Paylaş
Deprem sırasında ve sonrasında İstanbul semalarında UFO'ların göründüğü safsatası gazete ve televizyonlarda ağızlara sakız edilmişti. Bunun üzerine Hürriyet-İstanbul'da bilimsel görüşü destekleyen bir yazı yazmıştım. UFO, ya da Türkçe açılımıyla "Tanımlanamayan Uçan Nesneler" üzerine yazdığım yazı besbelli UFO'cuları kızdırmış.
Ben bunların pek meraklı olduğumuz boşinançlardan; akıldışı, bilimdışı işlerden olduğunu söylemiştim.
Her toplumda böyle geçmişten kalma folklorik izlere rastlanır. Bunlar gündelik hayatın tuzu biberi düzeyinde kaldığı sürece sorun da yok. Mesela nazar değmesin diye nazarboncuğu kullanılmasının kimseye zararı olduğunu sanmıyorum. Hatta bunun sanatsal bir yönü bile olabilir. Nazarboncuğunun öyle güzel formları, öylesine hoş yapılmışları var ki, insan bakarken keyif almakta. Yani nazar boncuğunun bu düzeyde bir sorun yarattığı söylenemez. Yeter ki, kafanızı nazarla bozmayın.
Bazen bu batıl inançlar, kökeni ve nedeni bilinmeden uygulanır. Nazar değmesin diye tahtaya vurmak, aslında atalarımız tarafından tahtalarda yaşadığı varsayılan kötü ruhları kovmak içindir. Ama bunu çoğumuz bilmeyiz. Yine de tahtaya vururuz.
* * *
UFO işi ise böyle değil. Çünkü çok tehlikeli bir çıkış noktası var: Uzayda bizden başka akıllı yaratıkların da olabileceği varsayımından yola çıkarak insanın içindeki bilimsel kuşkuculuk yanına sesleniyor. Sorulan soru şu: "Biz dünyalılar bu sonsuz evrende gerçekten yalnız mıyız?" Bu soruyla da insandaki merak duygusuna, bilinmeyene ve gizeme olan duyguya hitap ediliyor.
Bunları söyleyen ben değilim. Sirius UFO Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi diyerek kendine akıllarınca bilimsel bir etiket yapıştırmış olanlar söylüyor.
Saptırma işte böyle başlıyor. Bir kere bu kuşkudan yola çıkıp anlatılan masallara inandınız mı, yandı gülüm keten helva. Palavranın bini bir paraya.
Bu arada adı geçen merkezin başkanı sayın Haktan Akdoğan, "UFO Gerçeği" diye sözümona belgesel bir dizi hazırlamış. Ulusal televizyonlardan biri de bunu yayınlayacağını bir bültenle duyuruyor.
* * *
Batsın bu batıl inançlar deyip geçmeyin. Son depremde ve sonrasında panik duygusunun ne kadar korkunç sonuçları olduğunu hep birlikte gördük. Akıldışı davranışların zararlarını hep birlikte çektik ve çekmeye de devam ediyoruz.
Bir televizyon kanalı izleyici sayısını arttırmak adına böyle saçmalıklara çanak tutabilir. Buna karşılık diğer kanallar hiç olmazsa karşı görüşü, bilimsel anlayışı hiç olmazsa bir programla ortaya koyamaz mı?
Halkın haber ve bilgi alma hakkını hep örünmcek kafalılar, büyücüler, üfürükçüler, Ortaçağ kafalılar mı kullanacak?
Allah aşkına biz hangi devirde yaşıyoruz?
Güz akşamları
İstanbul'un güzü üzerine bir yazı yazmıştım.
Havalar beni utandırmadı. Hala pırıl pırıl bir gökyüzü, dumana boğulmamış mis gibi bir hava, insanın içini açan, gönlünü sevinçle dolduran bir İstanbul var.
Bunun kıymetini bilmemek olmaz. Özellikle akşamüstleri acaba insanlar ne yapıyor diye baktığımda, Boğaz kıyılarının tenha olduğunu farkediyorum. Oysa şimdi Boğaz'ın en güzel günleri.
* * *
İstanbul'un her iki yakasında oturanlar için de ortak bir önerim var. Ancak bu öneri araç sahiplerine özgü. Çünkü İstanbul'da önerdiğimi toplu taşımacılık yoluyla gerçekleştirmek, keyfi ızdıraba dönüştürebilir.
Hiç olmazsa cumartesi ve pazar günleri İstanbul'un civarını keşfe çıkın. Bu keşif yolculuğu Kilyos veya Şile istikametlerinde olabilir. Anadolu yakasında Polonezköy, Saklıköy gibi yerleri daha önce yazmıştım. Ama buraları görmek yetmez. Madem altınızda sizi bir yerlere taşıyabilen bir araba var, öyleyse sonunda denize mutlaka kavuşun. Şöyle kıyıda oturup iyotlu havayı ciğerlerinizin içine kadar iyice çekin. Güzel demlenmiş bir bardak çayı sıcak sıcak için. Sonra bırakın gözlerinizi deniz üzerindeki sonsuz ufuğa bakarak dinlensin.
* * *
Bu söylediklerimi yapmak, bir benzin bir de çay parasına tabi. O kadarını artık gözden çıkartmak lazım. Hava bedava ve su bedava, hatta vitrinlere bakmak da bedava ama, mesela rakı şişesinde balık olmak bedava değil. Bu kadarını parayla pulla ilgisi pek olmayan şair bile biliyormuş.
"Rakı şişesinde balık olmak" dedim de aklıma geldi. Böyle bir programın bir de öngörülmesi gereken finali var. Bu final sahnesi de bence mutlaka deniz kenarında olmalı. Şimdi balık mevsimi açıldı. Mütevazi hamsiler, istavritler, ürkek ürkek palamutlar Karadeniz'den Marmara'ya akmaya başladı. Bunları taze taze alıp, tavada veya kömür ızgarasında pişirip yanında güzel bir salata ve bir kadeh şarap ya da rakı eşliğinde yiyip içmenin keyfini çıkartmamak hiç olur mu?
Ancak vazgeçemediğim bir alışkanlık, bunun mutlaka son derece mütevazi bir sahil balık lokantasında yapılması. "Şart mı?" derseniz, bence şart değilse bile ona yakın bir şey.
Bu işlere uygun Anadolu ve Rumeli Kavağı zaten bilinmekte. Yalnız buralarda, sanki inadına ucuz olsun diye kötü yapılmış mezelere takılmamak gerek. Balığınızı ve salatınızı yiyin, yeter.
Asıl heyecan verici olan ise, Boğaz'ın her iki kıyısına ve nadiren de Marmara kıyılarına dizilmiş küçük, salaş, sevecen insanların işlettiği mütevaziden de öte sahil lokantaları. Buraları keşfetmenin keyfini çıkartan bilir.
* * *
Sözün kısası, şu sayılı güz günlerinin akşamlarını kaçırmayın. Sonra kış gelince bu günleri biz çok ararız.
Paylaş