Paylaş
Yunanistan anıları
Deprem için Yunanistan'dan yardıma gelenler beni geçmişe götürdü
Bundan bir hafta önce milyonlarca Yunanlı yüreklerinden kopup gelen yardımlarıyla, dualarıyla ve bütün insanca duygularıyla Türkiye'ye geldi. Kimi bir yardım ekibi üyesi, kimi bir belediye başkanı, kimi bir başka yetkili olarak aramıza karıştı. Kimi ise Tanrıya açılmış bir avucun üstüne üfleyerek ruhunu yolladı denizin öte yakasına. Sanki o an, Pire'de rastladığım o eski İstanbullu bakkalı da aralarında görmüş gibi oldum.
Bir ara gemide çalıştım. İstanbul, Antalya, Hayfa, İskenderiye, Santorini, Pire, İstanbul seferi yapan bir yolcu gemisiydi bu. Benim taktığım adla, 'ha babam dön' turu yapıyorduk. Mürettebat olarak, gittikçe insanı sıkan, biteviyeleşen bir ring seferinin değişmez yolcularıydık. Gerçek konuklar her defasında Antalya limanında iniyor ve yerlerine yeni kanlı canlı Almanlar biniyordu gemiye. Bizler için ise başı sonu olmayan bir garip yolculuktu yaptığımız.
O kadar sefer boyunca bir kere Hayfa'ya indik. Gide gide bir küçük lokanta bulduk limana yakın. Fazla uzaklaşmaya korkuyorduk ve zaten buna zamanımız da yoktu. Ben yeni bir diş fırçası ile bir diş macunu satın almıştım. Gittiğimiz lokantada ise lahmacun ve kebap yedik. Yanımızdaki İsrailli genç kızlar üniformalarıyla daha güzel görünüyorlardı gözümüze. Ama onlar da, masalarındaki portatif radyodan bitmeyen bir Arap şarkısına takılıp kalmışlardı.
Sonra bir gün, İskenderiye'ye yanaştığmızda, lumbozun camından Lawrence Durrell'in romanlarından tanıdığım kentin silüetini seyrettim.
Bir kere de geminin küpeştesine dayanıp Santorini adasının tebeşirle çizilmiş gibi görünen yollarından dik tepeye eşek sırtında tırmanan al yanaklı ve tombul Alman kadınlarına baktığımı hatırlıyorum.
Bütün bunların dışında, o sayısız ring seferi sırasında hiç unutamadığım, Pire'deki kısa gezintim olmuştu.
GÖRMEDEN AŞİNA
Gemi limana yanaştığında bu kez işi bir yana bırakıp, gemi katibiyle birlikte kenti doyasıya seyrettik. Sanki çocukluğumdan beri gelip görmemi bekleyen bir sevgili vardı karşımda. Birbirimizi o zamana kadar hiç görmemiş olmamız bu garip duyguyu yaşamama engel olamıyordu. Pire, düşlerimde hep gördüğüm ve bir o kadar da aşina olduğum bir kentti sanki. Bundan sonra gittiğim hiç bir kentte böyle bir duyguya tanık olmadım. Böyle bir gerçekdışı gündüz düşü görmedim.
KAHVEDE ZAMAN
Limana yanaştıktan birkaç saat sonra, 'shipchandler' dediğimiz erzak temin edici adam gemiye geldi. Kaptanla konuşurken ben de yanlarına gidip sessizce bir köşeye dikildim. Shipchandler bizim kaptanla biraz kırık bir Türkçe konuşuyordu. Sonradan öğrendim Anadolu göçmeni bir Rum ailenin çocuğu olduğunu. Kaptan, daha doğrusu süvari, beni yanına çağırdı. Bazı şeyler sordu. İsteklerini derhal yerine getireceğimi söyledim. Ardından hemen işe koyuldum. İşimi hiç bu kadar çabuk bitirmemiştim.
Geriye limanda geçireceğimiz dört-beş saat kaldı. İzin alıp gemiden ayrıldım. Gemici cüzdanımla pasaport kontrolünden geçtim. Pire'nin sokaklarında, Baudelaire'in bir şiirindeki gibi, 'üzgün ve serseri' dolaşmaya başladım.
Şehirde ilk yaptığım bir kahveye geçip oturmak oldu. Önümden gelip geçen insanlar sanki bana özel bir resmigeçit yapıyorlar diye düşündüm birden. Kahvemi büyük bir ağırbaşlılıkla yavaş yavaş içerek gelip geçeni seyre koyuldum. Genellikle böyle durumlarda orada yabancı olmanın getirdiği bir merak duygusunu tatmin eder insan. Oysa ben böyle bir duygudan çok, bir hasret gideriyor gibiydim. Sanki o anda tanıdık biri geçecek ve ben ayağa kalkıp, 'iyi günler, nasılsınız? Benimle bir kahve içmez misiniz?' diye soracaktım.
HERKES TANIDIK
Üstelik gelip geçenlerin yabancı olduklarına dair tek bir işaret bile görmüyordum yüzlerde. O yüzler ki, insana bir kimliğin ötesinde çok şey söylerler. İnanmıyorsanız, fotoğraflara bakmasını bilen bir vesikalık resim çekicisine sorun bunu.
Zamanla kahvede sıkıldım. Paramı ödeyip tekrar caddelerde başıboş gezmeye başladım. Vitrinler ve afişlerle bir süre oyalandım. Sonra yine dönüp insanları incelemeye başladım. Bir yandan insanlara bakıp bir yandan da kalabalık bir caddede yürümek meğer ne kadar zormuş?
Allahtan tam o sırada bakkal irisi, hani bizim şarküteri dediğimiz türden bir dükkanın vitrinine takıldı gözüm. Ne de olsa yiyecek-içecek merakından bir türlü kurtulamıyorum. O sırada da yanıma şiir kitaplarımla birlikte aldığım birkaç yabancı yemek kitabım var. Hepsi de Ortadoğu mutfağına ait. Geceleri şiir okuma seansım bitince yemek kitaplarına başlıyorum. Kitapların tümünde Yunanistan bölümüne gelince bir 'feta' peyniridir tutturmuş gidiyorlar. Feta aşağı, feta yukarı.
250 gram feta
Madem bir bakkala rastladım, öyleyse girip biraz şu feta peynirinden alayım dedim kendi kendime. Kararlı bir biçimde dükkana girdim. İngilizce olarak, tezgahın arkasındaki adamdan yarım kilo -daha azına alışmamışız, o yüzden utanıyorum- feta peyniri istedim. Adamın İngilizce bilmesi bana göre sanki Allahın emri. Öyleyse biraz daha açıklama yapayım diye geçirdim içimden. 'En iyisi olsun. Ben yabancıyım ve gerçekten fetanın çok pahalı bile olsa en iyisini istiyorum' dedim.
O anda adamın benim Türk olduğumu nereden anladığını bugün bile keşfetmiş değilim. Ama o hiç tereddüt etmeden, düzgün bir Türkçeyle 'sen nereden geliyorsun?' diye sordu. Şaşırdım. Yine de bozulduğumu belli etmeden, 'İstanbul'dan geliyorum' dedim bu kez Türkçe. Adam bunun üzerine güldü. 'Feta'nın iyisini ne yapacaksın öyleyse?' diye sordu. 'Ben kırk yıllık bakkalım ve evime aldığım beyaz peyniri her ay, olmazsa iki ayda bir, İstanbul'dan getirtirim yıllardır' dedi. 'İyi bir beyaz peynirin yanında feta nedir ki?'
Ardından ısrarlı sorularıma dayanamayıp 6-7 Eylül olayları sonrasında çok sevdiği İstanbul'u terk etmek zorunda kaldığını söyledi.
Feta'ya ilişkin dostça uyarıya rağmen, bana yine de iki yüz elli gram kadar en iyi kalite feta peyniri tartıp uzattı, tadayım diye. Üstelik para da almadı. Ben ona İstanbul'daki adresimi verdim. 'Gemide çalışıyorum, ama belli olmaz yine de' dedim. 'Bir gün İstanbul'a yolun düşerse beni mutlaka ara. Sana beyaz peynirin iyisini güzel bir İstanbul meyhanesinde rakının yanında ikram ederim.'
O gün Pire'de bana feta peyniri ikram eden Rum bakkal sonra hiç aramadı. Belki yolu İstanbul'a düşmedi. Keşke düşseydi ve ben verdiğim sözü yerine getirebilseydim.
DÜNYA KÜÇÜK KOMŞU
Ama bundan bir hafta önce milyonlarca Yunanlı yüreklerinden kopup gelen yardımlarıyla, dualarıyla ve bütün insanca duygularıyla Türkiye'ye geldi. Kimi bir yardım ekibi üyesi, kimi bir belediye başkanı, kimi bir başka yetkili olarak aramıza karıştı. Kimi ise Tanrıya açılmış bir avucun üstüne üfleyerek ruhunu yolladı denizin öte yakasına.
Sanki o an, o Pire'de rastladığım o eski İstanbullu bakkalı da aralarında görmüş gibi oldum.
Dünya ne kadar küçük ve ne kadar hüzün ve dostluk dolu, değil mi komşu?
Paylaş