Bahar apansızın geldi. Bunu en iyi kiraz ağaçlarının çiçek açmasından anladım. Gerçeği söylemek gerekirse, baharın gelmesi için ağaçların çiçek açması yetmez. Türk dilinin büyük ustası Ali Şir Nevai'nin bir gazelinde söylediği üzre gönüllerin de neşeyle dolması gerek. ‘‘Bahar boldu vü gül meyli kılmadı gönlüm / Açıldı gonce vü likin açılmadı gönlüm’’ diye dert yanıyor şairimiz. Nedenini de ‘‘Yüzünün hayali ile öylesine şaşkına dönmüştü ki baharın geldiğini ve gittiğini fark etmedi gönlüm’’ sözleriyle açıklıyor. Büyük bir şairi yorumlamak benim gibi bir fakire düşmediği için bu açıklamayı şairin mısralarıyla aktaralım: ‘‘Yüzün hayali bile vâlih erdi anda kim / Bahâr kelken ü kitkenni bilmedi gönlüm’’ diye yazmış Ali Şir Nevai.Eğer Ege kıyılarında yaşayan şanslı insanlardan biriyseniz, baharın geldiğini anlamanız için bir başka mucize de size yardım eder. Doğanın dirilişini gözlerken bu tanrısal değişimin bir göstergesinin de sayısız ıtırlı otun boyvermesi olduğunu kolayca fark edersiniz. Güzeller güzeli otların toprağın yüzüne çıkıp havayı ilk koklayışları ve Akdeniz güneşiyle ilk karşılaşmalarında aşıkla maşukun ilk buluşmalarındaki müthiş heyecanı hissetmemek için insanın ya kör ya da alabildiğine duygusuz olması gerekir.Bir mucizenin tanığı olmak kolay iş değil. Bunu her insanın yüreği yeterince kavrayamaz. Ama duygularınız çocukluğunuzdan başlayarak Akdeniz'in her yerdekinden farklı güneşi altında boy atmışsa, böyle bir şansınız olması çok daha muhtemel. Benim baharla birlikte yüreğimin kıpır kıpır etmesi galiba biraz da bundan. Başımı döndüren, güzel havalar kadar, annemin o çok özlediğim yabani taze otlar ve taze peynirlerle içini doldurup hamurunu güzel elleriyle açtığı ve kokusu burnumdan hiç gitmeyen altın sarısı zeytinyağında pişirdiği böreklerdir desem yeterince inandırıcı olabilir miyim acaba?Ege'nin dağında taşında filiz veren kümülezler, yabani sarmaşıklar, dalgan otları ve daha niceleri hiç gözümün önünden gitmiyor. Çocukluk aşklarımı özlediğim kadar onları da özlüyorum şu günlerde. Babam Fransa'da okurken sonradan ailece oturduğumuz Nazilli'nin dağının taşının burnunda tüttüğünü söylediğinde ne demek istediğini pek kavrayamazdım. Şimdi çocukluğumu geçirdiğim Kuşadası'nda deniz börülcelerinin yetiştiği deniz kenarındaki bataklıkları büyük bir özlemle düşlerken onu o kadar iyi anlıyorum ki!EGE YEMEKLERİDivan Oteli nisan ayının ortasında Ege yemeklerini sunacak misafirlerine. 16 Nisan'daki gala yemeği davetini ajandama çoktan not ettim. Ege'nin taze yabani otlardan yapılan yemeklerini bilmeyene anlatmak çok güç. Olsa olsa otların hafifçe haşlanıp yine kendi pişme sularında bekletilip soğutulduktan sonra üzerine tanrıların kutsadığı saf zeytinyağının eklenip biraz da turunç sıkılarak yendiğini söyleyebilirim. Ya da bu otlar gerçek tatlarını perdelemeyecek ölçüde körpe taze soğan ve uçuk bir sarmısak dokunuşu ile zeytinyağında kavrulur ve ılık ılık yenir diyebilirim. Bilmem bu kadarcık bir açıklama sizin yüreğinizde ufak bir titreşim yaratır mı?İstanbul'un saraydan etkilenen ağız tadına uygun Ermeni usulü harcı iyi pişmiş dolmalarına alışkın olanlara, kendisinden şairlerin ilhamı esirgenmiş bir yemek yazarı Ege'nin pirinci hafif diri dolmalarını nasıl övebilir? Oysa o dolmaların binlerce yıllık Akdeniz uygarlığının mutfak geleneğinde ne önemli bir yeri vardır! Hele tipik bir Akdeniz çiçeği olan enginarın, çiçeğini açmasına izin verilmeden o görkemli güzellikten vazgeçilmesi pahasına toplanan tomurcuklarıyla hazırlanan enginar dolmalarına ne demeli? Ege'nin enginarları İstanbul'un Bayrampaşa enginarlarına hiç benzemez. Minicik, körpe enginar piçleridir Ege'de makbul olan. Andre Gide'nin ‘‘Kalpazanlar’’ romanında Shakespeare'den ödünç aldığı ‘‘Hepimiz piçiz; en onurlu adam dediğim babam ben kalıba dökülürken kimbilir neredeydi?’’ mısraları bir başka anlam kazanır insanın gözünde. Piçleri reddeden tutucu Kilise'ye karşı Fransızca deyimiyle ‘‘doğal çocuk’’ diye anılan o aşağılanmış insanların şahsında tabiata duyulan hayranlığın dile getirilişindeki cesaret ve anlayışa hayran kalınır.SİSİFOS İNADIEge'nin havasını bir kez içine çekmiş hiç kimse insanın iliklerine kadar işleyen bu havayı özlemeden geçiremez gurbetteki hayatını. İzmir'in imbatla denizden gelen kokusu burnunu sızlatmayan uzakta yaşayan bir tek İzmirli düşünülebilir mi hiç? Aydın'ın mor dağlarını, o dağlardan hafif bir esintiyle kopup gelen yabani kekik kokusunu, Çanakkale'den Kaş'a uzanan kıyılardaki denizin mavisini, adaçayı topladığımız kıraç tepeleri, altında kaçamak öpüştüğümüz zeytin ağaçlarını, ilk sevgilimi, Ege'den kopamayan annemi, kızkardeşimi, yeğenimi çok özledim. Dürüst olayım. En az bütün bunlar kadar, artık benden iyice kopup gittiğini hissettiğim sınırsız bir sorumsuzlukla geçmiş çocukluğumu özledim. Mutluluğu arıyorum aslında umutsuzca. Ama inanın Sisifos kadar inatçıyım bu arayışımda!