Geçenlerde şöyle bir düşündüğümde neredeyse on yılı aşkın bir süredir, hiç ara vermeksizin, yemek yazıları yazdığımı fark ettim. Gerçi bazı arkadaşlarıma göre, bunların bir kısmı asla bir ‘‘yemek yazısı'' olarak nitelendirilemezmiş, ne gam! Zaten kendime biçtiğim misyonun daha çok iyi şeylerden anlamak ve keyif almak olduğunu kimseden gizliyor değilim. Hayatın güzelliklerini keşfetmek kadar bir insanı heyecanlandıracak başka ne olabilir hayatta?Üstelik bunların sadece yemek-içmek ile sınırlı olduğunu da kimse iddia edemez. Elbette az bulunur mükemmel bir Havai kahvesi, Hindistan'ın küçük bir köyündeki dünyanın en lezzetli karabiberi, Nepal'de yetiştirilip güneşe en yakın topraklarda sülfürsüz, doğal yöntemlerle ve sadece güneşin içimizi milyonlarca yıldır ısıtan ışınları ile kurutulan kayısılar; Kobe'de vaftiz edilmiş ve hemen hiç et yemeyen Japonlar'ın yetiştirdiği ve kilosu kasapta bizim paramızla 150 milyonun üzerinde olan sığır etinin lezzetinden söz etmek beni de heyecanlandırıyor. Ama en az bunlar kadar Mozart'ın bir piyano konçertosunun hiç duymadığım bir yorumu; aramaktan ayaklarımın şiştiği bir anda bulduğum ve hemen dinlediğim Refik Fersan'ın bir bestesi; Nedim'in içimi kıpır kıpır eden veya Baki'nin beni derin düşüncelere daldıran şiirleri, Maupassant'nın okul sıralarında okuyup unuttuğum ve tekrar okuduğumda beni aynı heyecanla saran bir hikâyesi, mesela Prag gibi pek az insanın gittiği bir kenti günlerce yürüyerek keşfetmenin verdiği mutluluk da hiç azımsanabilir mi?Hayatta mutlu olabilmenin en önemli şartını yukarıda saydıklarımı veya benzerlerini yapabilmek olarak görenler çoktur. ‘‘Ah bir param olsa'', ‘‘Ah zamanım olsa'' diyenlere ben çok rastladım. Açık söyleyeyim, bende her ikisi de pek yok. En azından başkalarının özeneceği kadar param ve/veya zamanım hiç olmadı. Artık yaşlı bir insanım. En azından gençlik yıllarım geride kaldı. Bundan sonra da hayatta para veya zaman bolluğum olacağını hiç sanmıyorum. Gerçekte böyle bir isteğim de yok. Ama mutluluğun peşini hiçbir zaman bırakmadım ve ölünceye kadar da bırakmamaya kararlıyım.KORKMA SESİNİ YÜKSELTParasız ve zamansız nasıl mutlu olunabilir diyenlere cevabım da çok açık: Hayatı iyi yaşamanın, incelikleri bulmak ve bilmek olduğunu fark ederseniz hayattan keyif alırsınız. Bir başka yazı konusu olacak kadar ayrıntılar içeren bir kavram olan ‘‘Gemütlichkeit'' sözünü Almanca bilenlere hatırlatmakla yetineyim şimdilik. Başka dillerde karşılığı olmayan bu kelime için İngilizce-Türkçe sözlük, ‘‘sevimlilik, tatlılık, hoşluk'' diyor. İngilizler belki bu dar anlamıyla kullanıyor kelimeyi ama Almancası hayattan alınan tadı, yaşama sevincini, mutluluğu aslında çok derin bir biçimde anlatır.İyi yaşamanın bir önemli yanı da ayrıntılara dikkat etmekten geçer. Doğrusunu isterseniz, bu yazı aslında tam bu noktadan başlayarak yazılacaktı. Güneşli bir yaz gününün içimde doğurduğu sevinç rüzgârının önüne katılıp dört bir yana savrulan kelimelerin büyüsüne kapılıp yazdım bundan önceki kısmı. Şairleri büyük simyacılarla bir tuttuğumu daha önce de yazmıştım. Onların büyüsünün temelinde kelimeler olduğunu bilirim. Sözün önemini bilmeyen birinin zaten insan olmayı tam kavrayamadığını düşünürüm hep. Kutsal kitapların ‘‘önce kelam vardı'' diye başlamasının ardındaki hikmeti keşfedemeyenler, bir başka kutsal kitabın ‘‘oku'' emriyle başlamasının önemini kavrayamayanların zavallılığını düşünürüm hep. Son zamanlarda bu konudaki müthiş perişanlık ve pejmürdelik onun için yüreğimi kanatıyor.Hendel'in o eşsiz oratoryosu Messiah'da hiç unutamadığım bir cümle vardır. Libretto'nun yazarı, Hendel'in ölümsüz müziği ile ‘‘korkma, sesini yükselt'' der. Benimle aynı dertten yakınan bazıları korkmadan seslerini yükseltmeye başladı. Bundan büyük bir mutluluk duyduğumu elbette saklayacak değilim. Şiar Yalçın üstadımız uzun zamandır dilde yaşadığımız zavallılığı sergiliyor. Bir başka usta, Hakkı Devrim aynı yaraya ‘‘dil yaresi''ne acımasızca parmak basıyor. Televizyonlarda bu konuda programlar yapılmaya başlandı. Ben de, karınca kaderince, bu yaradan söz etmek istiyorum.Bu vesile ile gündeme televizyonlarda neredeyse doksan dakika boyunca saçmalayıp duran maç spikerlerini getirecek değilim. Onlar neredeyse tümüyle ‘‘konu dışı'' kalmakta. Geçenlerde bir televizyon kanalının kıdemli sunucusu, Galatasaray Spor Kulübü'nden ısrarla birkaç kez ‘‘Galatasaray Futbol Kulübü'' diye söz etti. Acaba ben yıllardır bir spor kulübüne değil de, bir futbol kulübüne mi üyeyim, diye düşünmeden edemedim. İnanılmaz bir ekran kirliliği oluşturan alt yazılara gelince; burada birlikte yazılan soru eki ‘‘mi''ler, dahi anlamında ayrı yazılması gerekirken birlikte yazılan ‘‘de''ler neredeyse istisna olmaktan çıkıp kural haline geldi. Yabancı sözcüklerin yalan yanlış yazımları sürüsüne bereket. Hadi bunlar görsel medyanın buz üstüne yazılı sözleri diyerek bir teselli bulalım. Ya yazılı basın?DİLİ SABOTE EDENLERSon birkaç gün içinde gazeteleri alıcı gözüyle okumaya başlayınca aklımı yitire yazdım. Bence en hafif sayılabilecek hatadan başlayarak örnek vereyim. Büyük bir gazetemizin spor sayfasından bir alıntı: ‘‘Nitekim de bakıyorsunuz, bu hatalar sezon başından beri var.'' Türkçe, diğer dillerden daha fazla bir kurala bağlıdır: Gevezeliğin yasak olması! Yukarıdaki cümleden ‘‘de''yi çıkarın, anlam değişmez. Demek bu kelime sadece bir gevezelik. Öyleyse, dilin mantığına aykırı. Üstelik cümlenin bütün güzelliğini alıp götürüyor bu iki harfli kelime. Yine bir büyük gazetenin ‘‘Sorun, yanıtlayalım'' köşesinden bir alıntı: ‘‘Bu da öğrencilerin hesapladıklarından daha düşük puan almalarını sağlamıştır.'' Türkçe'de ‘‘sağlamak'' kelimesi olumlu bir anlam içerir. O yüzden ‘‘düşük puan almak''ta bir yarar, bir olumluluk yoktur. Zaten yazar da böyle bir duruma işaret etmek istemiyor. Düşük puan almak, öğrenciler açısından ancak kötü bir duruma ‘‘yol açar.'' Sık yapılan benzer bir yanlış da, aynı şekilde olumlu bir anlam taşıyan ‘‘sayesinde'' kelimesinin olumsuz durumlarda kullanılmasından doğmakta. Olumsuz durumlar bir şeyin -veya kişinin- sayesinde değil, ‘‘yüzünden'' olur.Tabii bütün dil yanlışları bu kadar masum değil. Yine bir büyük gazetemizin spor sayfasındaki köşe yazısında yazar, ‘‘Çok fazla bilgi sahibi olmadığımız, başarı geçmişi yüksek olmayan Maribor'un maçın ilk dakikalarından itibaren ortaya koyduğu futbol kalitesi ile Beşiktaş ile karşılaştırıldığında ortaya büyük bir kalite farkı çıkıyor'' buyurmakta. Allah aşkına ‘‘başarı geçmişi'' ne demek? ‘‘Maribor'un futbol kalitesi ile (...) Beşiktaş ile karşılaştırıldığında'' deyişi ne biçim bir dil dizgesi? Hadi yazar saçmalamış, bunu düzeltecek bir vatan evladı da mı yok ortalarda?Televizyonlarda veya sinemalarda, tiyatrolarda, operada niye bir şey ‘‘izlediğimizi'' bir türlü anlayamam. Ben kendi hesabıma filmleri veya tiyatro oyunlarını ya da operaları hâlâ ısrarla ‘‘seyrediyorum.'' Dedektif -veya eski dildeki deyimi ile ‘‘hafiye''- değilim ki izleyeyim. Ortada takip edilecek bir şey mi var? Doğrusunu isterseniz, ‘‘evet, var.'' Dilimizi sabote edenleri, insan hayatın bu binlerce yıllık en güzel verimini tarumar edenleri bütün güzellikler adına sonuna kadar takip etmeliyiz sanırım. Yoksa siz benimle aynı fikirde değil misiniz?