Paylaş
Hiç şüphesiz ilk çay biraz keyif, biraz da tıbbi nedenlerle içilmiş olmalı. Çünkü çayın enerji değeri çok düşük. Çay içerek beslenmek mümkün değil. Ama çay içerek zihni uyanık tutmak, binbir derde deva özelliklerinden yararlanmak hep sözkonusu edilmiş.
Bu hafta size son günlerde okuduğum ve çok etkilendiğim bir kitaptan, Dost yayınlarından çıkan Stephen Reimertz'in 'Çayın Kültür Tarihi'nden söz etmek istiyorum. Doğrusu beni böyle bir yazı yazmaya sürükleyen bir başka neden de İstanbul'daki bir alışveriş merkezi, Mayadrom'da Lipton'un açtığı harika bir çay evi, 'Lipton Tea Corner'ı ziyaretim ve orada geçirdiğim güzel anlardı.
Reimertz, kitabı başlangıçta büyük halasının yeni işe aldığı deneyimsiz bir hizmetçi kız için kaleme almış. Amacı, çay hazırlamanın en önemli kurallarını birkaç satırda anlaşılır bir biçimde yazmakmış. 'Bu taslak peşimi bırakmadı' diye anlatıyor giriş bölümünde. 'Zamanla hep yeni notlar ekledim' diye devam ediyor. 'Öyle ki, yayınevi bana nazik bir teklifte bulunduğunda, ortaya gerçek bir kitap çıkmıştı bile' diyor. Yüz elli sayfayı aşkın bir kitabın, bir hizmetçi kız için kaleme alınmış kısa bir not olmaktan çoktan uzaklaştığı apaçık ortada.
İşin güzel yanı, kitapta anlatılanların bir çay hazırlama işleminin çok ötesinde olması. Öyle de olması gerekirdi zaten.
Yiyecek-içecek dünyasının güzel yanı, yüzyıllar içinde beslenme amacının sınırlarını çoktan aşmış olması. Uygarlığın başlangıcından itibaren, yeme ve içme işi zorunluluk olmaktan çıkmaya başlamış. İnsanlar, bunu bir sanata dönüştürmüş. Zorunluluktan sanatsal bir aşamaya doğru evrim görülmüş. İşin içine insanca bir incelik girmiş. Hatta sanatla felsefe birleşmiş. Olay kültürel bir boyut kazanmış.
İLK ÇAY
Reimertz, ilk çay içildiğinde, ufukta henüz ne Musa ne de öteki peygamberlerin olmadığını belirterek giriyor söze. Çinlilere bakılırsa, Orta İmparatorluk'un sakinleri bu soylu bitkiyi ve bu bitkiden elde edilen daha soylu içeceği, efsanevi imparatorları Şen Nong'un iktidarı sırasında, İsa'dan yaklaşık iki bin sekiz yüz yıl önce keşfetmişler. Bir başka deyişle, çayın keşfi ve içilmesi neredeyse beş bin yıllık bir öykü.
Hiç şüphesiz ilk çay biraz keyif, biraz da tıbbi nedenlerle içilmiş olmalı. Çünkü çayın enerji değeri çok düşük. Çay içerek beslenmek mümkün değil. Ama çay içerek zihni uyanık tutmak, binbir derde deva özelliklerinden yararlanmak hep sözkonusu edilmiş.
İşin güzel ve şaşırtıcı yanı ise, çayın sıcak bir içecek olmanın ötesine geçmesiyle başlıyor. Önce Çinliler, daha sonra çayı onlardan altıncı yüzyılın sonuna doğru aldıkları söylenen Japonlar, kendi dini ritüellerine ve eskiden beri törensel olan yemek adabına uygun düşen bir çay içme töresini geliştirmişler.
Bütün bunların altında ise Taoculuk, Budizm ve Zen'in felsefi temelleri bulunuyor. Çay, işte tam bu noktada, derin bir düşünce geleneği ve dünya görüşü ile buluşmakta. Japon çay töresinin biricikliği de burada yatıyor.
Dünya üzerinde milyonlarca kişi gün boyu çay içerken bunu sıradan bir iş gibi yaparken, Japonlar ve Çinliler, buna derin bir anlam yüklüyor. Atılan her adımda inceliklere özen gösteriliyor. Çay bedeni etkilerken, çayın hazırlanması, sunulması ve içilmesi de ruhları sükuna ve huzura kavuşturuyor. Çayın bu müthiş sakinleştirici yanını görmeden geçip gitmek imkansız bir hale geliyor. Çay, sıradan bir içecek olmaktan çıkıp ritüelik bir değer kazanıyor.
Stephan Reimertz'in kitabında rastladığım çay konusundaki zarif yorumlarından birinde John Bloefeld'in şu sözlerini hiç unutamıyorum: 'Çay, kendiliğinden akar, bir oraya bir buraya gider ve her türlü zorlamaya karşı koyar.'
Sadece bu cümle üzerine bile insan nasıl olur da sayfalar dolusu yazı yazmaz!
Büyük bir çay uzmanı olan Bloefeld'in böyle bir yorumu gökten inen ilhamla yazmamış olması da işin bir başka ilginç yanı. Reimertz, günümüze ulaşabilen en eski çay kitaplarının bin yıldan daha önce yazılmış olduklarına dikkat çekiyor. 'Bin yıllık çay edebiyatında tarihsel, teknolojik, bilimsel, ekonomik, eğitsel, pratik bilgiler verilmiş ya da tatlı tatlı sohbet edilmiştir' diyor.
Çaya ilişkin bu en azından bizim bildiğimiz bin yıllık edebi birikim, beşbin yıllık sözlü gelenekle buluşunca ortaya müthiş bir kültürel olay çıkıyor.
Bu dünyaya dalınca, insan ilk olarak öncede hiç tanımadığı bu alanın renkleriyle büyüleniyor. Sonra kitabı okudukça, bu kültürün derinliklerine bir dalış başlıyor. Orada ise, elde olmaksızın, bir tür derinlik sarhoşluğuna kapılıyor.
Örnek olsun diye sadece çayın demlenmesi meselesine değineceğim.
Bir çok yerde, kötü demlendiği, saatlerce kaynatılarak zehire dönüştürülen çayları içemiyorum. Nezaket için olsun böyle bir çayı kabullenemiyorum. İlle içmem gerekirse, 'çok açık olsun lütfen' diyerek baştan tedbirimi almaya çalışıyorum.
Oysa iyi bir çayın demlenmesi aslında birkaç dakika ile sınırlı. Kıvrık yapraklar açılıp içlerindeki çayın ruhunun suya geçtiği anda demlenme hemen durdurulmalı. Demlikteki çay çıkartılıp atılmalı.
Bu da yetmiyor, iyi bir çay için. Demlik önceden ısıtılmalı. Çayın suyu mutlaka yumuşak huylu, kireç sertliğinden uzak, tatlı bir su olmalı. İngiltere Kraliçesi'nin çayının suyunu bütün gezilerinde yanında taşıdığını ben de bu kitaptan öğrendim. Üstelik bu su tam kaynama noktasında iken hemen alınıp demliğe aktarılması gerek. Yoksa fazla kaynayan su oksijenini yitiriyor, özgün tadından uzaklaşıyor, o eski iyi su olmaktan çıkıyor.
Bütün bunlar işin sadece bazı temel noktaları. Bir de ayrıntılar var.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup kendi kendinize sorun. Ayrıntılar bir kenara, siz sabah çayınızı hazırlarken hiç olmazsa işin temel noktalarının tümüne özen gösteriyor musunuz?
HİÇ BİLENLE BİLMEYEN
Daha önce çok söylediğim, defalarca yazdığım ve tekrar etmekten hiç bıkmadığım bir şiara Stephan Reimertz'in 'Çayın Kültür Tarihi'nde rastlayınca ne kadar sevindim, bilemezsiniz. Yazar şöyle demiş: 'Bir konu hakkında ne kadar çok şey bilirsek, ondan aldığımız keyif de o kadar artacaktır.' Bu yargıyı bir başka harika cümle tamamlıyor: 'Bizi daha kültürlü yapan her şey, bizi daha insan kılar.'
Doğru söze ne denir?
Paylaş