Şu sıralarda gündem oldukça kalabalık. Üstelik konular arasında seçme yapmak neredeyse imkânsız. Daha kötüsü, çoğunun ömrü birkaç hafta ile sınırlı. Yemek dünyasının ne Tansu Çiller'i, ne de Susurluk dosyası var. Olanlar şık, hoş davetler ya da gelip geçici güzelliklerden ibaret. En iyisi, bu hafta küçük ve kısa notlar geçmek. Böylece sevgili güzel editörümü yazılarımı kesip biçmek zorunda bırakmamış olurum hem.İstanbul bir iki hafta önce ‘‘brunch’’ mevsimini resmen açtı. Bu ‘‘brunch’’ denilen ne deve, ne de kuş olan yemek türü, daha çok bir Anglo-Sakson adeti. Orada sadece pazar günlerine mahsus olmakla birlikte, bizde her türlü tatil günü ‘‘brunch’’ davetlerine rastlanıyor. ‘‘Deliye her gün bayram’’ misali... Batı'da pazar sabahı kiliseye gidenler, dua dönüşü yapamadıkları sabah kahvaltısı ile vakti gelen öğle yemeğini -hadi karıştırıp demeyelim- birleştirip yapınca, ortaya İngilizce kahvaltı ve öğle yemeği anlamlarındaki ‘‘breakfast’’ ile ‘‘lunch’’ın doğal çocuğu ‘‘brunch’’ çıkmış. Her gayriresmi işte olduğu gibi, rahat, keyifli ve baştan çıkarıcı.Otellerin ‘‘brunch’’ davetleri başlamadan çok önce, sevgili Cevat Tuksavul Cihangir Susam'da muhteşem bir Türk usulü ‘‘brunch’’ tertip etmiş ve hepimize parmağımızı ısırtmıştı. Cevat'ın ‘‘brunch’’ları sürüp gidiyor. O zaman basiretim bağlanıp yazamamıştım. Şimdi yeri gelmişken söyleyeyim de bari vicdanım rahatlasın.Swissotel the Bosphorus'taki Cafe Suisse'te yaptığım ‘‘brunch’’ta dikkatimi çeken aynı anda hem kahvaltı edenlerin, hem öğle yemeği yiyenlerin ve hem de benim gibi ‘‘brunch’’ davetlilerinin bir arada oluşuydu. Büfe zaten bunlara elverir bir düzendeydi. Dolayısıyla hiçbir sorun yoktu. Tek sorun, kolesterol korkusundan elimi süremediğim gözalıcı iri karidesler oldu. Ertesi gün Ceylan Intercontinental'de Californian Brasserie tam bir şenlik yerine dönüştürülmüştü. Bir pazar yerinde alışveriş yapıyor ve sonra aldıklarınızı yine salonun içindeki açık mutfaktaki aşçılara verip pişirtiyordunuz. Akla ziyan zenginlikteki yiyecekler bir yana, şef Hubert'in önceden hazırlayıp büfeye koyduğu son derece lezzetli yemeklerine bu kez dayanamayıp ipin ucunu kaçırdım.VİYANA OPERA BALOSUÜniversite öğrenimine Avusturya'da başlamıştım. Bir yıl Graz Üniversitesi'nde okudum. Taşrada oturmama rağmen, Viyana'daki Galatasaraylı sınıf arkadaşlarımı ziyaret etmek bahanesiyle bu güzel kenti de birkaç kez görmeden etmedim. Dıştan asla kendini ele vermeyen, sizden içine nüfuz etmenizi bekleyen dünyanın en soylu kentlerinden biridir Viyana. Herr Mozart'a yaptığı haksızlıktan ötürü Viyana'yı hiç affetmemiş olmama rağmen, bu kenti sevdiğimi itiraf etmeliyim. Bugünkü yoksulluğu insanı asla kandırmamalı. Görebilen gözler için arkada müthiş bir sanat ve görgü birikimi yatar.Bunun en iyi ifade edildiği yerlerden biri de ‘‘Wiener Opernball’’, Türkçesi ‘‘Viyana Opera Balosu’’dur. Viyana Devlet Operası'nın parteri sahneyle bir hizaya getirilerek kapatılır. Böylece bir dans pisti oluşturulur. Localara yalnız soylu aileler davet edilir. Dans etme hakkı onlara ve konuklarına aittir. Halk, para vererek balkonlardan aşağıdaki eğlenceyi seyretmekle yetinir.Hâlâ böyle mi derseniz, evet hâlâ böyledir. Avusturya'da soyluluk resmen yasaktır, ama Viyana Opera Balosu'nda âlem yine aynı âlem, devran yine aynı devrandır. Bilebildiğim kadarıyla artık balo soylu ailelerin genç kız ve erkek çocuklarının sosyeteye takdim edilmesinden daha çok, ‘‘Dollarprinzessin’’ dedikleri Amerikalı -ve dolayısıyla soylu olmayan- ama parası bol meraklıların Avusturyalı asil aileler tarafından baloya davet edilerek bütçelerinden bir transfer yapmalarına yarıyor. Alan ve veren memnun olduklarına göre, bize de dedikodusunu yapmak kalmakta.Swissotel The Bosphorus'taki altıncı Viyana Opera Balosu'nda böyle bir şey elbette sözkonusu değildi. Kişi başına otuz beş milyonu veren baloya davet edildi. İşin en güzel yanı ise, paranın bir kısmının Lösemili Çocuklar Vakfı'na gitmesiydi.* * * Unipro kamuoyunun çok yakından tanımadığı, tanımasına da gerek olmayan bir şirket. Buna karşılık şirket profesyonel çevrelerde çok iyi bilinir, çünkü Unilever bünyesinde profesyonellere yönelik yağ ağırlıklı ürünler satar. Müşterisi oteller, restoranlar, toplu yemek yapanlardır. Bu yüzden ‘‘düşük profilli’’dir, yani vitrini pek görünmez. Ancak geçen hafta sözünü ettiğim ilk basılı Türk yemek kitabı ‘‘Melce üt Tabbahin’’ (Aşçıların Sığınağı) bu şirketin ciddi bir mali katkısıyla hem eski Türkçe orijinali, hem yeni yazıya transkripsiyonu, hem de Turabi Efendi'nin İngilizce adaptasyonuyla birlikte yayınlandı. Bu vesileyle projeyi baştan sona yürüten Günay, Cüneyt ve Turgut Kut'u bir kere daha şükranla anmama izin verin.Mehmet Kamil Bey'in yemek kültürümüz açısından bu çok önemli eserinin yeniden basımı dolayısıyla Unipro Maçka Antik Palace'ta bir davet verdi. Yemekleri Vedat Başaran ‘‘Melce üt Tabbahin’’den esinlenerek yaptı. Şık bir müzayede salonu olan olağandışı ortamda, Fransız şarapları eşliğinde iki yüzyıl öncesinin yemeklerini tattık. Harika bir akşamdı. Daveti düzenleyen Capitol çok iyi hazırlanmıştı. Vedat Başaran da harikalar yarattı.* * * Divan Oteli'nin lobisi geçtiğimiz günlerde yenilendi. Bunun neresi haber derseniz, haklısınız. Bir otel lobisinin yenilenmesinde ciddi bir haber öğesi yok. Buna karşılık, lobide harika çayların sunuluyor olması, haberin ta kendisi. İstanbul'da şimdiye kadar bu kadar güzel bir ‘‘çay koleksiyonu’’nu kimse görmedi. Ya çay takımları? Ben Londra'da Savoy, Grosvenor House, Ritz gibi çok seçkin yerlerin ünlü beş çayı mönülerini de bilirim. İstanbul Divan Oteli, bunları aştı desem inanın. İnanmıyorsanız, mart ayının ortasından itibaren bizzat gidip görün, çayları içip yiyecekleri tadın. Hatta böylesi daha iyi. Çünkü Ziya Paşa'nın dediği gibi, ‘‘ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.’’* * * Aynı günlerde, yine Divan Oteli'nde sevgili Artun Ünsal'ın ‘‘Süt Uyanınca’’ adlı Türkiye peynirlerini tanıtan kitabının yayını dolayısıyla bir ‘‘Türk Peynirleri’’ temalı yemek daveti var. Onu da hemen Malatya Yemekleri Haftası izleyecek. Otelin Yiyecek-İçecek Müdürü Ercüment İldağ ve aşçıbaşılar Erol ve Ali Ustalar, bu hafta için Malatyalı hanımların candan yardımlarıyla müthiş bir hazırlık yaptılar. Malatya yemek dünyasında adı sanı pek duyulmamış bir yöremiz. İzmir gibi, Antep gibi, Doğu Karadeniz gibi gastronomik bir yöre olmadığı aşikâr. Buna rağmen, yöreden ne özgün yemekler çıktı, şaşarsınız. Bu işe tek şaşmayacak olan, Malatyalılar. Bence Malatya Yemekleri Haftası, Malatyalı dostlarımızın kültürlerini eşe dosta gösterebilmeleri için eşsiz bir fırsat. Öyle değil mi, bu yemeğe çok emeği geçmiş Malatyalı tek dostum Ziya Karataş?