Paylaş
Sabah erken saatte hareketle önce İstanbul’un oksijen depolarından biri Polonezköy-Adampol’a uğrayabilir. Polonezköy’ün yeşillikleri arasında kaybolacağınız yürüyüşünüzde Madam Zosia adına düzenlenmiş küçük müzeyi gezip, köyün kuruluş hikayesini dinleyerek köy meydanındaki kahvehanede çay molası verebilirsiniz. Polonezköy sonrası rotanızı İstanbul’un Karadeniz kıyısındaki tek ilçesi, deniz feneri-dokumaları ve bezi ile meşhur Şile’ye çevirebilirsiniz.
Muhteşem manzaralarla dolu Şile, öğle yemeği molanızı verebileceğiniz, Karadeniz’den ağları dolu gelen balıkçıların limanı doldurduğu, taze balık yiyebileceğiniz durağınız olabilir. Tepeden Şile liman bölgesini, ilginç kayalıkları, kaleyi seyretmek ülkemizin büyük deniz fenerlerinden biri olan Şile Deniz Feneri’ni görmek, altındaki küçük müzeyi gezmek keyifli olacaktır.
DÖNÜŞ KANDIRA ÜZERİNDEN
Şile’den Ağva’ya gideren sahil yolunu kullanırsanız ahşap evlerle güzel Karadeniz köylerini, ilginç kayalıklara sahip koyları görme şansınız olabilir. Bunlardan biri pek çok filme plato olmuş Akçakese köyünün geniş kumsala sahip koyudur. Günün en güzel saatleri için, akşam üzeri Ağva’ya gittiğinizde Göksu üzerinde tekne turuna katılarak yeşillikler içinde esintili ve keyifli anlar geçirmeyi, Yeşil Çay’ın denizle buluştuğu noktada bulunan deniz fenerine kadar yürümeyi unutmayın. Bursa’ya dönüş yolculuğunuzu güzel manzaralı küçük köyler arasından geçerek, Kandıra üzerinden yapmanızı tavsiye ederim. Belki Kandıra’da da bir manda yoğurdu molası verirsiniz.
İSTANBUL’UN ARKA BAHÇESİ POLONEZKÖY & ADAMPOL
Özellikle İstanbul’luların şehirden kaçıp nefes almak için tercih ettiği şirin ve yemyeşil bir köy Polonezköy.
İstanbul’un arka bahçesi olarak niteleyebileceğimiz doğanın yeşilini korumayı başardığı, insanın gerekli saygıyı gördüğü nadir yerlerden biridir Polonezköy; diğer adıyla Adampol. Köyün yoluna saptığınız andan itibaren çam ağaçları ve yeşilliklerle çevrili bir doğa kaplar etrafınızı ve kendinizi bir anda büyük şehrin gürültüsü ve stresinden arınmış hissetmeye başlarsınız. Türkiye’de Polonyalıların yaşadığı bu köy, sosyolojik ve coğrafi açıdan, ilk duyuşta insana biraz farklı geliyor. Belki de Polonezköy İstanbul’un sosyal ve kültür hayatının küçük sürprizlerinden biri.
ÜTEVAZI BİR MEYDAN
Polonezköy’de sizi büyük bir köy meydanı yerine mütevazı ve küçük bir meydan karşılayacak. Bu ufak meydanda bulunan çay bahçesi ve kahvehane günübirlik ziyaretçilerin buluşma noktası ve adeta her şeyin başlayıp bittiği yer gibidir.
1775 yılında Polonya devleti, Avusturya-Rusya ve Prusya tarafından bölünerek işgal edilmiş, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmeyen Osmanlı İmparatorluğu bu alanı Polonyalı siyasi göçmenlerin sığınağı haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1856 yılında Kırım Savaşı’na girerken Polonya’dan kaçan asker ve siviller toparlayıp Osmanlıyla birlikte savaşa katılmışlardır. Savaş sonrasında Sultan Abdülmecit şimdiki Polonezköy’ün bulunduğu topraklara yerleşim izni vermiştir. Önceleri Osmanlılarca Adamköy olarak anılan bu Polonya köyü, daha sonra “Polonez Karyesi” adını almıştır. Devlet burada yaşayan mültecilere 1894 vatandaşlık belgesi vermiş ve 1923 yılında köye Polonezköy adı verilerek etnik bir kimlik kazandırılmıştır.
BİN KİŞİ YAŞIYOR
Polonezköy’de pansiyonculuk 1900 yıllarında başlamış olup köyde halen bin kişi yaşamakta ve bunun yaklaşık yüzde 20’sini Polonya kökenli vatandaşlarımız oluşturmaktadır. Bugün Polonezköy, dünyanın en ünlü köylerinden biridir. Adı, yalnızca Polonya ve Türkiye’de değil, bütün dünyada yayılmış Polonya göçmenleri arasında bilinir. 150 yılı aşkın bir süredir, Adampol sakinleri Polonya dilini ve atalarının geleneklerini korumaktadırlar.
Polonezköy’de ziyaret edilecek yerler arasında 1900-1914 yılları arasında inşa edilmiş olan Czestochowa Meryem Ana adını taşıyan kilise, içerisinde Mehmet Sadık Paşa’nın eşinin mezarı da bulunan Polonezköy Mezarlığı, Atatürk’ün Polonezköy’ü ziyareti sırasında kaldığı ev, köyün 150’nci kuruluş yıl dönümünde açılan ve Polonezköy tarihi ve kültürünü yansıtan Zofia Teyze’nin Hatıra Evi bulunmaktadır.
MEŞHUR ZİYARETÇİLER
Polonyalılarca “Adampol” olarak adlandırılan bu yer, kurulduğu günlerden itibaren ilgi çekmekteydi. Başlangıçta, Avrupalılar köyle ilgilendiler. Köyün ilk konukları arasında büyük sanatçılar vardı. 1847’de Fransız Liszt, 1850’de Gustave Flaubert, bundan yarım yüzyıl sonra ise Pierre Loti köye gelen ünlü Avrupalı konuklardandır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılında Slav geleneğine uygun olarak ekmek ve tuz ile karşılanmıştır. Köy günümüzde güzel pansiyon ve kahvaltı mekanları ile popüler.
İSTANBUL’UN KARADENİZ’E BAKAN PENCERESİ ŞİLE
Şile yazın denizin tadını çıkaran tatilcilerin mekanıdır, plajlar lokantalar dolar taşar. Yollar kalabalık, güneş sıcaktır; serinlemek isteyen İstanbul kendini Karadeniz’e atar. Ama Şile’ye ilk gidişiniz ise eğer size gerçek yüzünü göstereceği ilkbahar veya sonbahar aylarından birinde gitmelisiniz. Bahar ayları Şile’nin güzel ve çekici doğasının tadına varabileceğiniz aylardır.
Yolları tenhadır, İstanbulluların uzun otomobil kuyrukları yoktur, kumsallar boştur, ortalık sakindir; Şile ziyaretçisine huzur verir. Güneş bunaltmaz, Karadeniz’in esintisi sizi rahatlatır. Şile’nin en büyük camisinin süslediği bu küçük meydandan limana doğru inen yol Şile’nin en hareketli caddesidir.
Sağlı sollu şile bezinden yapılmış ürünler, hediyelik eşya satan dükkanlar, kafeterya, pastane ve restoranlarla doludur. Şile’yi dünyaya tanıtan en önemli kültür varlığı ‘Şile Bezi’dir. Şile Bezi, el tezgahlarında pamuk ipliğinden dokunan, tamamen Şile’ye özgü bir değerdir. Şile’ye özgü otantik özelliği ona bu adın verilmesini sağlamıştır. Şile Bezi’nden çeşitli giysiler üretilmektedir. Vücut terini emme özelliğinden ötürü sağlıklı bir kıyafettir. Limana doğru inen yolun solundaki restoranların hemen hepsinin muhteşem deniz manzaralı kazıklar üstüne yerleştirilmiş balkonları vardır. Özellikle gün batımında burada kuracağınız sofranın tadına, balıkların lezzetine doyum olmaz.
ŞİLE DENİZ FENERİ
Şile Feneri, denizcilere 150 yıldır yol gösteriyor. 1859’da yapılan Şile Feneri, aynı zamanda ilçenin sembolü. Dünyanın üçüncü, Türkiye’nin en büyük deniz feneri. Sultan Abdülaziz’den daha fazla altın almak için eski Şile yolunu bol virajlı yapan Fransızlar, bölgedeki deniz fenerlerini de inşa etmiştir. Boğazın, Karadeniz girişi için çok büyük önem arz eden ışığı, yaklaşık 27 mil (50 kilometre) uzaktan görülebiliyor. Fener saat 17.00’ye kadar ziyarete açık, altında küçük bir müzesi var. Fenerin bulunduğu kayalık tepeden Şile’yi ve engin Karadeniz’i seyretmek büyük keyif. Fenerin hemen dibindeki Kavala Parkı’nın kafesinde mutlaka oturup bir şeyler içmelisiniz. Bu arada, uçurumun altındaki deniz mağaralarını yukarıdan görebilirsiniz. Söylediklerine göre Zeki Müren Şile’ye geldiğinde buradan denize giriyormuş, ben Şilelilerin yalancısıyım.
ÜNİVERSİTE KENTİ
Şile yakın zamanda kapılarını açmış Işık Üniversitesi sayesinde öğrenci bereketine de kavuşmuş durumda. Şile girişindeki modern kampüs ana yoldan deniz kıyısına kadar geniş bir alana yayılıyor.
KUMBABA PLAJI
Geçmişte zengin Bizanslılar, Şile’nin bu en büyük ve en güzel plajına kum terapisi için gelirmiş. İmparator Theodosius’un, Justinianus’u burada merasimle kuma gömdüğünü biliyoruz. Şimdilerde merasime gerek kalmadan kızıl renkli bu kumun romatizmaya iyi geldiğini keşfeden İstanbullular yaz boyunca kendini kuma gömdürüyor. Bu arada Karadeniz’in hırçın dalgalarının her yıl bir kaç kişinin hayatına son verdiğini ve bu bölgede boğulma olaylarının sık yaşandığını da not olarak düşmek lazım.
Kumsal adını tepedeki Kumbaba yatırından alıyor. Derenin yanındaki eski ve bir dönem çok meşhur Kumbaba Oteli’nin bahçesi sahibinin çevreden topladığı müzeden izinli ilginç eserlerle doluydu. 1963 yılında açılan otel uzun yıllar Şile sevdalısı Avrupalı turistleri ağırlamıştı. Kumbaba plajından Limana doğru yürüdüğünüzde Ayazma ve Büyük Plaj’dan geçersiniz. Limandaki Bizans (Ocaklı) Kalesi, bugün martılara ev sahipliği yapıyor.
AĞVA
Ağva; yemyeşil doğası, iki yanında akan Göksu ve Yeşilçay nehirleri, cephesinde Karadeniz’in masmavi suları, birbirinden lezzetli balıkları ile İstanbul’un kuzeydoğusunda yer alan bir doğa harikası...
İstanbul’a sadece 97 km uzaklıktaki Ağva, Şile ilçesine bağlı bakir kalmış yerden biri. Eskiden çoğunlukla bahar ve yaz aylarında İstanbullular içi sayfiye yeri sayılan ama artık kışın da şehrin gürültüsünden kaçmak ve huzur içinde bir tatil geçirmek isteyenlerin bir numaralı tercihi olan yemyeşil bir yer Ağva...
İzmit’in Çal Tepesi’nden doğup gelen Göksu ve Yeşilçay derelerinin Karadeniz’e döküldüğü yerde, zamanla oluşan delta üzerine kurulan bu şirin beldenin belki de en çekici yanı bu derelerin yemyeşil kıyıları. Oteller ve restoranlar buralara kurulmuş, yörenin tüm aktiviteleri bu kıyılarda gerçekleştiriliyor.
ROMA VE BİZANS KALINTILARI
Ağva beldesi, Roma, Ceneviz, Bizans egemenliklerine girmiştir. Osmanlı döneminde önemli bir Rum nüfusu varmış. Milattan önceki yüzyıllarda, M.Ö 5. ve 7. yüzyılda, Ağva ve yakınlarında yerleşim bulunduğuna dair kanıtlar ele geçmiştir. Kalıntılar; Hitit ve Friglerin de bölgede yaşamış olduğunu gösterir. Başta Yeniköy olmak üzere çevre köylerde, Roma ve Bizans dönemine ait kalıntılar bulmak mümkündür. Ağva’nın tarihte bilinen ilk konukları Hititler olmuştur. Daha sonra Frigler, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar gelmiştir. Tarihi M.Ö. 7. yüzyıla kadar uzanan Ağva’da, Hititler’e ve Frigler’e ait kalıntıları, ayrıca Roma ve Bizans döneminden kalan kilise kalıntılarını, mezar taşlarını görmek mümkündür.
AĞVA’NIN İKİ NEHRİ
GÖKSU: Şehrin batısından kıvrılarak Karadeniz’e dökülen Göksu’nun kıyıları yemyeşil bitki örtüsü ve kimi bölümlerininde geçit vermeyen sazlıklarla kaplıdır. Sahilinin her iki tarafında konaklama ve günübirlik tesisler bulunan derenin Karadeniz’e dökülen ağzı geniş bir kumsala açılır.
YEŞİLÇAY: Ağva’nın doğusunda kalan Yeşilçay adını her iki sahilindeki bitki örtüsünün suya yansıyan görüntüsünden alır. Mendirekleri ve rıhtımı sayesinde burası küçük tekneleri için doğal bir liman işlevi görüyor. Mendirekle ilçe merkezi arasında uzanan rıhtımda kafe ve restoranlar sıralanıyor.
Paylaş