Paylaş
Geçen hafta cuma günü Çatalca ile ilgili bir yazı yazmıştım. Eksik kaldı. Koca bir Trakya kasabasını bir yazıya sıkıştırmak ne mümkün. Sıkıştırsan kara delik olur. Sıkıştıramazsan da böyle taksit taksit anlatırsın...
Çatalca’ya kasaba diyoruz ama, bir zamanlar ilmiş. Anlı şanlı bir il. Mebusları bile varmış.
Şimdi İstanbul’a bağlı bir çevre ilçesi. Kente ekspres bir karayoluyla -bazıları otoban tabir ediyor- bağlı olmasına rağmen yine de bir tarım kasabası. Geçen hafta tarım bitti diye yazmıştım. Tarım bitmiş ama, dönüşüm de tamamlanmamış. Arazi alanlar hala büyük parsellere heves ediyor. Koca tarlanın ortasında bir ev. Sayın ki, Sue Ellen’li, JR’lı bir dizi seyrediyorsunuz. Onun biraz alaturkası tabii.
Tarımın ve hayvancılığın büsbütün bittiği de söylenemez. Biz Belediye’nin değişmez figürü, Özel Kalem Müdürü, lakabı mutlaka 'canayakın' olması gereken Ahmet Bey ile kasabanın içinde dolaşırken koyunlar geçiyor yanımızdan. Ardından da ikisi yavru -hele biri pek cambaz- dört de keçi geliyor. Hani buralarda hayvancılık bitmişti gibilerden bakıyorum Ahmet Bey’e ama o görmüyor.
Peki, koyunları keçileri gördüğümü görmedi diyelim, -ne cümle oldu ama!- ya annesine çaldırdığı özel kaplardaki nefis yoğurdun sütü de kutu sütü mü allahaşkına?
Galiba bütün bunlarda doğrularla yanlışlar biraz birbirine girmiş gibi.
Şimdi de onu anlatalım...
Satıyoruz Tarlalaları, Yiyiyoruz Paraları
Çatalca gözönünde bulunmak istemeyen zenginler için İstanbul’a yakınlığı dolayısıyla hep tercih edilmiş bir yer. Bunu bilmeyen yok. Depremden sonra ise bunlara yenileri katılmış. Kasaba irileşmiş. Toprağa arsa olarak talep artmış.
Öte yandan tarım ve hayvancılık emek isteyen ve getirisi az işler. Herkes hükümetin ağzına bakar hale geliyor. Bir de ömür kısa. Hayatı değerlendirmek gerekiyor. Tarlaların arsa gibi para etmesi de iştahları iyice kabartmış.
Ahmet Bey, Çatalcalının bütün bunlar karşısındaki görüşünü ve buna bağlı eylemini 'Satıyoruz tarlaları, yiyyoruz paraları' diye özetliyor.
Trakyalı ehli keyif. Eğlenmesini de biliyor. Paraya acıdığı hiç mi hiç söylenemez. Para tatlı geliyor. Bir de sırtüstü yan gelip yatmak fikri çok cazip. Kendine bir araba, damada bir araba derken hayatın renklendiği de şüphelerden ırak.
Herkes böyle yapıyor demek zor. Ama gönüllerde yatan arslanın bu olmadığını kimse söyleyemiyor.
Erguvanlar Açarken
Bence Çatalca’yı Nisan ayının başında, tam bu günlerde görmek gerek. Erguvanlar kasabayı fethettiği zaman Çatalca’yı tek bir rengin sonzuluğunda yitirmek ne garip bir duygu olurdu? Burada otobüsler erguvan rengi, minibüsler de öyle. Sonra okulların demir parmaklıklarını, basketbol potalarını, tabelaları, duvarları da erguvan rengine boyamışlar. Bir de etrafı erguvanların gözalabildiğine doldurduğunu düşünün. Nasıl güzel saklambaçlar oynanır böyle bir yerde. Bir de erguvan rengi giyinirseniz, görünmez adam olmanız bile mümkün. Çocuklara cümbüş. Gençlere de öyle. Erguvanlar içindeki sevgilinizi öpseniz doya doya bir gören, dur diyen olmaz. Fena mı?
Erguvanlar açmak için şimdi tetikte. Havalara aldanırlarsa, bugün açmış bile olabilirler. Belki ben yazıyı yazarken çiçeklerini güneşe doğru çevirmekteydiler de ben farkında değildim.
Ağaçlar ise daha bir kadınsı. Daha doğrusu saf birer genç kız gibi. Güneş biraz gülümsesin, rüzgar biraz durulsun, hemen kanmaya hazırlar. Onların 'Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır' gibi atasözleri yok. Saatli Maarif Takvimi’ni de okumayı bilmiyorlar. Peki ben bunca şeyi nereden biliyorum? Yine Çatalca gezisinden. Neredeyse bütün ağaçların daha geçen hafta bütün dallarını çiçeğe boğup bahara selam durduklarına tanık olmuştum. Ne güzel bir manzaraydı.
Neyyire dayanamayıp kücük bir dal koparmıştı. Bilmem çiçekleri İstanbul’un havasına ve bir beton gökdelenin o ağır atmosferine rağmen hala baharın coşkusunu yansıtıyor mu?
Doğayla Sınırlı Çiçek
Aslında bu çicek işi Çatalca’nın eski göz ağrısı. Benim bir şey bildiğim yok. Anlatan Yazı İşleri Müdürümüz. Neredeyse yirmi yıl önce burada yaptığı röportajı hatırladı yolda. Çicek yetiştiren köylerdeki güzelliği o günü tekrar yaşıyormuşcasına heyecanla nakletti.
Gider gitmez Belediye Başkanı İsmail İp’e sorduk. 'Kalmadı böyle bir uğraş artık' dedi. Öyle dedi ama, pek hatırlıyor gibi de davranmadı. Demek çoktan bitmiş gitmiş çiçekcilik buralarda. Ya da gayretli bir kaymakamın takıntısı mıydı acaba? İster misiniz, kaymakam gidince işler büsbütün kalmış olsun. Neyyire’nin hikayesinden benim çıkarttığım sonuç böyle.
Meyvacılık da bir aralar teşvik edilmiş. Belediye Başkanı’nın anlattığına göre, iklim pek uygun olmadığı için bu da tutmamış.
Hele bu günlerde kimsenin kendisini zorlamaya hevesli olmadığı bir yerde bunlar birer şehirli takıntısı gibi.
At Yarışları
Çatalcalı kafayı at yarışlarına takmış. Varsa yoksa ganyan bayileri. 50 yıllık Merkez Lokantası’nda odun ateşinde pişmiş harika bir kuru fasulye yiyiyoruz. Onu bir şehriyeli kuzu takip ediyor. Biz doyduk derken Ahmet Bey atlıyor, 'sürprizim var' diye. Önümüze nefis bir büryan kebabı geliyor. Taze soğanlı ve taze naneli nefis bir pilav üzerine fırında kızartılmış kuzu parçaları. Nefis cacığın eşliğinde onu da yiyiyoruz. Ben bir ara 'ambulans var mı?' diye soruyorum. Kimse gülmüyor. Aksine ciddiye alıyorlar.
Biz yemekle bu kadar haşır neşirken lokantanın televizyonundan diğer müşteriler at yarışlarını seyrediyor. Tam karşımız 230 numaralı Ganyan Bayii. Orası da dolu. Herkes beygirlere bağırıp çağırıyor.
Sonra altılı biletleri parçalanıyor. Kızgınlıklar dışa vuruluyor. Akşam herkes yine Merkez Lokantası’nda. Bu kez rakı, meze ve çok acıkanlar için ızgara etler var. Kızgınlıklar rakı ve su ile söndürülüyor.
Kasabada hayat böylece tekdüze bir biçimde sürüp gitmekte...
Paylaş