Paylaş
BAYRAMIN üçüncü günü Gülfem ve Ali Esad Göksel’in davetlisi olarak Taksim’deki Udonya Restoran’a gidiyoruz. Geçirdiğim kazadan sonra çok tedirginim ama, eşim ürkekliğimi atayım diye olsa gerek araba kullanmamda ısrarlı.
Maslak’tan yola çıkıyoruz. Trafiğe girmeyeyim diye çevre yoluna giriyorum. Birkaç kilometre sonra Kasımpaşa çıkışına sapıyoruz. Ve birden bir şarkı: Her yer karanlık!
Korkunç Romantizm!
Orası çevre yolu. En yakın oturma alanı bile kilometrelerce uzakta. Yani çevreden ışık gelmiyor. Aydınlık gökteki yıldızlara ve aya kalmış. Artık onlar ne kadar aydınlatırsa.
Sağdan soldan kural tanımayıp vızır vızır geçen kamyonlar, arabalar olmasa bayağı romantik bir ortam olacak.
Yalnız ışıksızlık korkutmuyor. Kaza sırasında öğrendim. Böyle havalarda yollar da buz tutuyor. Vahim olan bu buzu çözmek işini kimsenin üstlenmemiş olması. Yoksa Karayolları’nın böyle bir görevi mi var? Varsa benim kaza yaptığım akşam, polis raporunda yazılı olan 'buzlu zemin' neyin nesiydi?
Tedbir ve Korku
Arabanın farlarının yettiği kadar uzağı görmekle yetiniyorum. Arabayı en sağ şeride çekiyorum. Mümkün olduğunca da ağır gidiyorum.
Bu sefer de korkum,hızlı giden birinin arkadan gelip vurması.
Olmaz demeyin. Bestecimiz Adnan Saygun’un başına gelmişti. Kırmızı ışıkta durunca arkadan gelen belediye otobüsü arabasına çarpmış, otobüsün şoförü de 'yol açıkken niye duruyorsun?!' diye sanatçımızı azarlamıştı. Adnan Bey o kazadan sonra ömür boyu boyun ağrısı çekti durdu da derdini kimseye anlatamadı.
Korku Tüneli
Sakın bu işi 'birkaç lambanın sönük olmasını abartılması' sanmayın. Sönük olan bir değil bin lamba idi. Maslak çıkışındaki sapaktan Çağlayan sapağına kadar kilometreler boyunca yol zifiri karanlıktı.
Otoyollar her yerde uygarlığa işaret eder. Bizdekiler ise buzlanmasıyla, karanlığıyla birer korku tünelini andırıyor. Lunaparklardaki korku tünelinin masum bir yanı var. bunlar öyle de değil. Her kazanın ölümcül sonuçları olabilir. Olanlar normal, olmayanlar istisna, şans!
O yol kimin sorumluluğunda ise bunun hesabını mutlaka verecek.
O akşam şalteri indiren eller kırılacak.
O eller kırılsın ki, sorumsuz davrananlar bir ders alsın. O gece benim gibi korkunun tünelinde ecel terleri dökenlerin ahı alınsın.
İstanbul’da yaşamak insanı mutlu etmeli, deli değil!
Bir Paris Yazısı
BU bayram önemli köşe yazarlarımız Paris izlenimlerini yazdılar. Basının seçkin adları Louvre’da açılan hat sergisi dolayısıyla Paris’te hoşça vakit geçirdi. Bize de bunları okumak zevki düştü.
Son cümleden de anlaşılacağı üzere ben okuyanlar sınıfındanım. O yüzden başlık sizi şaşırtmasın. Bir de sanırım bu başlığı ilk kullanan yazar da yukarıda anlattığım geziye katılanlardan değil.
Zaten aslında bu Paris yazısı olmaktan çok, bir İstanbul yazısı...
Alıntılar Üzerine
Doğrusunu söylemek gerekirse, aslında alıntı yapmayı sevmem.
Bunun çeşitli nedenleri var.
Önce kötü bir alıntı, konuyu eksik anlatma ihtimalini gündeme getirir. Daha kötüsü ise böyle bir alıntının saptırmaya birebir olmasıdır. Böyle durumlarda alıntı, insana söylemek istediğinin tam aksini söyletebilir.
Daha masum olanların da sorunları çok. Alıntının iyisi ve dürüstü bile çoğu zaman adres şaşırtır. İnsanı zihinsel bir tembelliğe alıştırır.
Yine de bazen o kadar güzel sözler vardır ki, bunları başkalarıyla paylaşmadan edemezsiniz. Yazarlığın güzel yanı da bu. Başkalarıyla paylaşmak. Paylaşılanın her zaman yazarın kendi sözleri olması da gerekmez. Böyle durumlarda alıntı meşru bir kimlik kazanır.
Alıntı üzerine bu kadar spekülasyon yeter derseniz, gelelim bu günkü konumuza...
Değişen Kent ve Değişen İnsan
Hasan Bülent Kahraman yazılarını her zaman okuduğum bir Radikal yazarı.
Yukarıdaki başlıkla yayınlanan yazısında Paris’in özelinde, ama bütün kentler için geçerli çok güzel şeyler yazmış.
Yazının girişindeki bir tesbiti çok doğru.
'Bir şehir, yalnız insanlara ve zamana göre değişmiyor' diyor. 'İnsanın kendisindeki değişimler de bir şehrin algılanışını derinden etkiliyor.'
Nihayet bütün yazıyı buraya aktaramayacağımız için sona gelelim...
Orada da gerçek bir ustalık var. Yazar Paris’in artık günümüzde modernliği, değişimi temsil etmediğini belirtiyor. Bu özellikleri Anglo-Sakson ve ona yakın duran Felemenk uygarlığına kaptırdığını anlatıyor. Satır aralarına da Paris’in eski bir maşuku olarak gizli gözyaşlarını serpiştirmeyi ihmal etmiyor.
Belki biraz da bu sonuncu cümledeki gizli kapaklı duyguların etkisiyle bakın yazısını nasıl bitirmiş:
Uygarlık ve Seçenek Bolluğu
'Gene de haksızlık etmemeli. Burası bir şehir; ’medeniyet’ anlamında ’şehir’. Kentsel uygarlık zenginlik, yani çokluk demektir. Kent, hiçbir planınınız olmadan dışarı adım attığınızda sizi alıp götürüyorsa kenttir. Örneğin hayatınız boyunca dinlediğiniz üç sanatçının konseri aynı gün, birer saat arayladır. Bir başkası kentten ayrılacağınız gün konser verecektir. Galeriler, müzeler, sinemalar size hep tercih acısı yaşatmaktadır. Sayısız tat, haz bu yazıyı yazdığınız kahvenin bir adım ötesindedir. Önünüzden binlerce çehre, kimlik geçmektedir. Hava gitgide lacivertleşmektedir.
Paris’tesinizdir.
Ne denir?'
Ya İstanbul?
Paris’te olup bitene söylenecek yok elbette.
Ya İstanbul’da?
Acaba kaçımız İstanbul’u Kahraman’ın Paris’i gördüğü gözle görebiliyoruz?
Bir başka deyişle, acaba içimizde kaç kişi kenti doya doya yaşıyor, İstanbul’
Paylaş