiye bu konuda çorak bir toprak… Aslında bakarsanız geçmişte de durum böyleydi ama sadık dostum Doğan Kardeş ve Milliyet Çocuk bir nebze ağızlarda hoş tatlar bırakırdı. Yeteneksiz bir İngiliz veledinin, eski ünlü bir futbolcunun (‘Bombacı’ Ken) ayakkabılarını giydiğinde muhteşem bir yıldız gibi her maçta resital sunduğu maceralarını anlatan ‘Sihirli Ayakkabı’ ve kahramanı Billy Dane’in mücadelesi izlenmeye değerdi mesela...
Doğan Kardeş, 1977’de bağlı bulunduğu Hayat-Ses grubunun kapanmasıyla birlikte yayınını sonlandırdı, yıllar sonra tekrar Yapı Kredi tarafından yola devam edildiğinde Billy Dane artık yoktu ve hikâyesinin nasıl devam ettiğini bir türlü öğrenemedik. Milliyet Çocuk’taki şubemizde ise ‘Şimşek Santrafor’ vardı. Bir Fransız olan ve sarı saçlarıyla sahalarda kendince bambaşka rüzgârlar estiren Eric Castel’in Barcelona forması altında yaşadığı serüvenleri anlatırdı ‘Şimşek Santrafor’. O dönemde Barça’da sarışın olarak Bernd Schuster oynardı ve Alman’dı ama takımın asıl yıldızı malum Johan Cruyff’tu. Acaba Castel ikisinin karışımı mıydı, bilemiyorum ama en azından benim gönlümde Billy Dane’den sonra hep o vardı (Çünkü ben de yetenek ve hayaller açısından İngiliz yaşıtıma benzerdim ama ‘Sihirli ayakkabılar’ söz konusu olmadığında ondan daha iyi bir futbolcuydum).

KENDi MAHSULLERiMiZ...

YAKLAŞIK bir aydır piyasada olan ve bu toprakların mahsulü ‘Bir Zamanlar Sahalarda’, bu ıssız ortama kendince çok önemli bir katkıda bulunuyor. Geniş bir ekibin kıymetli çabalarıyla ortaya çıkan bu eser, belki ilk elde çocukluğu 80’lere denk gelenlere seslenen ama bu oyunu ve çizgi romanı seven herkesi kapsayan bir yapıya sahip... Babası şikeci ve kumarbaz bir faal futbolcu olan (Lakabı da ‘Gaddar’) minik bir çocuğun gözünden sadece oyunun güzellikleri ve çirkinlikleri değil, o dönemin küçük mahalle ilişkileri, arkadaşlıkları, sevdaları, acıları ve çaresizlikleri anlatılıyor.

Yazının Devamını Oku

Güzel olmuş bu 'Erkül' be ya...

26 Temmuz 2014
Haftanın büyük prodüksiyonu ‘Herkül: Özgürlük Savaşçısı’nda Trakya Krallığı’nı kurtarmak için çabalayan ‘yarı tanrı, yarı insan’ bir kahramanın mücadelesi anlatılıyor. Brett Ratner imzalı film oldukça başarılı bir aksiyon...

Bir yandan diziler, öte yandan filmler derken ‘tarihsel fanteziler furyası’, değil hız kesmek aksine yepyeni projeler ve serüvenlerle huzurumuza gelmeyi sürdürüyor. Bu haftanın öne çıkan tiplemesi ise mitolojik kahramanlardan biri olan ‘Herkül’... Önce söz konusu şahsa (!) ait temel kimlik bilgilerini verelim isterseniz: Zeus’un Miken Kralı’nın kızı Alkmene’yle ilişkisinden doğan Herkül (ki Yunan mitolojisinde ‘Herakles’ olarak bilinir), hayatı boyunca tanrıça Hera’nın nefretini üzerinde hissetmiştir. Bu nefret o denli derindir ki Hera, Herkül birkaç günlük bebekken onu öldürmek için iki zehirli yılanı göndermiştir bile. Lakin bu ‘Yarı tanrı yarı insan’ varlık da yılanların üstesinden gelir. Daha sonra tanrılar katında kendisini kanıtlamak için de en önemlisi -postunu sadece kendi tırnağının kestiği- Nemean Aslanı’nı yenmek olmak üzere 12 görevin üstesinden gelir ve efsane katına yükselir...



Bu mitolojik karakterin sinemadaki yeni bir versiyonu olarak çekilen ‘Herkül: Özgürlük Savaşçısı’ (‘Hercules’), son derece başarılı bir harman olarak dikkat çekiyor. Filmin asıl esin kaynağı Radical Comics ekibinden Steve Moore’un aynı adlı çizgi romanı olmuş. Ryan J. Condal ve Even Spiliotopoulos ikilisinin kaleme aldığı senaryo şen şakrak, meseleleri ti’ye alan ve ‘Herkül’ü ‘yarı tanrı’ formundan çıkarıp insanileştiren yapıya sahip. Öte yandan öyküye yedirilen ‘Yeğen Iolaus’ karakteri hem bir ‘vakanüvis’ görevi üstlenmiş hem de bir tür dönemin ‘halkla ilişkilerci’si olarak Herkül’ün nasıl dilden dile, kulaktan kulağa bir efsaneye dönüştüğünü göstermiş.
Filmin öyküsüne gelince; altı sadık adamıyla bir nevi ‘paralı asker’ hizmeti veren Herkül, Trakya Bölgesi’ndeki hükümranlığı kaybetmeye başlayan Lord Cotys’e yardım eder. Bu uğurda da önce yeraltı tanrısı Hades’in ordusuyla, sonra da Rhesus’un adamlarıyla iki önemli muharebeye girer. Lakin sonrasında yaptıklarından kuşku duyacak gelişmeler olacaktır...

Yazının Devamını Oku

Yoldan geçen korkular...

25 Temmuz 2014
Sinemamızın kimi kalburüstü yönetmenleri ‘taşra’yı ve de kırsalı bir anlamda masumiyetin, kendine dönmenin ve şehrin tüm o kaotik yapısından kaçıp kurtulmanın adresi olarak gösteredursun ‘Batı sineması’ için, ‘Orada bir yer var uzakta’, uzun bir süredir korkunun, gerilimin ve şiddetin merkezi adeta...

70’ler başında ‘Straw Dogs’, ‘Deliverance’, ‘The Texas Chain Saw Massacre’ gibi başyapıt düzeyindeki kimi filmlerle uç örneklerini veren bu tür daha sonra defalarca aynı güzergâhtan çeşitli ebat ve çaptaki yapımlarla geçip durdu. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Korku Yolu’ (‘In Fear’) adı üstünde aynı rotada ilerleyen bir yapım.



Önce kısaca konu: Tom, hoşlandığı Lucy’yi bir şekilde ikna edip İrlanda’daki bir müzik festivaline götürmek için yola çıkar. Ne var ki konaklayacakları oteli bir türlü bulamazlar. Sanki bir labirentin içinde kaybolmuş gibidirler. Peşi sıra Lucy, yolda esrarengiz bir kişinin olduğunu iddia eder. Bu genç kızın paranoyası mıdır yoksa gerçekten de birisi var mıdır?

Prömiyerini geçen yıl Sundance’te yapan Jeremy Lovering (kendisinin ‘Sherlock’ dizisinde bölüm yönetmişliği var) imzalı ‘Korku Yolu’, özellikle ilk yarısında klostrofobik bir etki yaratmayı başarıyor. Arabanın içinde yaşanan gerilim ve dış dünyanın dayattığı olası korkular, izleyiciyi geçiyor ama belli bir noktadan sonra film doğru dürüst bir yere yönelemiyor. Ya da şöyle söyleyelim, birçok zamane gerilimi gibi iyi bir malzeme bir yere bağlanamazken nihayetinde o ana kadar aldığınız tat, “Ee sonra?” sorusu ve hissiyatıyla etkisini kaybediyor.

Yazının Devamını Oku

Dünya Kupası'ndan Türkiye Kupası'na

20 Temmuz 2014
HER Dünya Kupası’nın ayrı bir ruhu, rengi, tortusu olur...

HER Dünya Kupası’nın ayrı bir ruhu, rengi, tortusu olur... ‘Brezilya 2014’ün anıları çok taze, bu bakımdan izlerinin derinliğini ölmek için vakit henüz çok erken… Hoş İngiltere bu büyük şenlik sonrası hep aynı travmayı, trajediyi yaşıyor, yani kaderine yönelik geçmişinden aldığı ilhamla (!) ufukta onlar adına yeni umutlar gözükmüyor ama İtalya’nın, İspanya’nın, Portekiz’in ne türden dersler çıkaracağı merak konusu elbet. Almanya’nın oyun sistemi ve takım ruhunun yeni ifadesi kimlere ilham kaynağı olacak, hangi yeni futbol kültürlerine kapı aralayacak; bekleyelim görelim…
Bana kalırsa asıl önemli hatırlatmalardan birini final maçı ve bu mücadeledeki performansıyla Lionel Messi yaptı. ‘Brezilya 2014’ bir noktadan sonra adeta Arjantinli yıldızın kişisel test alanına dönüştü, dönüştürüldü. Aslında bu mesele, kupanın başlangıcından beri gündemdeydi ama Arjantin tek farkla da olsa onun golleri ve asistleriyle ilk virajları alınca, o malum mesele, “Maradona gibi olabilir mi?” hemen sahaya sürüldü. Bu sorunun Messi üzerinde özel bir baskı yarattığı kanısında olanlardan değilim, ben final maçının bitiminden sonra ‘Kıssadan hisse’ şunu çok iyi anladığımı anladım (!), ‘Böyle bir kıyaslama kaçınılmaz ama hiç de gerçekçi değil.’

‘MESSI BİR MARADONA DEĞİL’EVET, zaman zaman bu işe soyunurken hepimiz de olayın fantezi boyutundaydık elbet ama ‘Brezilya 2014’ sanki ayaklarımızın artık yere basması gerektiğini hatırlattı. Hoş es kaza maç berabere bitse ve mesela penaltılarla Arjantin kazansa, her şeyi, her kelimeyi, her görüşü yeniden kurgulamak gerekecekti ama bu turnuvanın ‘Takım’ boyutunda en hak edeni Almanya’ydı ve ‘Mutlu son’a Mesut ve arkadaşları ulaştı.
Messi meselesine geri dönersek kimi spor yazarı arkadaşlarımın yanı sıra birçok futbolsever de aynı görüşe hâkimdi, “O bir Maradona değildi, kaybetmeye isyan etmiyordu.” Bir başka deyişle yeterince çabalamamıştı. Evet, doğru ben de bu görüşlere katılıyorum ama şöyle de bir gerçek var; tarihsel koşullar kadar kökenler de farklı. Maradona, ‘Sokak çocuğu’ydu ve isyan her koşulda onun için öğretisinin bir parçasıydı. Messi ise ‘Apartman çocuğu’ydu, öyle yetiştirilmişti, isyandan çok son derece iyi işleyen bir sistemin en önemli ve en estetik yapı taşıydı ve finalde de, o güne kadar ne yaptıysa aynısını yapmıştı. Ne bir fazla ne bir eksik… Bazen gol atamadığı, sahayı ait olduğu takımla birlikte boynu bükük terk ettiği oluyordu ve Almanya’ya karşı o günlerden birini yaşamıştı.

2018’DE 31 YAŞINDA OLACAK2018’de Messi 31 yaşında olacak. ‘Günümüz futbolu’ için gayet olgun bir yaş. O zamana kadar, o kendini var eden en önemli özelliği, yani ‘Bu oyunu çocukça hislerle, masumiyetini hiç yitirmemecesine sevme duygusu’nu kaybeder mi bilemem (mesela ben bile 50 yaşında halı sahaya çıktığımda ilk günkü heyecanı kaybetmiyorsam o niye kaybetsin) ama her şeye rağmen ülkesi Arjantin’le birlikte kupaya uzanması ihtimal dahilinde. Kim bilir, belki de Maradona’nın yaşadığı tarihsel akışın kronolojisi Messi’ye farklı uğrayacaktır. Öncüsü 1982’de boy gösterip destanını 1986’da yazmış, 1990’da ise finalde kaybetmişti. Messi de 2010’da boy gösterdi, 2014’de finalde kaybetti, 2018’de kazanır; kim bilir (bu durumda sadece final sonrası ‘Gözyaşları’ konusunda benzerlik olmaz)…

Yazının Devamını Oku

Sanatın ölümü ve yeni arayışlar...

12 Temmuz 2014
ONLAR bu oyunun mucidi olmadılar ama sanatçısı olmayı başarmışlardı.

Futbol 20. yüzyıl boyunca yavaş yavaş gezegenin en sevilen sporu olma yolunda ilerlerken yaratıcı ve yenileyici unsurunu hep Brezilyalılarda aradı ve buldu. 1970 Dünya Kupası’nda bu kimlik sahada da kendini var etti, sanat ve başarı birlikte geldi. Ama modern zamanlara denk düşen asıl takım 82’de huzurlarımızdaydı... Zico, Socrates, Eder, Falcao, Junior derken muhteşem bir armoniyle hepimizin gözlerini kamaştırıyorlardı. Kreatiftiler, estetiktiler, heyecan vericiydiler... Lakin Bearzot’un İtalyası o ünlü 3-2’lik maçta Brezilya’yı kupa dışına iterken bir anlamda sanatı da öldürdü... Bu belki de 1950’de Maracana’da Uruguay’a karşı 2-1’lik mağlubiyetle kaybettikleri finalden daha büyük travma yarattı. Üstelik bu travmanın kapsadığı alan sadece Brezilya değil, onlar üzerinden bu oyuna hayran olan ve bu oyunla yatıp kalkan bütün sevdalılardı...

RONALDO VE RIVALDO

Paolo Rossi imzalı üç golle yaşanan hüzün, Brezilya cephesinde bir hesaplaşma yaşanmasına ve yeni bir yol haritası belirlemesine neden oldu. ‘Sambacılar’ Amerika 94’te kupaya uzandıktan sonra takımın kaptanı Dunga, Alman Spiegel dergisindeki söyleşisinde meseleyi kısaca şöyle özetliyordu: “Yeni bir kimlik yaratmıştık. Bu takımın mantalitesi şuydu: Top rakipteyken Avrupalı, bizdeyken Brezilyalı gibi oynamak...” Özetle “Artık kazanmasını öğrendik” diyordu Dunga. Takımın teknik direktörü iki yıl sonra Türkiye Ligi’nde Fenerbahçe’yi çalıştırırken söyleşi yapma fırsatı bulmuş ve Dunga’nın bahsettiği mantaliteyi hatırlatmıştım. İtiraz etti Parreira, “Yok canım, öyle olur mu? Biz her zaman Brezilyalı gibi oynadık...” Aslında kendi de inanmıyordu söylediğine...
Sonraki şampiyonluk 2002’de geldi. Takımın başında olan Scolari’nin sahaya sürdüğü 11’de sanat adına iki önemli temsilci vardı; Ronaldo ve Rivaldo... Bazı maçlarda bu ikiliyi daha yolun başındaki Ronaldinho tamamlıyordu. Roberto Carlos, Juninho, Denilson da cabası... Defans ise Lucio’dan soruluyordu.
Brezilya, evindeki düzenlenen 2014’e kendinden emin başladı. Aslında kâğıt üzerinde doğru formülleri üretmişlerdi; kulübede asıl sorumlu Scolari’ydi ama Parreira da bençteki yerini alıyordu. Yani son iki şampiyonluğun mimarları ekibin karar organlarıydı. Saha Neymar’a teslimdi. Defansta Avrupa’nın gözdeleri David Luiz ve Thiago Silva vardı. Bayern’in yapı taşlarından Dante bile bu ikiliden biri problem yaşarsa görev alabilecekti.
Orta saha da ‘Teorik’ olarak sorunsuzdu. Üstelik bu takım bir yıl önce ‘Konfederasyon Kupası’nda test edilmiş, son üç büyük organizasyonun şampiyonu İspanya 3-0’la geçilmiş, bu da kuşkusuz illüzyonun büyümesine neden olmuştu.

HAYAT DEVAM EDİYOR

Ama hesaba katılmayan bir şey vardı, Konfederasyon Kupası’na katılmayan ve giderek dişlileri daha bir yerine oturan Almanya... Onlar hiçbir zaman futbolun estetisyeni olmamışlar ama mücadelenin, azmin, çalışkanlığın ifadesini temsil etmişlerdi. Lakin son dönemin Almanya’sı bu kimliğe yaratıcılığı, oyunun coşkusunu, takımdaşlık ruhunu da katmıştı. Hırvatistan, Meksika, Kolombiya maçlarında sinyal veren problemler Almanya karşısında ‘Açık ofsayt’ta kalmış ve malum 7-1’lik skor gelmişti.

Yazının Devamını Oku