İstanbul'a döneli neredeyse on beş gün olmasına rağmen, Amerika etkisini üzerimden hâlâ atabilmiş değilim. Etkilendiğim hususların bir kısmını dayanamayıp daha önce yazmıştım. Yazmadıklarım yazdıklarımdan daha önemsiz sanılmasın. Mesela Amerika'da arabalara kül tablası konulmuş olmasını, otomobil endüstrisinin iyi bir buluşu olarak hayretle gözledim. Elbette her marka arabanın içine girip kül tablası var mı diye bakmadım. Ama kimsenin sönmüş veya yanmakta olan sigarasını camdan dışarı fırlatmamasından bu ülkedeki arabalarda kül tablası olduğunu çıkarsamış bulunuyorum. Bu tür ayrıntılar çok ama hepsi birden aklıma gelmiyor. Geldikçe zaten pey der pey size aktarıyorum. Bu hafta sözünü etmek istediğim kötü alışkanlık ise Amerika'da fiyatların düşük oluşu. Önce size birkaç bence sıradışı örnekten sözedeyim.Bu kez Amerika'ya gitmeden önce, bir arkadaş toplantısında orada giyimin çok ucuz olduğunu hatırlatmışlardı. Bizde tekstilin ileri olduğunu bildiğim için uyarılara pek kulak asmadım. Üstelik Notre Dame'ın Kamburu'ndaki Quasimodo gibi değilsem de, vücudum hazır elbiseye pek uygun sayılmaz. O yüzden çocukluğumdan beri elbiselerimi -gömlek dahil- hep diktiririm. Terzi Necati'den de şimdiye kadar hiç şikâyetim olmadı. Buna rağmen üç yıl önce tamah edip New York'tan içinde lüks bir markanın etiketini taşıyan bir takım elbise satın almıştım. Defolu çıkması üzerine Türk Hava Yolları'ndaki hostes arkadaşlarımın elbiseyi iade edebilmek için nasıl uğraştıklarını hiç unutmam. Sui misal emsal teşkil ettiği için giyim konusunda muhafazakâr davranırım.Ancak bütün bunlara rağmen, daha önceki yolculuklarımdan birinde New York'ta öngördüğümden daha uzun süre kalmam gerekince, bizde ancak Mahmutpaşa'da bulunabilecek fiyata satın aldığım gömlek ve iç çamaşırlarını dört yıldır giyiyorum. Eskitemedim ve korkarım yakın bir gelecekte de eskitemeyeceğim. Hani utanmasam, sırf bıkmayayım diye, eski Türkler gibi terimdeki asitten parçalanana kadar üstümden hiç çıkartmadan giyip kurtulacağım. Kardeşim, bu kadar ucuza ve bu kadar dayanıklı mal yapmaya mecbur musunuz?NEDEN TÜRKİYE'DE PAHALIBir başka örnek otomobillerle ilgili. Ortaokuldan beri izcilik merakım vardır. Tabiata aşığımdır. Keşif duygusu hep içimi kemirir. Bilinen yoldan gitmektense hep bilinmeyeni tercih ederim. Arabalar içinde de arazi arabalarını severim. Hatta bir süre, ikinci bir arabam olamayacağını bile bile ve şehir içinde de sürmek görgüsüzlüğünü göze alarak bir arazi arabası kullanmıştım. Uzun süredir makul küçük bir şehir arabam var. Değiştirmeyi de düşünmüyorum. Buna rağmen, birkaç yılda bir kez seyahat eden insanların gezi dergisi okuması misali, araba reklamlarına bakarım. Tabii gözüm hemen arazi arabalarına kayar. Birkaç gün önce gazetelere çarşaf boyu verilen ilanlardan birine ilişti gözüm. Böylece bir Amerikan arazi arabasının Amerika'daki fiyatının tam iki misline büyük fedakârlıklarla (!) pazarlandığını öğrendim.Siz araya dayanamayıp koyduğum alaycı ünlem işaretine bakmayın. Muhtemelen pazarlayıcı firma hakikaten fedakârlık ediyordur. Ben kazığı sivrilten ve bağrımıza saplayanın ‘‘binmesin keratalar’’ fikrindeki devlet olduğuna Allah'ın birliği gibi neredeyse iman etmiş durumdayım. Üniversite öğrenimimin ilk iki yılında okuduğum ekonomi derslerinin yetersiz kaldığını kabul edebilirim, ama her şeye rağmen zor para kazanan her Türk vatandaşı gibi tıpkısının aynısı bir arabaya tam iki misli fiyatı neden ödemek zorunda bırakıldığımı anlayabilmiş değilim. Aynen restoranlarda niye New York'takine eşit, hatta çoğu zaman onlardan daha fazla bir fiyatı niye ödediğimi anlayamadığım gibi...Geçenlerde bir arkadaşımla İstanbul'un şık bir alışveriş semtinde çok güzel pizza yapan İtalyan restoranlarından birine gittik. Allah için kapıdan girişten uğurlamaya kadar her şey mükemmeldi. Zarif bir hanım rezervasyonumuz olmadığını söylememize rağmen, ‘‘önemli değil, yerimiz var’’ diyerek bizi bir masaya götürdü. ‘‘Niye rezervasyon yaptırmadınız?’’ ‘‘Bir bakalım acaba size bir yer bulabilir miyiz?’’ türünde ve İstanbul'da alışık olduğum züppe tavrı benimsememesi hoşuma gitti doğrusu. Kendimi bir an yine New York'ta sandım. Çünkü oradaki en lüks restoranlarda bile böyle davranıyorlar. Sonra aynı hanım kıyı köşeye sıkışmış olduğumuzu fark ettiğinden, ‘‘Birazdan bahçeden bir masa kalkacak, burada rahat edemedinizse, sizi oraya alayım’’ demek inceliğini de gösterdi. Bir ara aşçıbaşı masaları gezerken bize de uğradı. Her şeyin iyi gidip gitmediğini sordu. Bundan fazla ilgi gerçekten can sağlığı. Ama hepsi de lezzetli olmak kaydıyla bir rizotto, bir makarna ve bir pizza ile yerlere yatılıp tepinilmeyecek bir şişe İtalyan şarabı için tam yüz Amerikan Doları ödedik. (Yalnız hemen hatırlatayım ki, sadece içtiğimiz şaraptan alınan vergilerin tutarı yüzde üçyüzü buluyordu.)BU MECLİS BÖYLE KALMAZBen iyi bir yemeğe ve iyi bir şaraba verilen paraya asla acımam. Acısam bu işlere bulaşmazdım. Sonra ‘‘kötü müşteri’’ gibi yalnız tabaktaki yiyeceğe bakıp, ‘‘Bu kadar paraya alt tarafı bir makarna, bu ne rezalet’’ diyecek kadar sektörün cahili de değilim. Hepsini yazmaya kalksam, bütün yazıyı dolduracak kadar çok kalem oluşturan sabit ve değişken işletme giderlerinin fiyata dahil olduğunu bilirim. Üstelik sıradan makarna ile De Cecco arasındaki kalite ve fiyat farkından da haberdarım.Bu kadar bilgiye karşılık hâlâ anlayamadığım şu: Bu maliyetlerin tümü New York'ta da geçerli. O zaman burada ödediğimiz para nasıl New York'un bir numaralı İtalyan restoranı İl Mulino'nun fiyatı ile neredeyse eşdeğer oluyor? Dünyanın en mükemmel restoran rehberi Zagat'a göre aradaki fark, sadece on iki dolardan ibaret! Üstelik İl Mulino'daki yemekler için Zagat'ın binlerce gönüllü müfettişinin 30 üzerinden verdiği notun ortalaması 27! Servis için verilen not, yine 30 üzerinden 23. Ve İl Mulino bu haklı şöhretini on beş yıldır zirvede sürdürüyor.Eğer yemek için verilen notun 30 üzerinden 25'e inmesine razı olursanız, New York'un en iyi İtalyan restoranları sıralamasında iki numarada taht kurmuş Piccola Venezia'da mükemmel balıklar ve hamurişleri yiyebilirsiniz. Zagat tek sorunun arabanızı park etmek olduğunu söylüyor. Bunun dışında yemek için kullanılan sıfat ‘‘fabulous’’ ve bu kelimenin sözlüklerde dört karşılığı var: İnanılmaz, müthiş, mükemmel ve fevkalade! Olağanüstü bir şarap kartı işin ekstrası. Böyle bir yerde akşam yemeğinin fiyatı ise kişi başına 42 dolar. Türkçesi adam başı 11 milyon lira!Dürüst bir karşılaştırma yapabilmek için İstanbul'un ‘‘yüksek’’ sosyetesi arasında moda olan İtalyan restoranını düşünün. Bilmiyorsanız, ben söyleyeyim: Orada bu fiyata adama İtalyan pidesi bile yedirmezler. Ama üzülmeyin Zagat'ta, ‘‘yarı-şık’’ diye tanımlanan bu restoranın New York şubesi için müşterilerinin parası bol finans çevreleri ve lüks alışverişe çıkan kadınlar olduğu yazılı. Sadece öğle servisi için önerilen restoran ciddi akşam yemekleri için fazla gürültülü ve ruhsuz olarak tanımlanmış. Oysa yalnız pizza ve hamurişleri takdir edilen adını telaffuz etmediğim restoranda fiyatlar diğerlerine göre daha ucuz. Kişi başına 39 dolar. Ama Zagat binlerce müfettişinin yargısını aktarmaktan çekinmiyor ve 39 dolar için bile ‘‘yüksek bir fiyat’’ diyor. Çünkü yemeğe verilen not 30 üzerinden ancak 18!Sözün özü, birilerinin bizi kazıkladığı. Ama kazıklar üzerinde lokantalar ancak göl kenarlarında hoş olur, uygar kentlerde değil. Bir de şairin ‘‘bu meclis böyle kalmaz, mestler mahmur olur bir gün’’ sözleri bir mısra, berceste olarak asla unutulmamalı.