Paylaş
Biraz geriden başlayalım: Son 7-8 ayda kur artarken en önemli silah, o dövizleri satın alacak Türk Liralarının önünü kesmek için TL faizini kullanmak idi. Ancak, ‘aman faizi artırmayalım’ takıntısı nedeniyle uzunca süre seyredildi. Ama kur artışı böylece “eller kollar bağlı” seyredilirken, bir taraftan da “dış mihraklar dövizi yükseltme oyunu oynuyor” söylemi tam gaz devam ediyordu. Ne oldu? Kur fırladı, gitti; sonunda faizi çok geç kalarak yükselttik.
Bugün, o geç kalışın bedelini ödüyoruz; tüketicinin ortalama enflasyonu yüzde 12’ye vurdu. Üreticinin ise içler acısı: İmalat sanayinde fiyat artışı yüzde 18.27 oldu. Ara malı fiyat artışı ise yüzde 22’ye vurdu. Bu kadar yüksek maliyet artışını ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diyerek ürünlerine yansıtmamayı, ya da zararı üstlenerek daha az yansıtmayı becerebilecek üretici kaldı mı?
Ankara’da bu geç kalışın, bu uzun uzun seyredişin sorumluluğunu üstlenen yok. Sanki enflasyon yükselişinde dışsal bir neden varmış gibi “ah o gıda fiyatları artışı” deniyor. Peki ama gıda fiyatları neden artıyordu? Gıdada da, üretim süreçlerindeki maliyetlerin, en başta nakliye maliyetinin kur yükselişi nedeniyle arttığını bilmeyen var mı? 2012’den bu yana dünyada gıda fiyatları düşerken, içeride “tam gaz” gıda fiyat artışı kur artışından bağımsız değil.
Sermaye girişlerinin bol olduğu dönemdeki kur artışlarının fiyatlara yansıması ile son dönemde olduğu gibi sermaye girişlerinin azaldığı dönemdeki yansımanın farklılaştığının izleri de var.
Nisan ayında TÜFE içinde yer alan 414 kalem mal ve hizmetin 284’ü artmış. Bu, yüzde 69’u arttı demek. Son altı aylık ortalamada ise yüzde 67’yi gösteriyor. 2008’de uluslararası emtia ve enerji fiyatlarındaki sert yükseliş dönemindeki sıçrama göz ardı edilirse 2011’e kadar genelde yüzde 50-55 arasında bir seyir gözleniyor. 2011 sonrası dönemde kur artışlarının seyredilmesi, son kertede faiz artırımına gidilmesi olasılıkla fiyatlama davranışını kademeli olarak bozma eğilimi gösteriyor. Yeni patika yüzde 60-65’ken, şimdi tarihsel olarak daha yukarı seviyeler zorlanıyor.
Döviz kurlarındaki zirve ocak ayında kaldı. Merkez Bankası gönülsüz biçimde, hem de her an düşürebileceği ‘geçici bir pencereyi’ kullanarak faizleri artırdı. Hem faiz artışı, hem de küresel finansal koşullarla, hatta son 10 günde Fransa’daki “Macron rallisi” ile kur gerilemesi bugüne kadar sürdü. Ancak ilginç olan, kur düştükçe yerleşik yurttaşların ve şirketlerin döviz almaya başladıkları görülüyor. Ocak başından nisan sonuna kadar olan dönemde, bankalardaki döviz hesaplarındaki artış tam 15 milyar dolar. Bunun kabaca 8.4 milyar dolarlık bölümü; referandum öncesi hafta 2.7 milyar dolar, sonrasındaki iki haftada ise 5.7 milyar dolar olmak üzere son 3 haftada (7 Nisan-28 Nisan) satın alınmış. Yani dolar kurunun 3.70’in altına düşüp, 3.53’e kadar indiği dilimde.
Görünen o ki son üç haftada bu kadar döviz alışının kaynağı; bir miktar azalış gösteren TL mevduat ile aynı dönemde artan TL krediler olmuş. Özeti; ağırlıkla bankalardan alınan TL kredilerle döviz alınmış. Nitekim piyasadaki “KGF garantisi ile alınan kredilerin bir bölümü ile şirketler döviz alıyor” konuşmalarının altı boş görünmüyor.
Bunun da spekülatif amaçlardan çok, 200 milyar dolara ulaşan döviz pozisyon açığı olan şirketlerin “açık kapama” gayreti olduğu çok açık.
Özet şu; Türkiye’de siyaset normalleşmedikçe, olağanüstü hal kaldırılmadıkça, Merkez Bankası enflasyonu ciddiye alan ve güven veren bir para politikası izlemedikçe yurttaşların dövizle korunma, şirketlerin de döviz açığı kapama çabası terse dönmeyecek.
Paylaş