Son 3 sezonun Devler Ligi şampiyonu Real Madrid, ağırlıklı olarak 4-4-2 ile sahaya dizildi, Zidane’ın B planı ise Bale’li 4-3-3’tü. Klasik bir on numara kullanmadı. Liverpool sezonun neredeyse tamamını 4-3-3’le geçirdi; yaratıcılık Wijnaldum-Oxlade (Coutinho) arasında bölüştürdü. Heynckes James Rodriguez’e, Guardiola da De Bruyne’ye özgür birer on numara rolü biçmediler. Yaratıcılığı paylaştırdılar. Tabii ki tüm bu taktik ustalarını ve tercihlerini tek bir potada değerlendirmek kolay değil, ama devlerin neredeyse hiçbirinin klasik 4-2-3-1 kullanmaması, merkezde özgür bir on numaraya yer vermemesi tesadüf olmamalı öyle değil mi?
Kulüpler düzeyindeki bu taktiksel dönüşüm, Dünya Kupası’na da yansımış durumda. İngilizler turnuvaya 3’lü savunma ile gidiyorlar. Uruguay 4-4-2 oynuyor. Tite’nin modern Brezilya’sı ağırlıklı olarak 4-1-4-1 tercih ediyor, Coutinho’dan Fernandinho’yla ortak bir defansif sorumluluk bekliyor.
Kurulum güncelleniyor
Deschamps’ın Fransa’sının klasik 4-3-3’ünde on numara rolü yok. Fernando Santos, Ronaldo’yu ikinci santrfor olarak kullanıyor. Messi de çaresiz kalmazsa topu en uçta almak istiyor, çünkü takımdan başka golcü çıkmıyor. İspanya’da Isco ve arkadaşları klasik müzik severken santrfor Diego Costa’nın heavy metal beklentisi işleri zorlaştırıyor. Almanya’da da bu turnuvanın Mesut’un kupası olacağını sanmıyorum. Futbol değişiyor, dönüşüyor. Oyun artık bir ‘kurucu’ üzerinden işlemiyor, ortak kuruluyor.
BOŞLUKLAR, CEZA ALANININ KÖŞELERİNDE
Oysa Dünya Kupası’nın son 30 yıllık tarihi incelendiğinde Maradona’sı, Mattheus’u, Baggio’su, Francescoli’si, Hagi’si, Laudrup’uyla hikâye genelde “on numara”lar üzerinden yazılıyordu. Bugünse fırsatlar artık orta yuvarlağın rakip yarı alana bakan kısmı ile ceza yayı arasında değil. Ceza alanının köşelerinde. Organizasyonlar sadece orta yuvarlaktan değil, taç çizgilerinden de kuruluyor.
BEK-STOPER FIRSATI
De Bruyne, David Silva, Messi, Salah
Infantino’yu futbolun ruhunu satmakla itham ediyor. Avrupa Kulüpler Birliği Başkanı Andrea Agnelli’nin önerisiyse, Şampiyonlar Ligi’nin heyecanını artırma yönünde: “Grupları 4’lü değil 8’li yapalım. Büyükleri birbiriyle daha fazla oynatalım.”
- Futbol değişiyor; dünyanın bir numaralı sporu, tarihi bir dönüşüm yaşıyor. Oyuna ilgi arttıkça, gelir kalemleri de çeşitleniyor. Gelir kalemleri çeşitlendikçe, hem FIFA, hem UEFA, hem de büyük kulüpler ellerini ovuşturarak bu yeni pastadan daha büyük bir pay almak istiyorlar.
- Pasta savaşı, futbolda yeni bir çağın düğmesine bastı âdeta: 2 yıl önce oyun kuralları kitabı, tarihinin en büyük revizyonunu yaşamış, irili ufaklı 57 değişim hayatımıza girmişti. Dünya Kupası artık 48 takımla oynanacak. Eylül’den itibaren ilk kez UEFA Uluslar Ligi hayatımıza girecek. Ama yenilikler bunlardan ibaret değil: FIFA, hayatımıza hem 24 kulüplü bir Kulüpler Dünya Kupası, hem de 8’li bir Milletler Ligi sokmak istiyor.
ÇILGIN PROJE...
- Özellikle Infantino’nun, Kulüpler Dünya Kupası fikri ortalığı fena hâlde karıştırmış durumda... FIFA’nın genç başkanı, bir yıl sonra yeni bir seçim sınavıyla karşı karşıya. Ve bu seçim öncesi bazı radikal değişiklikler yaparak, global futbol pastasını büyütme peşinde. Infantino’nun çılgın projesi, dört yılda bir düzenlenen bir Kulüpler Dünya Kupası.
- Kupa 24’lü olacak, katılımcıların 12’si Avrupalı. İlki 2021 için planlanan projede, son 4 yıldaki 8 Şampiyonlar Ligi finalistinin yanı sıra, 4 Avrupa Ligi galibi yer alacak. Bu çılgın projeye, Japon menşeli bir dev bankanın 25 milyar Euro’yu garanti ettiği söyleniyor.
Ancak Infantino’nun bu çılgın projesine çok güçlü itirazlar da yükselmiş durumda. İtirazların ilk sebebi, hâlen her yıl düzenlenen Süper Kupa’nın hemen hiç ilgi görmemesi.
-
2018’de nihayet bu saçma hazırlık maçı politikasından kurtulduk. Şu an içinde olduğumuz 5 maçlık seri, gayet ciddi rakiplerle: İrlanda (31), Karadağ (46), İran (36), Tunus (14) ve Dünya Kupası ev sahibi Rusya ile. 3 gün önce oynadığımız İran, Asya’nın en iyi takımıydı. Dün oynadığımız Tunus da Afrika’nın en iyisi. Hatta şu anda FIFA sıralamasında Hırvatistan, Kolombiya ve İtalya gibilerin üstündeler ve 18 Haziran’da Dünya Kupası’nda İngiltere’yle oynayacakları için de fiziksel olarak iyi seviyedeler.
KÖR DÖVÜŞÜ GİBİ
- Dün de maça sert ve dinamik başladılar; onların mücadele tutkusuyla hakem Fedayi San’ın anlayışlı yönetimi birleşince kör dövüşü gibi bir 60 dakika oynandı Cenevre’de. Sanırım bu noktada Lucescu’nun orta saha tercihini sorgulamak gerek: Acaba “Okay-Mahmut-İrfan”lı yetenek kısıtlısı üçlü merkez seçimini Tunus’la savaşabilmek için mi yaptı Rumen Hoca? Ancak özellikle Mahmut-İrfan’ın ikinci-üçüncü bölge geçişinde yetersiz kaldıklarının altını çizmek gerek.
60’ta Cenk’in yaşadığı garip hadiseyle birlikte maç bizim için bitti zaten. 2 sene önce milli takıma kaptan olması gerektiğini yazdığım ve dün bandı taktığı için gururlandığım Cenk’in her ne sebeple olsun tribünle diyaloğa girmesi absürt. Biz milli takım formalı ağalardan, kabadayılardan, adam gibi adamcı yapaylıktan bıktık Cenk. Şu anki takımı sevme nedenimiz de oynadığınız oyun değil. Medeni ve görgülü bir tablo yaratmanız. Umarım herhangi bir bahaneye sığınıp bizi tekrar o ilkel görüntüye döndürmezsiniz.
MAÇIN ADAMI: ÇAĞLAR SÖYÜNCÜ
Her geçen maç gelişiyor. Hızlı Kaan’la da göbekte bir ritim yakaladılar. Lucescu’nun temel ayarlarla fazla oynamaması da uyum geliştirmemiz açısından avantaj.
İki tane hücumcu takımın çılgın oyunu, Mısırlı’nın hepimizi üzen sakatlığı, Bale’in finaller tarihinin en güzel golü apoletini hocasının elinden kapması... Liverpool’lular “Salah olsaydı”lı cümlelerle hatırlayacaklar bu geceyi ama Real Madrid’in de DNA’sında kazanmak var işte! “Bu oyunu neden seviyoruz”a yanıt olabilecek türden harika bir geceydi gerçekten.
Harika akşam, Liverpool’un tutkulu oyunu ve pozisyonlarıyla başladı; ama sonuçta tabelayı oyun değil, oyuncu belirledi. Liverpool oyunuyla geldi bu finale, Real Madrid oyuncuyla. Ve sonunda da neticeyi olağanüstü bir oyuncu, Gareth Bale belirledi.
2014 ŞL finalinde son penaltıyı atan Ronaldo şovu çalmıştı, ama aslında kazandıran golü Bale atmıştı. O yıl Kral Kupası finalini de fantastik bir golle kazandırmıştı Bale. Dün de dünyanın en iyilerinden biri olduğunu, finaller kazandırmanın onun için sıradan bir şey olduğunu ispat etti bir kez daha. Bale’in herhangi bir takımın kulübesinde zaman harcaması; sadece Galli’nin değil, futbolun kaybı. Umarız seneye onu da Salah, Ronaldo ve Messi gibi kesintisiz olarak sahada, bir büyük takımın oyun liderliğini yaparken izleriz.
Burak, Soldado’dan 49 gün sonra, Seleznyov da Burak’tan 5 gün sonra doğmuş. Gomis. Seleznyov’dan 17, Negredo da Gomis’ten 14 gün büyük... 1985’in yazında, sadece 85 gün içinde doğan bu beş bebeğin, 32 yıl sonra aynı topraklarda buluşup, Süper Lig 2017-18 sezonunun kaderini belirlemeleri kaderin garip bir cilvesi gerçekten...
Süper Lig’de her açıdan tarihi bir sezon yaşadık... Üç puanlı sisteme geçtiğimizden beri ilk kez 3 takım birden son haftaya şampiyonluk umuduyla girdi. Tarihte ilk kez birinci ile dördüncüyü 4 puan ayırdı. Avrupa’nın top 5 liginde liderlerle ikinciler arasında toplam tam 71 puan fark oluşan bu garip yılda, rekabetçilik açısından harika bir sezon geçirdik biz.
Bu güzel sezonun neticesini belirleyenlerin başında elbette Galatasaraylı futbolcular ve Fatih Terim geliyorlar. Ama sanırım bu yılki zirve sıralamasını özellikle bir pozisyon oyuncuları, ‘santrforlar’ doğrudan etkilediler. Üstelik enteresan bir şekilde hem Galatasaray, hem Fenerbahçe, hem Beşiktaş, hem de Trabzonspor bu yıl içinde bir numaralı santrforlarını değiştirdiler. Ve transfer döneminde aynı santrfor isimleri, farklı takımlarla yazıldı: Gomis’in Fenerbahçe ve Galatasaray’la, Negredo’nun İstanbul’un her üç büyüğüyle, Burak’ın da Beşiktaş ve Trabzon’la adı anıldı uzun süre. Ve sonuç olarak Soldado (27.5.85) Fenerbahçe’ye, Burak (15.7.85) Trabzon’a, Gomis (6.8.85) Galatasaray’a, Negredo (20.8.85) da Beşiktaş’a imza attılar. Tudor’un eski talebesi Seleznyov’u (20.7.85) Galatasaray’a getirmek için aradığını da biliyoruz. Hatta Seleznyov’un bu yüzden kulübü Karabükspor’la gönül bağının koptuğunu, sezon başında bir türlü form tutamadığını ve devre arasında ayrıldığını da. Belki Seleznyov’u bu hikâyenin içine katmamı garipseyenler olabilir, ama emin olun onun bu beş 85’li santrfor arasında yer alma sebebi sadece doğum tarihi değil: Eğer Tudor, Ukraynalı santrforu sezon başında transfer edip Galatasaray kulübesine oturtabilse, muhtemelen o Seleznyov devre arasında Akhisar’a geçip, sarı-kırmızılıları Türkiye Kupası’ndan etmeyecekti!
Şimdi, şöyle bir soru da geliyor insanın aklına ister istemez: 1985 yazında doğan bu 5 santrforun transfer işleri biraz karışsa ve mesela Gomis, Galatasaray’a değil Fenerbahçe’ye, Burak, Trabzon’a değil, Beşiktaş’a, Negredo da Beşiktaş’a değil, Galatasaray’a filan alınmış olsalar, ligin kaderi aynı kalırdı diyebilir miydik? Ben diyemem asla. Bence bu yılın kaderini belirleyen esas adam Gomis oldu ve Galatasaray’ın sonuna kadar hak ettiği bu şampiyonlukta bir numaralı rolü oynadı Fransız santrfor. Kim bilebilirdi ki, 1985 yazı, gün gelecek 2018 yazında Türk futbolunun kaderini belirleyecek? Hayat, çok enteresan gerçekten...
SANTRFORMETREPeki bu yılın santrfor performanslarını göz önüne aldığımızda, ilk beş takımın ileri ucunda kim en fazla faydayı sağladı, kim hayal kırıklığı yaşattı diyebiliriz sizce? Benim sıralamam şöyle:
1- Bafetimbi Gomis
Galatasaray
İtalya Serie A 2002 sezon finali hâlâ aklımızda. Juventus, Roma ve Inter son haftaya iki puanlık marjda girmişler, kendi maçını kazanan Juventuslular, diğer müsabakalardan gelecek sonuçları sahada beklemişler ve sonuçta gözyaşı dökmüşlerdi. Biz de 3 puanlı sisteme geçtiğimizden beri ilk kez son haftaya 3 şampiyonluk adayıyla girdik. Kalitemiz tartışılır, bence Avrupa’nın top 10 liginin kıyısında dolaşıyoruz. Ama rekabetçiliğimiz harikaydı bu sezon.
4 şampiyonluk adayının performanslarının birbirine bu denli yakın olduğu bu süper sezonda, bence dengeyi bozan tek bir adamdı aslında... Kral olması ya da rekor kırması değil mesele. İlk maçın ilk dakikasından son müsabakanın son anına kadar ortaya koyduğu istek, profesyonellik ve karakterdi Gomis’i farklı kılan. En uçta oynadı ama Galatasaray’ın hücum organizasyonunu kuran da, bitiren de oydu hep. Onun öndeki pres isteği takımı ateşledi, ilerlemiş yaşına rağmen ortaya koyduğu arzu, Belhanda, Feghouli, Sinan gibi arzusu eksik olanları da teşvik etti. Fatih Terim takımı harika yönetti, Muslera kritik anlarda devleşti. Rodrigues kariyer sezonunu oynadı. Ama Galatasaray’ı bu sezon iki kelimeyle özetle deseniz, “Gomis’in takımı” derim sarı-kırmızılara. Hatta bu sezonu da yıllar sonra “Süper Lig Gomis Sezonu” olarak hatırlayacağız sanki.
TERİM’İN HAKKI...
Gomis’in hakkını büyük bir saygıyla teslim ettikten sonra sıradaki takdiri, sadece takımın değil camianın lideri Fatih Terim’e teslim etmek gerek. Eğer bu sezon Galatasaray’ı diğer 3 rakibinden ayıran bir numaralı faktör neydi diye sorarsanız, benim cevabım “2-0 farkı” olur. Galatasaray bu yıl rakiplerine karşı 1-0 öne geçtiği 21 maçın 18’inde golü yemedi, skoru 2-0’a getirmeyi başardı. Daha da önemlisi, özellikle Fatih Terim döneminde 1-0’dan sonra hiç vites küçültmediler, hep fazlasını aradılar.
Dün İzmir’de oynanan maçın özeti de bu detayda gizliydi aslında. Galatasaray maça 1-0 galip gibi başlıyordu, ellerindeki skor onlara yetiyordu. Ama yine yetinmediler. Bu sezonun kazananı, elindekiyle yetinmeyen Terim oldu kesinlikle.
MAÇIN ADAMI: FATİH TERİM
Üç penaltı kaçırmış olmasına rağmen dördüncü penaltıyı da Gomis’e attırmak, her teknik adamın alacağı türden bir risk değil. Ama Fatih Terim de bu yüzden büyük işte.
Ama Avrupa kupalarına ligden sadece 4 takım gidebilmesi, 3 küme düşeni de çıkarınca kalan tam 13 pozisyonun mânâsızlığı ürkütüyor.
Spor kamuoyunda neredeyse 20 senedir dile getirilen bir öneri, Süper Lig’in 20 takıma çıkarılma konusu. Ben meslek hayatım boyunca bu fikre karşı çıktım, gerekçem de ligdeki anlamsız pozisyon sayısındaki artışın güvensizlik doğurma ihtimaliydi. Lig 6.’lığıyla 17.’ciliği arasında fark olmayan bir turnuvada, son haftalarda hedefsiz maç sayısı olağanüstü artacak, şike söylentileri namuslu futbolcu ve antrenörleri rahatsız edecek ve tadımız kaçacak diye ürktüm hep.
Ama ülkenin coğrafi ve sosyolojik koşulları göz önüne alındığında da kontra düşünceler beliriyor insanın zihninde. Spor Toto 1. Lig maçlarını izliyoruz, büyük şehirlerin iyi takımları mücadele ediyor orada. Boluspor bir kez daha Süper Lig’e çıkamadı, Adana Demir’in, Erzurum’un ligde olduğu zamanlarda çok iyi stat atmosferleri sunduklarını hatırlıyorum. Ülke geniş, nüfus çok. Yurdum insanı duygusal, mutlu olacağı çok fazla sebep bulamıyor hayatında. Ve bir vilayetin Süper Lig’de temsili, o ilin atmosferini bütünüyle değiştirebiliyor. Peki Süper Lig’in gerçekten de 20 takıma çıkışı tartışmaya açılabilir mi? Ya da açılabilmesi için neler yapılmalı?
1- Bilançolar şeffaf olmalı
- Kocaelispor’un, Eskişehirspor’un, Gaziantepspor’un çizgisi ortada... Türkiye’de kulüpler ‘zengin holiganlar’ tarafından yönetilmeye devam ettiği; başkanlar, sigorta ve vergi dışında hiçbir borçtan yükümlü olmadığı sürece bu tablo kaçınılmaz olacak. Ülke futbolunun şu anda bir numaralı önceliği bence ‘Spor Kulüpleri Yasası’. Yöneticileri tüm borçlardan mesul hale getirecek şeffaf bir düzenek. Kulüplerin bilançolarına tek tıkla internetten ulaşılmasını sağlayacak bir algoritma.
2-Play-off meselesi
- SÜPER Lig kulüplerinin bilançoları şeffaf olur, finansal olarak iyi yönetilmeyen kulüpler layıkıyla cezalandırılırsa; mesela 2020’den sonra, 20 takım hayali kurulabilir. O noktada tabii ki önümüzdeki en büyük engel, hedefsiz takım sayısındaki artış olacak. Şu anda sıralamadan Avrupa’ya yalnızca 4 takım gönderebiliyoruz ama o son bileti play-off yoluyla vererek, ilk 7’yi anlamlı hale getirmek mümkün. İlk 2 doğrudan Devler Ligi, kupa galibi ile üçüncü de doğrudan Avrupa Ligi bileti alır. Ligi 4-5-6-7’nci bitiren 4 takım da son Avrupa bileti için play-off oynarlar. Böylece ‘ilk 7 yarışı’ diye bir kavram oluşur ve muhtemelen son maçın son dakikasına kadar 9-10 takım yarışta kalır.
3- Birinci Lig’i oyuna katmak
Yüzlercesi de dönecek... Premier Lig’de bu sezon ilk 7 maçı 0 puanla kapatan, 16’ncı haftada da aynen Karabük gibi 2 galibiyeti olan Crystal Palace, sezonu 44 puanla 11’inci tamamladı mesela.
16 MAÇTA 15 YENİLGİ
Ancak ne olduysa oldu, Karabük yönetimi devre arasında Poko, Seleznyov, Ceyhun, Grozav, İlhan, Dany, Tanase gibi aslarını markete koyup Aralık’ta lige veda kararı aldı. Devre arasında kasalarına giren para nedir bilmiyorum, çünkü bonservisli tek satış 1.4 milyonluk Poko gibi görünüyor. Ancak belli ki futbolcu alacak ve maaşlarından kurtulmaktı amaç. Sezonun ikinci yarısındaki 16 maçın 15’inde yenildiler ve ligin tadını kaçıran bir fikstür olarak geçirdiler son 4 ayı.
KALiTE DÜŞTÜ
- Doğrusu şunu fena halde merak ediyorum: Aynı durum PL’de yaşansa, lig yönetimi bu kararı nasıl karşılardı? Etik bulur muydu? Çünkü PL’de bir maça as kadronuzla çıkmamanız bile, etik dışı kabul edilip cezalandırıldı geçmişte. Ben Karabük yönetiminin yaptığını da etik bulmuyorum doğrusu. Bu ligde bir galibiyet karşılığı yayın havuzundan 2.2 milyon lira alıyorsunuz. İddaa, Spor-Toto, Ziraat gibi sabit gelirler de cabası. Yaptığınızın teknik ya da hukuki olarak bir sakıncası yok, evet. Ama Galatasaray, Beşiktaş, Başakşehir, Göztepe, Fenerbahçe’den böyle farklar yemek bence bir ligin kalitesini bilinçli olarak düşürmek demek.
Dün Fenerbahçe, resmi bir idman yaptı, Karabük’e gelen her takım gibi. Soldado ve Fernandao idmanın en iyileri olarak gözüktüler dün akşam. En az 6 fark kritikti, zira çok düşük bir ihtimal de olsa iş Galatasaray’la genel averaja kalırsa, avantajlı duruma geçmiş oldular o sayede.
MAÇIN ADAMI: SOLDADO
-