Paylaş
Bu hafta bence gündemin en önemli konularından biri Türkiye çapında yapılacak enerji kısıtlaması.
Kısıtlama söylentisi bana birkaç yıl önce National Geographic dergisinde gördüğüm fotoğrafı hatırlattı.
Orada dünyanın uzaydan çekilmiş kurmaca bir gece görüntüsü vardı. Kentler ve bölgeler ışıklarıyla görünüyordu sadece. Kuzey Amerika’nın ışıl ışıl görüntüsüne karşılık Afrika’nın koyu karanlığını hiç unutmam.
Avrupa’nın nispeten aydınlık kentlerine karşılık, bizde İstanbul şöyle biraz mum ışığı gibi görüntüye girebilmişti, hepsi o kadar.
O zaman bu fotoğrafın sembolik bir anlamı olup olmadığını düşünmüştüm. Aydınlığın, ışığın çok olduğu yerler uygarlığı ve aydınlık bir geleceği; karanlık bölgeler ise aksine cehaleti, her anlamda geriliği ve düşünce karanlığını da simgelemiyor muydu?
Vatan-millet edebiyatı
Gazeteler kısıtlamanın 'en sıkı biçimde ve azami ölçüde' denetleneceğini şimdiden haber veriyor.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı sayın Yurdakul Yiğitgüden, 'Bu bir ulusal görev. Enerji alanında, elektrik kullanımında tasarrufu öğrenmeli, buna riayet etmeliyiz. Gereksiz elektrik kullanımını azaltmalıyız' demiş.
Sayın Müsteşar kusura bakmasın ama, söyledikleri hamasi vatan-millet söylevinden başka bir şey değil.
Türkiye’nin en büyük kenti, uluslararası megapolü İstanbul daha şimdiden karanlık.
Hürriyet-İstanbul’da ilk yazdığım yazılardan biri 'Işık, biraz daha ışık' idi. Goethe’den daha çok ışığa gereksinim duyduğumuzu düşünüyordum. Hala da o düşüncedeyim.
Trafik kazaları
İstanbul’un ana arterlerinde yeterince ışıklandırma zaten yapılmıyor. Şehrin en önemli yolları karanlık. Yollar da zaten çukurlarla dolu.
Sadece bu yüzden her gün binlerce araba çukurlara düşüyor, kaza yapıyor, hatta kuş gibi viyadüklerden ve köprülerden uçup gidiyor.
Bu maddi hasarın bir hesabını yapan çıkar inşallah. Hesaba kitaba dayanmadan, sağduyuyla söylüyorum: Işıklandırmadan yapılan sözümona tasarrufun yolaçtığı zarar tasarrufun en az birkaç misli fazla!
Suç ve ışık
İşten biraz anlayan herhangi bir güvenlikçiye sorun, cevabı hemen size verecektir: Suç ve suçlu karanlığı sever. Aydınlık ve ışık ise suç işlemeye niyet edeni caydırır.
Siz şimdi kentleri biraz daha karanlığa boğacak olursanız, görün bakalım suç oranı nasıl fırlıyor.
Yalan mı bunlar sayın emniyet müdürleri?
Sayın İçişleri Bakınımız Bakanlar Kurulu’nda, eski ve deneyimli bir emniyetçi olarak, hiç söylemez mi?
Nihayet İstanbul gibi bir kentin ışıl ışıl olması gerekmiz mi?
Gazete haberlerinden reklam panoları, vitrin aydınlatmalarının ilk kurban seçildiği anlaşılıyor.
Bunları yapanlar enerjinin bedelini, hem de çok pahalı olarak, ödüyor.
Bakanlığın ve yerel yönetimlerin ve dağıtıcıların gücü yetiyorsa kentte beş kuruş vermeden kaçak elektrik kullanan zorba sürüsüne dur desinler.
Elektrik kısıtlamaları 2000 yılında Avrupa’nın eşiğindeki Türkiye’nin kaderi olamaz.
Kimse bunun bir vatanseverlik görevi olduğu mavalını anlatmasın.
Beceriksizliği sahibine -veya sahiplerine- iade ediyorum!
İstanbul’da yüzmeyin!
Başlık bana ait değil. Daha önce çıkan bir haberden aldım. Sözkonusu haberde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Dairesi Başkanlığı’nın deniz sularından aldığı örneklerin içler acısı olduğu söyleniyor.
Sayın Ahmet Zeki Şengil, özellikle çocuk ve yaşlılar ile bedenen zayıf olanların yüzme sevdasından vazgeçmelerini önermiş.
* * *
Ben bunun İstanbul için bir kader olmadığını düşünüyorum.
İstanbul’da bundan herhalde otuz yıl önce hemen her yerden denize girmek mümkündü.
Sonra 'akan su pislik tutmaz' gibi Ortaçağ hurafelerine bakıp denizlerimizin kirlenmesine ilgi göstermez olduk.
İlk pisletenlerden ve tedbir almayanlardan biri de ne yazık ki biziz.
Şu anda hala İstanbul’un kollektör sistemi tamamlanmış değil. Yerel yönetimler boş durmuyor, ama İstanbul’un sorunlarını çabuk çözmek için Ankara’nın fazla hassas olduğu asla söylenemez.
Ama işin bir de bizim dışımızda kalan bir yanı var. İlgililerle yaptığım uzun konuşmalarda bir başka gerçeği de gördüm. Bizim denizlerimizi artık bizden çok başkaları kirletiyor. Bu başkalarının başında ise Rusya ve Karadeniz’e kıyısı olan diğer ülkelerle Tuna nehrine atıklarını bırakanlar geliyor.
Bu da elbette İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni aşan bir sorun.
Dışişleri Bakanlığı mensuplarını hiç olmazsa yazın İstanbul’a tatile çağırsak acaba bir faydası olur mu dersiniz?
Demokrasi parkı
Volkan Sarısakal’ın haberi, 'Demokrasi Parkı kaderine terkedildi' ilk önce yurtdışında olduğum bir döneme rastladığından gözümden kaçmış. Sonra Metin Toker bu haberi Milliyet’teki köşesine taşıdı.
Demokrasi Parkı, Maçka’da bir kurtarılmış yeşil alan. Kentin belki de yeşile en çok özlem duyulan yerinde yapılmış.
Metin Toker parkın hal-i pür melal’ine dikkat çekmekte. Şu anda parkın yeşil alanının büyük oranda tahrip edilmekte olduğunu yazmış.
Yazdıkları bundan ibaret değil. Dükkanlar çöp deposuna dönüşmüş. Heykel kaidesini oluşturan sütunlar kırık. Otlar heykeli sarmış. Dev satranç takımları kırık dökük, taşları odun niyetine yakılmış. Çöp tenekeleri, içinde ateş yakılarak tahrip edilmiş. Havuzların fıskiyeleri çalışmıyor, mozayıkları sökük. Lambalar kırık.
* * *
Bütün bunların biri bile ayıp ve günah.
Büyükşehir Belediyesi’nin bu park için harcadığı paranın yirmi trilyondan fazla olduğu söyleniyor.
Bu kadar paraya ortaya bir mezbeleliğin çıkmasına utanılmaz mı?
Mezbelelikten öte burada geçen yıl ölen bir vatandaşın cesedi günler sonra bulunabilmiş. Artık gerisini siz düşünün.
Yalnız bir noktayı unutmayalım. Bunları yapanlar da İstanbul’da yaşayan sizin bizim gibi iki gözlü, iki kulaklı, iki ayaklı, iki kollu ve elli yaratıklar. Dikkat ederseniz 'insan' demeye dilim varmadı!
Paylaş