DÜN Constant Vanden Stock’ta oynanan maçın sonucu değil benim ilgilendiğim. Sonuç her ne olursa olsun, benzer şeyleri kaleme alacaktım. Çünkü dün Brüksel’deki esas beklenti galibiyet değil, Fenerbahçe’de gelişen bir şeyler görmekti. Benim büyük planda Fenerbahçe’de gördüğüm şey gelişim değil. Hatta Cocu ile ilgili soru işaretlerim her geçen gün artıyor.
1-) Cocu bir süredir takıma 4-4-2 formasyonunu adapte etmeye çalışırken, neden bu maçta 3-5-2’ye döndü anlam veremedim. Anderlecht’in formasyonu üçlü olduğu halde bile feci bir karar bu. Çünkü Reyes’li bu üçlüyle Neustadter-Skrtel’in normalde başarıyla yaptığı alan paylaşımı da hasar görüyor. Ve Bakkali’nin 2 golü gibi berbat boşluklar veriyor takım.
2-) Fenerbahçe iki tane 1.90’luk santrforla oynamasına ve oyun planını onlara şişirme üzerine kurmasına rağmen golleri de, pozisyonları da topu yere indirdiğinde bulabiliyor! Acaba Cocu, Soldado’yu liste dışında bıraktığına pişman mıdır şu anda?
3-) Karşınızda genç, coşkulu ama deneyimsiz bir rakip var. Üçlü savunmasının yaş ortalaması 22... Özellikle 2-1’den sonra şaşkınlığı artan bir rakip. Tecrübesiz bir ritm takımı. Fenerbahçe’yse 30’a yakın yaş ortalamasıyla, çok daha fazla deneyimliyle sahada. Ve 2-2’yi harika bir zamanda, 55’te bulmuşsunuz. Hazır rakip grogi vaziyetteyken galibiyeti aramak yerine değişikliklerle vitesi küçültmek de üzücüydü gerçekten.
4-) Büyük planda bir başka üzücü detay da, Fenerbahçe’de bireysel form durumlarında da bir gelişim olmaması. Harun, Isla, Eljif, Benzia sezona daha yüksek viteste başlayıp, şu anda gerileyen isimlerden birkaçı. Bu bireysel gerilemeler çözülmeden, takımın ileriyle gitmesi zor olacak sanırım.
Türkiye-Belçika’nın en kritik 15 günü
UEFA ülkeler sıralamasında halen 10’uncu basamaktayız. Üstümüzdeki Belçika ile aramızda 3.300 puan fark var. Ancak bu 3.300 puanlık farkın sebebi, 2014-15 sezonundaki iyi performansları. Ve bu yılın bitimiyle birlikte artık 2014-15 sezonu dikkate alınmayacak, zira son 5 senelik ölçümün dışında kalacak o sezon.
O sezonu dikkate almadığınızda, yani son 4 yıl performanslarına baktığınızda ise Belçika’nın 0.300 puan önündeyiz. 2018-19’u onlardan az puan toplayarak bitirmezsek zaten otomatik olarak bir basamak çıkacağız. Hatta bu sezon Ukrayna da bizden fazla puan toplamazsa onlar da altımızda kalacak.
Geçen haftaki Malatya-Sivas maçını izleyebildiniz mi bilmiyorum... Hem 11’e 11’ken, hem de 11’e 10’ken garip bir oyun vardı Malatya’da. Orta sahalar yürüyerek geçildi, bir bu kalede, bir o kalede net pozisyonlar yaşandı maçın büyük bölümünde. Hemen hemen aynı Sivas takımı vardı dün yine sahada. Son derece aç. Her topu direkt hücuma taşımayı deneyen, sürekli gol düşünen bir takım. Tamer Tuna’yı tebrik etmek lazım bu sıradışı tavrı için.
Ancak aynı Sivasspor bu aç görüntüsü sebebiyle bolca da açık vermişti Malatya’da. Eğer Fenerbahçe teknik ekibi geçen haftaki Malatya-Sivas maçını izlediği halde dünkü 11’i seçtiyse enteresan. Malatya’daki maçı izlemedilerse acı... Zira Sivas’ın oyun kurucusu, sağ beki Douglas. Onun olmadığı bir günde siz topa daha fazla sahip olmayı hedeflemeli, soldan hücum edebilecek bir kadroyu sahaya sürmelisiniz. Ancak Cocu, sanki Sivas’ı daha önce hiç izlememiş, Douglas’ı hiç duymamışçasına arka arkaya iki sol bekle çıktı sahaya. Üstelik kulübede oturan tam 4 adam, Valbuena, Alper, Barış ve Ferdi’nin her biri o pozisyonda oynayabilecekleri halde.
Cocu kalıcı olmak istiyorsa artık şunu anlamalı: Süper Lig’de bir İstanbul büyüğünün A planı, uzun santrforuna şişirip serseri top kazanarak hücum etmek olamaz. Bu ligin koşullarında bir büyük takım bunu sıkışan bir maçın son çeyreğinde düşünebilir ama A planı bu olamaz. Dün son yarım saatte orta sahalar yürüyerek geçilmeye başlandığında her 2 takım da bolca pozisyon buldu ama o Rus Ruleti bölümüydü maçın. Her iki ekip de atabilirdi, ikisi de atamadı. Cocu bence o son yarım saate bakıp çok pozisyon ürettiklerini, iyi oynadıklarını filan zannetmemeli.
Tipik bir Anadolu takımı
MAÇIN 65’inci dakikasında istatistikleri inceliyordum. Son yarım saatlik kaos bölümünün hemen öncesiydi. Sivasspor’un ev sahibi olduğu herhangi bir maçta şutlarda 13-3 önde olmasını garipsemezsiniz aslında. Ama misafir ekip Fenerbahçe’yse garipsiyorsunuz biraz. Bu istatistiğe bakınca konuk ekibin bir İstanbul büyüğü değil, tipik bir Anadolu takımı olması lazım diye düşünüyorsunuz otomatikman.
Maçın ilk 65 dakikası itibariyle bireysel performanslara bakıldığında Muhammet Demir ve Emre Kılınç’ın da 4’er şut attıkları görülüyordu. O dakika itibariyle Fenerbahçe’nin takım olarak toplam şut sayısı 3’ken üstelik!
Robinho daha ciddi olmalı
DÜN takımların ve futbolcuların ismini hiç bilmeyen, ilk kez futbol izleyen biri tribünde olsa, herhalde sadece onu ayırt ederdi. Öyle farklı duruyor sahada. Ama biraz daha ciddi olsa, sahadan bir asist-bir golle çıkabilirdi Robinho.
Türk futbolunda modern zamanların ilk altın jenerasyonu, 1993 Akdeniz Oyunları takımıydı. Terim’in temellerini attığı o takım ülke futboluna bir Dünya üçüncülüğü, bir de Euro 2000 çeyrek finali kazandırdı. Oysa Terim göreve gelmeden hemen önce San Marino’ya tarihinin ilk puanını vermiş ve dibe vurmuş vaziyetteydik.
Modern zamanlarımızın ikinci altın neslinin doğumu arifesinde de bir dibe vurma var: 2003’te Letonya, 2005’te de İsviçre faciasının ardından bir çöküş yaşıyoruz. Sonra bizi 2008’de yarı finalist yapan takım çıkıyor ortaya.
Aradan 10 yıl geçti, Türk futbolu halen üçüncü altın jenerasyonunu arıyor. Bu süreçte 5 turnuvanın 4’ünü kaçırdık; gitmeyeni dövdükleri 2016’da da son 16’ya kalamadık. Yani 10 yıldır kıtanın son 16’sının dışındayız. Hatta Uluslar Ligi gruplarını belirleyen ülke puanlarına göre tam olarak 24’üncüydük.
Bu 24’üncülük bize kıl payı B Ligi’ni getirdi malum. Macarlar’dan 0,05 puan fazlamız olduğu için buradayız, yoksa C Ligi’nde başlayacaktık turnuvaya zaten. Ve şimdi İsveç müsabakasının sonucuna göre yine C Ligi’ne düşmemiz söz konusu.
Klopp’un deyimiyle “tarihin en saçma turnuvası”nda lig düşmeyi bence çok büyütmemek gerek. Almanlar benzer kaderi yaşamak üzere. İngilizler de risk altında. Hatta lig düşmemizin hayırlı tarafları da olacağı kanaatindeyim: Dibe vurmuşuz. Yepyeni bir takımız. Genciz, uyuma, birbirimizi tanımaya ihtiyacımız var. Bu süreci baltalayacak bir numaralı unsur, sürekli maç kaybetmek olur. Bu süreci hızlandıracak katalizörse maç kazanmak. Başarı... Özgüven...
C Ligi’nde namağlup devam eden Finlandiya veya Sırbistan’ın modu inanın çok daha iyi şu an bizden. Üstelik de turnuvaya gitme şansları daha yüksek. Bu yeniden yapılanma ve “adam gibi adamlar çetesi”nden kurtulma sürecimizde biz de Dünya Kupası çeyrek finalistleri yerine biraz da Litvanyalarla, Slovenyalarla, Karadağlarla oynarsak daha iyi olabilir sanki.
VAR UYARISIYLA 8 KIRMIZI KART
Son yıllarda sanırım en sık yazdığım konulardan biri, Süper Lig’in sertliğiyle orantılı olmayan düşük kart sayısı idi. Futbolcular son derece kötü niyetli, gaddar. Şu anda kaptanlık bandı takan birkaç meşhur stoper var; hakemin görüş alanı dışında kalan noktalarda olağanüstü çirkin davranışlar sergiliyorlar, hakem yüzünü döndüğünde de rakiplerini şikayet ediyorlar! Onların yıllanmış çirkinliklerini gören gençlerin de davranışları çok farklı değil.
MİLLİ takımımız, Euro 2016’da koşu sıralamasında 24 takım içinde 21’inciydi. Beşiktaş geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde en az koşan 3 takımdan biriydi. Galatasaray ilk 2 maç sonunda Devler Ligi’nin en az koşanı. Ve önceki gün bizden iki buçuk yıl daha yaşlı Rusya takımından 7 kilometre daha az koşmuşuz!
Pazar akşamı Rusya karşısındaki yenilginin bence en dikkat çekici tarafı, rakibin bizden daha fazla savaşmasıydı. İkili mücadelelerde, serseri toplarda hep eksik kaldık. Ve sahadaki kırmızı formalı sayısı daha fazla gibiydi hep. Lucescu’nun maç sonu basın toplantısında verdiği bilgiyle bu durum, ete kemiğe büründü: Ruslar bizden 7 kilometre fazla koşmuşlar. Üstelik sahaya Rusya 27,6, bizse 25,3 yaş ortalamalı takımlarla çıkmamıza rağmen.
Dikkatli okuyucular hatırlayacaklar, benzer bir durumu Euro 2016’da da yaşamıştık. Türkiye, gruplar aşamasında maç başına 103,9 km koşarak, 24 takım içinde 21’inci basamağa oturmuştu. Veteran İtalya takımının 112,4 koştuğu ortamda üstelik! Tolga Kuru hatırlattı, 2017’de Beşiktaş, Şampiyonlar Ligi’nde benzer bir veriye imza atmıştı. 2018’de de sıra Galatasaray’a geldi: Sarı kırmızılılar, Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk 2 hafta sonunda maç başına 101,9 km koşmuşlar ve genel ortalamanın tam 7 km. altında kalmışlar.
Görünen o ki, gerek kulüp takımlarımız, gerekse ulusal kadromuzla, ailece koşmamakta ısrar ediyoruz! Yerlisi, yabancısı fark etmeksizin az mücadele ediyoruz. Yerli antrenörler yarattıkları büyük gürültüyle Süper Lig’de yabancı hoca bırakmadılar! 18 takımın 17’sini yerli hocalar çalıştırıyor, maç sonrası açıklamalarına baktığınızda hepsi iyi mücadele ettiklerini iddia ediyorlar. Ama görünen o ki, kaliteli futbol oynatmadıkları gibi iyi mücadele ettikleri filan da yok. Kendimizi kandırıyoruz hep birlikte. Ve bu mücadele ettiğimiz sanrısı, uluslararası maça çıktığımızda tokat gibi çarpıyor yüzümüze.
7 YIL ÖNCE KALEME ALDIĞIM SATIRLAR
BİR insan sağlığını kaybedebilir. İşini kaybedebilir. Ailesini kaybedebilir. Hatta onurunu, şerefini dahi kaybedebilir. Her birimiz onurumuz için yaşadığımızı her fırsatta söyleriz, ama hayat öyle acımasızdır ki bir gün insana o cümleyi bile kurduramayacak hale getirebilir. Lâkin bence bir insanın esas kaybettiği an, utanma duygusunu yitirdiği andır. Başına her ne geliyorsa, her ne suç işliyorsa, her ne akıl almaz belaya bulaşıyorsa bulaşsın; o insan hâlâ utanabiliyorsa, onda hâlâ umut vardır.
Benim bu ülkeyle/bizle ilgili zaman zaman umutlarımın kırılmasının nedeni de bu galiba. Nerede kaybettik, ne zaman kaybettik bilemiyorum. Ama biz bir ara, bir yerlerde utanma duygumuzu kaybetmişiz. Maalesef bu aralar hiçbir şeyden utanmaz olmuşuz.
Yedi yıl önce kaleme almıştım yukarıdaki satırları... Hafta içinde
Her ikisi de bizim rakibimiz. Zorlu bir gruptayız, güçler birbirine yakın. Kaybetmemek için her an konsantrasyonunuz yüksek olmalı. Her detayı çalışmış olmalısınız. Dün de kıran kırana bir maç vardı Sochi’de. Ama detaylarda üstün olan taraf ev sahibi Rusya’ydı bence.
İki takımın da zayıf karnı, geriden kaliteli çıkamamaları. Biz önde bassak onlara (İsveç’in Dzhikia’yı 7 top kaybına zorladığı gibi) sıkıntı çıkarabilirdik, ama maalesef onlar yaptı o presi... Maça olağanüstü bir baskıyla başladılar, ilk hücumları 4 dakika sürdü adeta. Özellikle sağımızı kapadılar, bizi soldan çıkmaya zorladılar. Orada da sol stoper Çağlar-sol bek Hasan arasında berbat bir iletişimsizlik vardı ve defalarca top yitirdik o bağlantıda. Lucescu’ya sormak istiyorum: Bosna maçında bizi hep geriden çıkaran adam olan Ömer, formasını Hasan’a neden kaptırdı ki? Ya da Bosna maçıyla Rusya arasında savunma dörtlüsünün 3’ü neden değişti? En çok uyuma ihtiyacı olan bölgemiz savunma değil mi sizce de?
Maçın ikinci kilit detayı ise, hava topları idi. Ruslar önde basınca topu sürekli Sinan’a oynadık. Sinan da topu sol açık-sağ açık bölgemize şişirdi amaçsızca! Rus bekler Fernandes’le Kudryashov, Hakan’la Cengiz’e karşı hava topu kazanma rekoru kırdılar dün gece. Aynı şekilde Dzyuba’nın da Okay’a üstünlüğü vardı maalesef.
Uluslar Ligi B kategorisinde grup ikincilerinin de play-off yapma ihtimalleri var, ama artık bizim hedefimiz 21 Mart’ta başlayacak Euro 2020 elemeleri. O tarihe kadar gelişmeye devam. Dünkü gibi 24 yaş altı 5 oyunculu cesur takımlar yapmaya devam. “Adam gibi adamlar çetesi” sonrası arınmaya, pırıl pırıl bir milli takım yaratmaya devam.
Çalhanoğlu artık beklemeli
FUTBOLDA bunlar var, bazen bazı futbolcular kulüp performanslarını ulusal takıma bir türlü yansıtamıyorlar. En popüler örneği Messi bunun sanırım. Yakın tarihimizde Nihat örneği var, İspanya’da harikalar yaratırken ay yıldızlı formaya katkısı aynı seviyede olamadı. Bugün de benzer bir sorunu Hakan Çalhanoğlu’nda görüyoruz. Önceleri özgüven sorunu olduğunu düşünüyordum, ama artık düzenli oynuyor ve hâlâ çok kritik anlarda acemice işler yapıyor. İşte 17’de Cengiz-Cenk bomboşken kafasını kaldırmadan, yere bakarak, bir mahalle topçusu edasıyla Kudryashov’a nişanladığı top... Biz 1-0 öne geçecekken, akının dönüşünde geriye düştük. Hakan’ın biraz bekleme zamanı geldi sanki.
Cherchesov’a tebrikler
Tablo böyle ama enteresan bir şekilde kulübün en büyük yatırımlarından ikisi kaderlerine terk edilmiş durumda: Bursaspor’dan 7 milyon euroya transfer edilmiş Ozan, U21’de. Eskişehir’e 6 milyon 250 bin Euro ödenerek alınmış Alper de Rize, Trnava ve Başakşehir maçlarında kadro dışıydı. Yani sessizce üstü silindi Alper’in. Sayın Koç, Türkiye’de herhangi bir şirkette 100 milyon liranın üzerinde nakit para ödenerek yapılmış iki yatırım kaderine terk edilebilir mi? Ozan kilolu deyip işin içinde çıkılabilir mi? Adam yiyorsa, ekmeğini alacaksınız önünden! Alper gece çıkıyorsa, kapıyı kilitleyeceksiniz üzerine! Fenerbahçe’nin bu ekonomik ve sportif darboğazdan çıkmasının yolu sporcuların üstünü silmek değil, onları tekrar nefes alır hale getirmek, kullanmak ya da markette değerlendirmek...
Manchester’daki 26 yıllık menajerlik sürecinde Alex Ferguson’un çalıştığı bütün genç İngiliz futbolcuların anneleriyle tanışıyor olması, alaycı bir dille eleştirilirdi zaman zaman. Oysa Ferguson daha sonra Harvard’da vereceği konferansta şöyle açıklayacaktı bu konuyu: “Babalar faydacı olabilir. Annelerse çocuklarının sadece iyiliğini ister, aynen benim gibi. Onların 11’de yatması gerektiğini babalarına anlatamazsınız. Annelerdir bu işin adresi.” Sayın Koç, siz çok daha iyi bilirsiniz; 100 milyon lira yatırım yapılmış iki genç adamın ne yediği-ne içtiği, kaçta yattığı-kaçta kalktığı da gelişimlerinin bir parçası değil midir? Kendine iyi bakmayana baktırtacaksınız; gerekirse ona aylık 10 bin lira maaşla bir mentör tutacak, 7/24 yanından ayırmayacaksınız. Takımınızın bu halıcı çeteyle nasıl hoyratça yönetildiği ortada. Bu toz bulutunu ortadan kaldırabilecek tek kişi de sizsiniz bence.
Fenerbahçe’nin kendi eliyle Beşiktaş’a Türkiye’nin en iyi iki bekini vermesinin ardından bir kanat savunması problemi olduğu malum. Sezona Şener-Isla-Hasan-İsmail havuzuyla girdiler ve bu 4 oyuncunun toplamı dahi Gökhan-Caner efekti yapamıyorlar. O zaman da akla şöyle bir soru geliyor: Ozan Tufan 19 yaşında Bursaspor’daki o büyük patlamasını ihtiyaçtan sağ bek olarak yapmıştı. Milli takıma da sağ bek olarak girmişti. 19-20 yaşlarındayken son derece iyi oyun bilgisi olan, stoperde, sağ bekte ve ön liberoda ulusal takım düzeyinde top oynayan bir futbolcu, sonradan kalitesiz yaşamı, kulübünün de onu kaderine terk etmesiyle yok oldu. Eğer Ozan, Bursaspor sonrası Şenol Güneş ya da Fatih Terim’le çalışsaydı ne olurdu acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Eğer Alper de doğru kodlansa idi, yıllar içinde kuvvet problemi çözülse idi, pekala o da Türk futbolu için bir sol bek alternatifi olabilirdi. Sürati, yeteneği var. Bu karışıma biraz da “akıl” katılsaydı, Fenerbahçe belki de şu anda ulusal takıma iki uluslararası bek veriyor olabilirdi.
HAFTANIN GOLÜ
MANCHESTER United’lı Martial’in Newcastle’a attığı beraberlik golü, tribünleri ayağa kaldırırken, kulübün CEO’su Ed Woodward’u yerine oturtmuş. Zira devre arasında satılmak istenen Martial, bu golle 25’inci sayısına ulaşınca kontrat gereği Monaco’ya ekstra bir 7,7 milyon pound daha ödenecekmiş.
HAFTANIN SÖZÜ
PORTO, 2012 yazında Süper Lig’e 3, 2013 ve 2014’te 5’er, 2015’te 6, 2016-17’de de tam 7 oyuncu satıyor. Porto’dan Fenerbahçe’ye geçen son 3 oyuncu Abdoulaye Ba, Fabiano ve Reyes*... Galatasaray’a gelenler Sinan Bolat ve Josue... Trabzonspor’a gelenler Marc Janko ve Hyun-Suk... Görünen o ki, birileri Süper Lig’i fena halde aldatıyor.
Evet biliyorum, Diego Reyes gibi bazı oyuncuların zaten kontratları bitmişti. Benim anlatmaya çalıştığım şey de, sadece Porto’nun Süper Lig’den kazandığı para değil zaten. Süper Lig takımlarının transferde ısrarla Porto’nun kullanmadığı, tercih etmediği, senelerce kiraladığı, hatta bedelsiz serbest bıraktığı oyunculara yönelmesi!
Geçen gece Bein’de İspanya Ligi tekrarlarında Abdoulaye Ba’nın yaptığı inanılmaz hataları izlerken geldi aklıma bu konu! Porto, 2010’da A takıma aldığı bu futbolcuyu sırasıyla Covilha’ya, Coimbra’ya, Guimaraes’e, Vallecano’ya kiralıyor. Sonra ne hikmetse bu kariyerde bir oyuncu, birer yılı da Fenerbahçe ve Alanya’da geçiriyor. Sonunda Porto, Ba’yı bedelsiz olarak bırakıyor Vallecano’ya.
Porto, Josue’yi de aynı dönemlerde A takıma alıyor. Yine önce Covilha’ya, sonra sırasıyla Penafiel, Venlo, Paços, Braga gibi takımlara kiralarken, Josue arada bir de Bursa, Galatasaray, Osmanlı turu yapıyor. Serbest kaldığında da rotayı Akhisar’a çeviriyor!
Topu birinci-ikinci bölgede hiç gevelemiyor.
Doğrudan ilerideki iki uzun
santrforuna vuruyor. Slimani-Frey
topu indirirlerse ne âlâ. Ya da seken
toplar kazanılırsa da öyle. Bu başarılırsa
artık son 40 metredeler zaten.
Kazanamazlarsa kalabalık savunma