Varna’daki edebiyat etkinliğinde tanıdım Luben’i. 40’larının başında, sırım gibi, yakışıklı biri. Romancı olmasının yanı sıra başarılı bir organizatör. Yazarlarla ilgileniyor, oturumları yönetiyor.
Formda vücudu, biçimli yüzü ve karizmatik ses tonuyla her daim karşı cinsin ilgi alanında. Her yaştan kadın onunla konuşabilmek için bahane icat ediyor. Oysa kadınlardan vazgeçmiş. Bütün hayatını 8 yaşındaki otizmli oğluna adamış. Bunu bana aynı akşam gittiğimiz, Primorski Bulvarı’ndaki restoranda anlatıyor. “Oğlumun durumu aslında bahane oldu” diyor, büyük bir samimiyetle: “Kadınsız bir hayat daha az karmaşık. En azından kimse kimseyi hayal kırıklığına uğratmıyor.” Bakıyorum, hiç de cinsel tercihini değiştirmiş gibi bir hali yok. Çıkarıp oğlunun fotoğraflarını gösteriyor. Alek çoğu Bulgar çocuğu gibi aydınlık yüzlü, afacan bir oğlan. Yapboz çözmeyi ve Abba şarkılarını seviyor. “Annesiyle ayrıldığımızdan beri dünyam oğlumdan ibaret” diyor Luben: “Kadınlara nankörlük etmek istemem. Pek çok kez sevdim, sevildim şu çirkin dünyada. Ama geriye kalan sadece acılar ve ayrılıklar. Bir daha yaşamaya takatim yok.” Alek’in annesi geçen yıl bir Rus’la evlenip Moskova’ya göçmüş. Baba-oğul, Varna’da kendilerine yeni bir dünya kurmuşlar. Sonbaharda arabayla Balkan turu yapacaklarmış. Son durakları İstanbul. “Kadınsız hayat aslında daha rahat” diyor, gülümseyerek: “İnsan çözebileceği bulmacaları eline almalı.” Karşı cinsi defterden silmiş gönül yorgunu kadınlar görmüştüm daha önce. Sadece seks ve eğlence arayan adamlar da görmüştüm. Ama kadınlardan vazgeçtiğini gördüğüm ilk erkek Luben. Konuşmasını yaparken kendisine hayran hayran bakan genç kızlara uzaklardan, kibarca gülümsüyor. İstanbul’a geldiklerinde mutlaka aramasını istiyorum, adet olduğu üzere. Oğullarımızı alıp beraber Heybeli’ye gitme planı yapıyoruz. Derken 30’larında bir kadın gelip Luben’in kitabına övgüler yağdırmaya başlıyor. Çaktırmadan olay yerinden ayrılıyorum. Bir erkeği kadınlardan vazgeçirecek kadar sevilmiş kadının kim olduğunu ister istemez merak ederek.
Hande’nin suçu ne
Kimse darılmasın ama Hande Ataizi kendisini daha çok ciddiye alsaydı şu an farklı bir yerde olurdu. Yeteneğini bir Nuri Bilge ya da Yavuz Turgul filminde parlatabilirdi mesela. Ama o hep “meslek insanı” olmakla “şöhret insanı” olmak arasında gidip geldi. Bu kararsızlığı bizi de kararsızlığa düşürdü. Sonuçta Allah vergisi bir yetenek, en çok yaşadığı tatsızlıklarla gündem olabiliyor. Bu onun mu kusuru yoksa sistemin mi, aslında düşünmek lazım. Tabii kendisi bu konuyu ne kadar kafaya takıyor, o da ayrı mesele. Bu arada, “meslek insanı-şöhret insanı” ayrımı iyiymiş. Unutturmayın bir gün konuşalım.